Mesleğin haritası bedenimizde çizilidir: “Çalışmak sağlığa zararlıdır” – Ertuğrul Bilir

Adınız Mustafa … Türkiye’de kurulmaya çalışılan nükleer santraller, itirazlara rağmen hayata geçmiş… Nükleer reaktör bakımı yapan taşeronda çalışan 28 yaşında bir işçisiniz… Santralin yıllık bakım zamanı geldiğinde, 10 günde tamamlanması gereken bakım çalışmaları, verimlilik ve maliyet hesabıyla 5 günde tamamlanmaya çalışılıyor… Reaktörün doğrudan radyoaktiviteye maruz bölümlerinde bakım yapacak işçilerden birisiniz… Yıllık olarak maruz kalacağınız limit yasal olarak belirlenmiş; ama yöneticileriniz maruz kaldığınız radyasyonu ölçen dozimetreyi tehlikeli bölgeye girerken dışarıda bırakmaya sizi zorluyor… Acele çalışmaktan kaynaklı bir sorun nedeniyle radyasyona maruz kaldınız… Bu olayı kimseye bildirmeme baskısıyla karşılaşıyorsunuz… Yönetime bağlı çalışan işyeri hekimi “intihara meyilli olduğunuz için tehlikeli bölgeye bilerek girdiğinizi” rapor ederek suçu size yıktı… Yıllık yasal radyasyona maruziyet sınırını geçtiğiniz için, çalıştığınız taşeron firma tarafından işten çıkarıldınız, yerinize benzer şartlarda çalışacak başka işçi alındı… 35 yaşında kanser oldunuz… Yaşadığınızın iş kazası olduğunu, hastalığınızın maruz kaldığınız radyasyondan kaynaklandığını kanıtlayacak belgeler ortadan kaldırıldığı için meslek hastalığını kanıtlayamadınız…

Sizce, işyerinde kurulan iş ilişkisi iki özgür bireyin, koşullarını serbestçe belirleyerek kurdukları eşit bir ilişki midir? Peki, işyerinde yaşanan bir kazada sorumlu kimdir? Sigortanın yaptığı ödemeler ile işverenin (eğer mahkum edilirse) ödeyeceği tazminatlar oluşan acıları ne kadar tazmin edebilir? Bilerek ölümlere yol açan yöneticilerin cezasızlığı adil midir? İş müfettişleri, işyeri hekimleri, iş güvenliği uzmanları, bilim insanları bu süreçte görevlerini ne kadar yerine getiriyor?

Çalışmak sağlığa zararlıdır
İşçi sağlığı üzerine çalışmalarıyla tanınan ve asbestin üretimde kullanılmasının yasaklanmasını savunan Ban-Asbestos kolektifinin kurucularından olan Fransız sosyolog Annie Thébaud-Mony’nin kitabı, “Çalışmak Sağlığa Zararlıdır” adıyla Türkçe’ye çevrildi. Bu önemli kitap vesilesiyle Türkiye’de de çokça yaşadığımız ve kısmen tartıştığımız bazı sorunları tekrar ele almakta yarar var.

Girişte verdiğimiz örnek, Fransa’daki nükleer reaktörlerde çalışan geçici, güvencesiz, taşeron işçilerin yaşadıklarından Thébaud-Mony tarafından aktarılan bir örneğin Türkiye’ye uyarlanmasıdır. Türkiye’li milyonlarca emekçi başlangıçtaki kurgumuzdan çok daha vahşilerini her gün işyerlerinde yaşıyor. Bu açıdan yaşanmış örnek sıkıntımız, maalesef, yok. Ama, değişik ülkelerden işçi sağlığına ilişkin yaşanmışlıkları ve oluşan direnişleri bize taşıyan, “iş” sürecini sorgulatan örnekler ufkumuzu açacaktır.

“İş Sağlığı- İşçi (Çalışan) Sağlığı” meselesi
“Sözcükler yansız değil. İş sağlığından bahsetmekle, çalışan sağlığından bahsetmek aynı anlamı taşımıyor. “İş sağlığı” soyut bir gerçek olarak güvenlik kurallarının ve düzenlemelerinin tümünün nesnesi durumunda. Bu konulardaki eksiklikler “insan kusuru”na; örgütsel ya da teknik işleyişte “arıza”ya gönderme yapar. (…) Buna karşılık, “çalışan sağlığı” ise, çalışma hayatında alt üst ilişkilerine bağımlı, kolektif ve bireysel bir tarihin özneleri olarak kadınlara ve erkeklere gönderme yapar“ (Thébaud-Mony, 2012, s. 147).

Türkiye’de 1971’den 2003 yılına kadar yürürlükte kalan 1475 Sayılı İş Kanunu’nda “işçi sağlığı ve iş güvenliği” olarak kullanılan tanımlama, 4857 Sayılı İş Kanunu’nda ise “iş sağlığı ve güvenliği” olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu kullanıma yapılan itirazlar ise sıklıkla “uluslar arası kullanım bu şekildedir” denilerek cevaplanmıştır. Thébaud-Mony’nin kitabı bize, bu tartışmanın sadece Türkiye’ye ve Türkçe’ye mahsus bir tartışma olmadığını, dünyanın diğer ülkelerinde de soruna emekten yana bakanlarla, sermayeden yana bakanların (1) bu kavram çerçevesinde tartışmasının sürdüğünü gösteriyor.

Başkasını bilerek tehlikeye atma suçu
“Bir işletme yöneticisi ya da bir emir verici, tehlikelerinin bütünüyle farkında olduğu bir riske çalışanlarını maruz bırakırken hesaplı kitaplı bir kararlılık içindedir; bu kararlılık, riskin olası ve çoğu zaman gecikmeli etkilerinden alır gücünü. Sağlık zararları ancak gelecekte ortaya çıkar; o halde aynı riske maruz kalarak çalışanların hepsi hasta olmadığına göre, bu zararlar da varsayımdan ibarettir. Aynı yönetici ya da emir verici, meslek hastalığı bildiriminin yapılmama olasılığına da benzer şekilde güvenir; bildirim yokluğu, tazminatın tüm yükünden onu kurtarır ve çalışanları söz konusu riske maruz bırakmanın somut sağlık etkilerini tamamıyla görünmez kılar.” (Thébaud-Mony, 2012, s. 48)

Türkiye’de iş kazalarında sorumluluğu olanlar ceza yönünden “taksirle” veya “bilinçli taksirle” yaralama/ölüme neden olmak suçlarından yargılanmaktadır. Taksir, Türk Ceza Kanunu’nda “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanunî tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir” şeklinde tanımlanmıştır. Bilinçli taksir ise “kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi” şeklinde tanımlanmaktadır. İnsan yaralanması veya ölümüyle sonuçlanan taksirli suçlarda yargılananlara olayın sonuçlarının ağırlığına göre 1 yıl ile 22,5 yıl arasında ceza verilebilmektedir. Ancak, mahkemeler yargılama süreçlerini ağırdan almakta, asli yetkili ve sorumluları değil, genellikle daha tali düzeyde karar alma yetkisi olanları yargılayıp cezalandırmakta, verilen cezalar sıklıkla ertelenmekte veya para cezasına çevrilmektedir. Örneğin, 2007 yılında Sarayburnu İSKİ şantiyesinde bir vincin kırılarak parçasının üzerine düşmesi sonucunda Harita Mühendisi Gülseren Yurttaş’ın ölümüyle ilgili ceza davasında mahkeme önce 3 kişiye 1 yıl 8 ay ile 2 yıl 6 ay hapis cezası verip, sonra hapis cezalarını toplam 48.500 tl para cezasına çevirmiştir (politeknik.org.tr, 2011).

Thébaud-Mony’nin kitabından anladığımız kadarıyla Fransa’da da ceza kanunları ve mahkemelerin işleyişi benzer şekildedir. Ancak, Thébaud-Mony işverenlerin ve yöneticilerin, yaptıkları uygulamaların sonucunu öngörebildiklerini, buna rağmen sağlık risklerini sürdürmeyi tercih ettiklerini vurgulamaktadır. Bu nedenle de “başkasını bilerek tehlikeye atma suçu”ndan yargılanmaları gerektiğini savunmaktadır ve cezası “taksirli suçlardan” daha yüksektir.

Sağlık zararlarının gecikmeli olarak ortaya çıkması veya zararlar ortaya çıksa bile bildirim yapılmaması Türkiye’de çokça yaşanmaktadır. Çünkü Türkiye’de iş kazalarının bir kısmı kayda geçerken meslek hastalıkları ise neredeyse hiç tespit edilmemektedir.

Dünyadaki genel ortalamalarla karşılaştırıldığında Türkiye’de her yıl en az 35.000 meslek hastalığı olgusunun saptanması beklenmektedir (MMO, 2012, s. 52). Oysa, SGK tarafından yayınlanan istatistiklerde meslek hastalığı sayısı 2010 yılında 533’le sınırlıdır, ve bu sayı beklenebilecek asgari sayının ancak %1,5’u kadardır.

Meslek hastalıklarının bu kadar düşük çıkması bir tesadüf veya bir istatistik kayıt beceriksizliği olarak değerlendirilemez. Meslek hastalıklarının teşhis edilmesi sistematik olarak zorlaştırılmaktadır. En başta işçilere, çalışma ortamında meslek hastalıklarına neden olabilecek etkenler hakkında bilgi verilmemektedir. İşçiler, ortaya çıkan sağlık sorunlarının işlerinden kaynaklandığını bilmemekte, bilseler de kanıtlayamamaktadır. Onları bu konuda bilgilendirebilecek ve yönlendirebilecek sendikalara ve örgütlere işçilerin çoğu sahip değildir. İşyeri hekimleri ve iş güvenliği uzmanları (işyerinde eğer var iseler) genellikle önleyici çalışma, bilgilendirme ve sağlık sorunlarını kayıtlara geçme görevlerini yeterince yapmamaktadır. Meslek hastalıklarını teşhis edebilecek hastaneler çok azdır. İş müfettişlerinin denetimleri çok seyrektir. Bir hastalığın meslek hastalığı olduğuna dair bulgular tespit edilse dahi, bunun kanıtlanması ve SGK tarafından kabul edilmesi meşakkatli bir süreç olmaktadır. Güvencesiz çalışma nedeniyle işçiler sık sık iş değiştirdiğinden dolayı, meslek hastalığının hangi işyerinden kaynaklandığının tespiti, dolayısıyla cezalandırılmaları da oldukça zordur. Bu tespit edilememe hali sonucunda bir “sigorta” kuruluşu olan SGK işçiye yapacağı ödemelerden; işveren ise ceza davalarından, tazminatlardan ve SGK’nın rücu davalarından kurtulmaktadır. Meslek hastalıklarının yükünü işçiler ve aileleri taşımak zorunda kalmaktadır.

“Meslek hastalığı bildirimi ve meslek hastalıklarının kabulü prosedürü, tuzaklarla ve aşağılamalarla dolu zahmetli bir yoldur ve genelde, en iyi olasılıkla, gülünç miktarda bir tazminatla, en kötü olasılıkla, reddedilmeyle sonuçlanır. Redden sonra ilgili kişi ısrar ederse, bu kişinin hayatı davalarla, bilirkişi raporlarıyla, duruşmalarla geçecektir.” (Thébaud-Mony, 2012, s. 257-258)

Türkiye’de işverenler, özellikle meslek hastalıkları konusunda, “nasıl olsa hastalığın tespit edilmeyeceğinden” hareketle oldukça rahattır. İşlenen suçlar tespit edilmediğinden dolayı sorumlular cezasız kalmakta ve dahası meslek hastalığına yol açacağı bilinerek yapılan faaliyetler şirketlerin karlılıklarını artırmaktadır. Meslek hastalıkları ve iş kazaları işverenler, işyeri hekimleri, iş güvenliği uzmanları, SGK, Çalışma Bakanlığı tarafından el birliğiyle hasır altı edilmektedir.

Mühendis, uzman ve doktorların durumu
“İşyeri doktorları ne yapıyor? İş müfettişleri ve kontrolörleri ne yapıyor? Sendikalar ne yapıyor? Bu farklı aktörlerin bilgilerini ve kendi bilgilerimizi göz önünde bulundurarak şöyle sormak daha doğru olacaktır: Bu aktörlerin, çalışanların onur, sağlık ve hayat hakları için harekete geçmesini engelleyen şey nedir?” (Thébaud-Mony, 2012, s. 147)
İşçi sağlığı ve iş güvenliğinde mühendislerin, iş güvenliği uzmanlarının ve işyeri hekimlerinin konumu ve etkileri sürekli bir tartışma konusudur. Mühendislerin, iş güvenliği uzmanların ve işyeri hekimlerinin de iş güvencesinin olmadığı, işverenler tarafından kolayca işten çıkarılabilmekle de kalmayıp sonrasında da iş bulmakta zorlanacakları ülkemizin gerçeklerindendir. Ancak, sorun bundan ibaret değildir.

Bizce bu konuda, sessiz kalan uzmanlar sadece kendi ödeyecekleri bedeller nedeniyle sessiz kalmıyor; yaşananları iş yaşamının doğal gereklilikleri olarak görüyor. Hem kendi pozisyonlarını meşrulaştırmak için bu bakış açısına yöneliyorlar, hem de eğitim sürecinde aldıkları bilgiler onları bu şekilde yönlendiriyor.

Thébaud-Mony’nin meslek okullarına ilişkin aşağıdaki saptaması bizce mühendislik, tıp vb. uzmanlık dallarında çalışanlar için de geçerlidir:

(Meslek okullarında-bn) “Öğretilen bilgiler gençleri, işyerinde ve meslek risklerinde kendi güvenliğinden kendisini sorumlu tutan çok kişisel bir ilişkinin içine itiyor. Çalışma koşullarını ve iş organizasyonunu hesaba katmadan üstlenilecek bir sorumluluk bu. Bu mantığa göre gençlerin, işletme ve toplum karşısında hakları yok ama ödevleri var. Bu meslek eğitiminin referans değerleri, pazarda bir yer kapmanın, yani uyum ve boyun eğmenin değerleridir. Okul bu gençlere, iş hakkını elde etmek için susmak gerektiğini öğretiyor” (Thébaud-Mony, 2012, s. 36)

Tuzla tersaneler bölgesinde yaşanan ölümlü kazalar nedeniyle bu tersanelerde çalışan gemi mühendislerinin tutuklanması karşısında Gemi Mühendisleri Odası açıklamalar yaparak ‘mühendislerin sorumlu değil, mağdur’ olduğunu belirtmiştir (Gemi Mühendisleri Odası, 2009). Benzer içerikte bir açıklama 450 mühendisin imzasıyla da yapılmıştır. TMMOB eski yöneticilerinden İhsan Karababa, mühendisleri “sorunların çözümünü kendilerinin dışında görmekle ve sorumluluk taşıma düşüncesinin olmamasıyla” eleştirmiştir (Karababa, 2010). Karababa, sözkonusu mühendislerin “taşıdıkları sorumluluğun gerektirdiği hak ve yetkileri talep etmemiş ya da edememiş” olduğunu belirtmekte durumu şöyle tespit etmektedir:

“Mühendisler, içine itildikleri bu koşullara boyun eğme yerine koşulları savundukları değerler doğrultusunda dönüştürmeye çalışabilirlerdi. Bunun yerine takınılan edilgen tavır mühendisliği, bilerek ya da bilmeyerek, sadece bilimsel ve teknolojik uygulama ve işverenin kârını artırmakla ilgili bir konuma indirgemiştir” (Karababa, 2010).

Gerçekten de, yaşanan sorunlarda asıl sorumlular sermaye sahipleri ve temel kararları alan yöneticilerdir. Ancak, mühendisler, uzmanlar ve doktorlar bilgilerinin gereğini yapabilmek için örgütlenmeli ve çaba harcamalıdır. Aksi halde Thébaud-Mony’nin kitabında da bir çok örneği verilen bir suç ortaklığının içine düşmekten kaçamamaktadır.

Bilimin sınavı 

Kitapta yüzümüze çarpan bir gerçeklik ise bilimin ve bilim insanlarının sermayenin suçlarını örtmek, sıradan insanların bile gördüğü sorunları belirsizleştirmek için çaba gösterebildiğidir:

“… doktorların, bilim insanlarının, bilirkişilerin sorumluluğuna geliyoruz; içlerinden bazıları ya tehlikeyi bilinçli olarak dikkate almıyor ya da çalışanların ve halkın sağlığının korunmasından sorumlu olduklarına dair duyulan şüpheyi besliyorlar. Bazı bilgiler ve bu bilgileri yayma olanakları ellerinde olduğu halde büyük çoğunluğu, iş kazalarının nedenlerine ve meslek risklerini ilişkin bir yurttaşlık bilincinin geliştiğini görmeyi hiç de umursamayanlara boyun eğmeyi kabul etti. İş sağlığı ve güvenliği alanında, çalışan sağlığını işletmelerin “ekonomik sağlığı”yla sürekli olarak aynı denkleme yerleştiren bir tıbbın ve bir bilimin başvuru kriterleri olarak ekonomik buyrukları benimsediler.” (Thébaud-Mony, 2012, s. 17)

Thébaud-Mony’nin bu konuda verdiği örneklerden birisi asbestin zararlarının insanlar tarafından gözle görülmesine rağmen, bunun bilimsel kabulünün çok uzun zaman almış olması hakkındadır.

Bugün ILO rakamlarına göre dünyada her yıl 100.000 kişi asbest kaynaklı hastalıklar nedeniyle yaşamını yitirmektedir (MMO, 2012, s. 2). Oysa insan sağlığına zararları 1900’lerin başlarından itibaren farkedilmeye başlanan “asbest” in (amyant) işçiler ve tüm etkilenenler için bir tehlike kaynağı olarak kabul edilmesi, önlem alınması ve en sonunda birçok ülkede yasaklanması 100 yılı aşkın bir süre almıştır. Türkiye’de de 2006 yılında asbest kullanımına kısıtlamalar yürürlüğe girmiş(2) ; 2010 yılı sonu itibariyle de kısıtlamalar genişletilerek asbest liflerinin ve bu liflerin kasıtlı olarak eklendiği eşyaların üretilemeyeceği, piyasaya arz edilemeyeceği ve kullanılamayacağı belirtilmiştir .(3)

Zararları bugün reddedilemez şekilde açık olarak görülen asbestin üretilmesi ve kullanılmasının yasaklanması neden bu kadar uzun sürmüştür? Çünkü asbest üreten şirketler her türlü yöntemle bu konudaki uyarıları bastırmış, bazı bilim insanları da “zararların istatistiksel olarak kanıtlanmadığı” gerekçesiyle onlara destek çıkmıştır (Thébaud-Mony, 2012, s. 185-192). Yasaklamanın geciktiği her yıl 100 binlerce insanın ölümüne yol açmıştır ve gelecekte de sürecektir. Benzer şekilde, sözde bilimsel kuşkuculukla gerçeklerin üstünün karartılması radyoaktivite ile kanser ilişkisinde de uzun süre yaşanmıştır.

Anlatılan bizim hikayemizdir
Bir asbest işçisinin tanıklığından: “İşçinin işi, her zaman sakat bırakır. Madenciler ciğerlerini tükürür. Çelik fabrikalarında çalışan delikanlıların parmakları kesiktir. Doğramacıların da parmaklarından birkaçı yoktur. Mesleğin tüm haritası bedeninizde çizilidir.” (Thébaud-Mony, 2012, s. 74)

Thébaud-Mony bize taşeronlaştırma yoluyla kaza ve hastalıkların şirketlerin dışına çıkarılması; tehlikeli işlerin (asbestli gemi sökümü gibi) kapitalist merkezlerden Hindistan gibi yoksul ülkelere kaydırılarak tehlikelerin ihraç edilmesi; mahkemelerin iş kazaları ve meslek hastalıkları davalarında ağır ve işverenlere hoşgörülü, ama işçiye karşı insafsız işleyişi; sendikaların ekonomik nedenlerle meslek hastalıklarını görmezden gelişi gibi konularda çok sayıda örnek sunuyor. Öte yandan, işçi ve halk insiyatiflerinin, bazen de sendikaların verdikleri mücadelelerle kazanılan başarıları gösteriyor.

Türkiye’de de geçtiğimiz yıllarda önemli mücadele deneyimleri yaşanmıştır: Tersanelerde yaşanan iş cinayetlerinin Limter-İş Sendikası tarafından yıllarca sürdürülen mücadeleyle ülke gündemine sokularak bazı önlemlerin alınmasının sağlanması sendikal hareketin yüz akı olmuştur. Kot kumlama işçilerinin silikozis sonucu ölüme mahkum olduklarının mücadeleyle kamuoyuna duyurulması ve kot kumlamanın yasaklanması; Davutpaşa’da, OSTİM’de yaralanan ve yakınlarını kaybedenlerin eylemleri ve dayanışması; İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi önemli adımlardır. Adımlar çoğalmalı ve güçlendirilmelidir.

*Ertuğrul Bilir
Makina Mühendisi, İş Güvenliği Uzmanı 

Notlar:
(1) “İş sağlığı” kavramını ve buna uygun yaklaşımı sahiplenenlerin hepsinin, bilinçli olarak sermayeyi savunduklarını iddia etmiyoruz. Bu kesimin çoğunluğu yasalarda, okullarda, egemen basın-yayın organlarında bu terminoloji kullanıldığından dolayı sözkonusu bakış açısını biricik doğru sanmaktadırlar.

(2) “Asbestle Çalışmada Sağlık ve Güvenlik Önlemleri Yönetmeliği” RG Tarih: 26.12.2003, RG Sayı: 25328. Yürürlük Tarihi: 15.04.2006

(3) Bazı Tehlikeli Mal Bazı Tehlikeli Maddelerin, Müstahzarların Ve Eşyaların Üretimine, Piyasaya Arzına Ve Kullanımına İlişkin Kısıtlamalar Hakkında Yönetmelik. RG Tarihi: 26.12.2008, RG Sayı: 27092 Mükerrer

Kaynakça:
– Thébaud-Mony, Annie (2012). Çalışmak Sağlığa Zararlıdır. Ayrıntı Yayınları, İstanbul
– MMO (2012)İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği. Oda Raporu. Genişletilmiş 4. Baskı, MMO, Ankara Web: www.mmo.org.tr/resimler/dosya_ekler/e2a852565a099c2_ek.pdf
– politeknik.org.tr (2011). Gülseren Yurttaş Davasında 225 bin lira Tazminat. Web: politeknik.org.tr/site/index.php/guncel/2851-gulseren-yurttas-davasinda-225-bin-lira-tazminat.html
– Gemi Mühendisleri Odası (2009) Mühendisler İş Kazalarının “Günah Keçileri” Olamaz. Endaze (22 Haziran 2009) s. 4. Web: http://www.gmo.org.tr/documents/file/endaze__ 22.06.2009_.pdf
– Karababa, İhsan (2010) Tersane Ölümleri ve Mühendislerin Belletilmiş Çaresizliği. Web: www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&ArticleID= 979120&Date=08.02.2010&CategoryID=99