İktidar, sermaye ve sanatın ‘teğet’ ilişkisi: Haliç Port, Venedik Bienali’nde – Aslı Uluşahan (kulturservisi.com)

Önce geçmişi hatırlayalım: İstanbul’daki Haliç Tersaneleri -Haliç, Camiatı ve Taşkızak- 1990’larda başlayan özelleştirme ile zaman içinde işlevsizleştirildi ve 2000-2014 arası neredeyse tamamen kapatıldı. Haliç Port diye kodladığımız, Haliç Tersaneleri çevresini kapsayan “gayrimenkul projesi”nin ihalesini 2013 yılında, hükümete yakınlığıyla bilinen, Fettah Tamince’nin sahibi olduğu Rixos Grup aldı. Grup burayı devletten 4 yılı inşaat, 45 yılı işletme faaliyeti için kiraladı. ÇED raporuna göre buraya “turistik tesisler” yapılacak. İlerleyen mimari süreç şeffaf değil, ama ilgili mimarlık ofisleri az çok biliniyor: Teğet Mimarlık, Tabanlıoğlu Mimarlık, Boran Ekici, NSMH (Nevzat Sayın) ile Mimarlar Tasarım. Bu ekibin liderliğini de Mehmet Kütükçüoğlu ile Ertuğ Uçar’ın sahibi olduğu Teğet Mimarlık üstleniyor.

Haliç Port çalışması süredursun, 5 Nisan 2016’da Venedik Bienali 15. Uluslararası Mimarlık Sergisi Türkiye Pavyonu’yla ilgili bir toplantı düzenlendi. Türkiye’yi temsil edecek Darzanà projesi, tersanelerin geçmişi ve Venedik’le ilişkisi anlatıldı. Projeye göre Haliç’teki Camialtı Tersanesi’nde atık malzemelerden bir tekne inşa edilecek ve Venedik’teki eski tersane bölgesindeki Türkiye pavyonuna bu tekne taşınacak. İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) koordinasyonunu yürüttüğü bu projedeki tekne, iki ülke arasındaki tarihi bağı temsilen saltanat kayığından ilham alacak.

‘Bize niye sormuyorsunuz?’
Toplantının davetli konukları vardı: Projenin küratörleri mimar Feride Çiçekoğlu ile Teğet Mimarlık’ın sahiplerinden Ertuğ Uçar. Bir de “davetsiz” konukları: Haliç Port’a karşı mücadele yürüten Haliç Dayanışması bileşenlerinden mimarlar, mühendisler, tersane işçileri, STK temsilcileri, Haliç Port’un yaşamını etkileyeceği halktan kişiler… Toplantının sonunda neden orada olduklarını anlattılar ve proje sahiplerine sorular yönettiler. Söz alanlardan biri 18 yıl Taşkızak Tersanesi’nde çalışmış işçi emeklisi Necati Bereket’ti:

“Siz bu proje için iki yıldır oraya giriyormuşsunuz. Biz hatıra fotoğrafı çektirmek için bile içeri giremiyoruz. Acaba bu projeyi üretirken orada çalışmış insanlara sorsak ne derler diye aklınıza geldi mi?
Denizle çevrili ülkede tersaneyi kapatmak, dağıtmak, başka bir şeye çevirmek nasıl bir akıl?

Ben işçiyim. Orada evlendim, çocuklarımı yetiştirdim, ekmek parasını orada kazandım. Benim burada söyleyecek sözüm olmazsa yarın çocuklarıma ne anlatacağım?

Bu projenin kapalı kapılar ardında olduğunu biliyoruz. Ama şunu söylüyoruz: Burası kamuya aittir. Burası yine kamuya ait olarak değerlendirilmelidir. Bize düşüncemizi niye sormuyorsunuz?”

Haliç Tersaneleri ve benzer endüstriyel alanların korunması, yeniden değerlendirilmesi konusunda yıllardır akademik çalışmalar yapan Gül Köksal da Haliç Dayanışması adına toplantıya katıldı. Onun soruları çok daha kapsamlıydı. Hal böyle olunca sonrasında bir araya geldik ve toplantıya sığmayan meselenin özünü ondan dinledim:

gul_k‘Projelerin aktörleri aynı’
Önce şuradan başlayalım: Venedik Bienali Mimarlık Sergisi’nde, Haliç Tersaneleri’nin yer almasının sizce anlamı nedir?

Venedik, tarihi bağlarımız olan, tersanelerle ilişkili bir şehir. Haliç Tersaneleri -özgün adıyla Tersane-i Amire- Osmanlı ve Cumhuriyet denizcilik tarihi açısından, suyla ilişkili coğrafyanın tarihinde ve bugününde çok önemli. Haliyle Venedik’te tersanenin bienal aracılığıyla yeniden kullanımı bizim zaten takip ettiğimiz bir konuydu; Haliç Tersaneleri ile yaşdaş sayılabilecek Venedik Tersanesi alanının nasıl kullanıldığı, bunun süreci, aktörleri, araştırmaları vb. çeşitli yönleriyle dikkate değer bir örnek.

Haliç Tersaneleri’nde ise, Venedik Tersanesi ile benzer bir şekilde koruma altındaki yapılar ve somut olmayan değerler var: İnsanların anıları, üretim, toplumsal bellek, haklar, mücadeleler ve tarih. Ayrıca tersanelerin varlığı ya da yokluğu, Tuzla’daki ölümlü gemi-iş kazalarıyla ilgili (çünkü tersaneler aynı zamanda bir okuldu ve kalifiye eleman yetiştiriyordu); Haliç Tersaneleri Haydarpaşa Port’la, Galata Port’la, kent hakkıyla, konserveye dönen vapur “tasarım”larıyla, ulaşım hakkıyla da ilgili…

Bu açıdan doğrusu ben kapalı süreçlerle, sermayeyle el ele, kamudan gizli Haliç Port master planını yapacak ofisin aynı zamanda Venedik Bienali projesine de aday olacağını, aday olduğu projenin de bunca güçlü tarihsel ilişkili iki alanı birbirine bağlayan bir gemi ve kitaba indirgenebileceğini hiç öngörmemiştim. IKSV seçici kurulun ne düşündüğünü de merak ediyorum bu konuda. İlk toplantıdan haberim olsaydı, soracaktım. Ama Haliç Dayanışması olarak ilgili kurula mail yoluyla sorduk, henüz yanıt alamadık.

Ertuğrul Uçar toplantıda bunun “teğet bir ilişki” olduğunu söylese de, bir yandan Haliç Tersaneleri’nin geleceğine karar veren aktörlerden biri olmak, bir yandan yaşdaşı bir alanın sürecini gördüğü halde, Haliç’teki özgün değerlere dair çıkarımda bulunmamak, sonra iki alanı birbirine bağlayan bir proje olarak gemi inşa etmek gibi bir yaklaşımı anlamak mümkün değil.

‘Venedik’e sözümüz bu mu?’
Bu işbirliğinin Venedik’e taşınmasını nasıl değerlendirmek gerek? Aslında Darzanà projesi ile Haliç Port Venedik’e taşınmış oluyor mu?

Elbette oluyor. Bir yandan Haliç Port ile 6 asırlık bir yerin geleceği tasarlanıyor ve bu tasarlama yöntemi usulsüz, yasalara aykırı, şeffaflıktan uzak. Süreç kamu yararı dikkate alınmadan ilerliyor. Tersanelerin arkasındaki Okmeydanı, Bedrettin Mahallesi vb alanlar Haliç Port projesi ile emlak fuarlarında pazarlanıyor. Tüm bunlar zaten başlı başına bir kent suçu, kent hakkına tecavüz. Çünkü bizim gibi öncelikli olarak ekonomik gelişimi hedefleyen, ekonomik gelişimi de inşaat sektörü üzerinden ilerleyen, kendi değerlerini üretme konusunda geri kalmış, üretimden çok tüketim toplumuna dönüşmüş olan bir ülkede meslek insanının elimizdeki değerleri yorumlarken ve geleceğe aktarırken bunu nasıl yaptığının da çok önemli olduğuna inanıyorum.

Şimdi aynı aktörler tarafından buraya ilişkin bir proje üretiliyor ve bir gemiyle alanın bilgisi Venedik’e taşınmak isteniyor. Tersane üzerinden gidecek söz bu mudur?

Üstelik Venedik Bienali’nin “cepheden bildirmek” teması kapsamında çevre/yaşam kalitesi hakkındaki sorunlara mimarlık yoluyla çözüm aranması hedeflenmiş. Bienalin küratörü Alejandro Aravena da toplumsal meseleler, yoksulluk, adaletsizlik, kent hakkı gibi konularda projeler üreten biri. Şimdi buraya tersane üzerinden gidecek söz böyle mi olmalı?

‘İKSV Haliç Port’u meşrulaştırıyor’
Başka bir konu da projenin seçimi. Siz de değindiniz, İKSV’nin Darzanà projesini seçmesi epey eleştirilmişti.

Burak Altınışık’ın bu konuda kapsamlı bir yazısı var. Sinan Logie, Yaşar Adanalı, Ömer Yılmaz da yazdılar. Umarım daha çok yazan, söyleyen çıkar. İKSV, Venedik Bienali için yarışma açtığında ilk elemeyi geçenler arasında bienalin ana meselesi olan toplumsal konularla ilgili söz söyleyen çalışmalar olmasına rağmen Darzanà projesi tercih edildi. Seçici kuruldaki Levent Çalıkoğlu, Uğur Tanyeli, Sibel Bozdoğan, Murat Güvenç, Süha Özkan, Arzu Erdem gibi akademisyenlerden bu seçimin gerekçelerini daha ayrıntılı dinlemek isterim. Sadece ben değil, bunu merak eden çok kişi olduğunu biliyorum.

Bienale başvuran projelere bakarak, önemli bir arenanın açmış olduğu kapı ve dikkate değer bir tema varken, böyle bir işle gidiliyor olunması düşündürücü. Seçim ölçütlerinin ve sürecinin açıkça tartışılması gerekiyor, ki adı geçen seçici heyetin Türkiye’deki, hatta bırakın Türkiye’yi, dünyadaki mimarlık, sanat alanındaki öncü pozisyonlarını düşünürsek, bu tür açık tartışma ortamları eleştirel düşüncenin gelişmesi, şeffaf/ demokratik/ adil ve eşitlikçi süreçler için bir ihtiyaç. Şeffaflık sadece söylemle olmuyor. İnsan şunu sormadan edemiyor; İKSV de bu koşullarda Haliç Port’u kültür/sanat aracılığıyla meşrulaştırmış olmuyor mu? Sermayenin sanat, kültür, mekân ile ilişkisi “teğet” midir, iç içe midir, bunun sınırları nerede başlar ve biter mi?

Eğer tersaneler Venedik’e taşınacaksa bile, 6 asırlık bir yerin bize söylediği bilgi sadece bu olmamalı. Venedik Tersanesi ile ilgili yıllardır çalışma yapılmış, binlerce yayın var. Ama burada sermayedar Tamince ve iktidar oturup 6 asırlık Haliç Tersanesi’nin geleceğine, ne zaman, ne olacağına karar veriyor, iş verdikleri mimarlar da onların taleplerini “iyi tasarlayan” kişiler oluyor. Meslek örgütü Mimarlar Odası “gel çizdiğin projeyi anlat” dediğinde, müellif mimar Teğet, “işveren izin vermiyor” diyebiliyor. Mimar kamusal, müşterek bir alanı projelendirirken, projesini sunamıyor, sadece işverenin ağzına bakıyorsa, bir sivil örgütlenmenin, Haliç Dayanışması’nın çağrısına yanıt veremiyorsa, demek ki ortak alanlara, kent hakkına tecavüzün mimarı olmayı kendine layık görüyor.

‘Sanatı yeniden konumlandırmalı’
Son yıllarda kültürün meşrulaştırma aracı olarak kullanılmasıyla sıklıkla karşılaşıyoruz. Örneğin Zorlu PSM. Bir de 2014’teki Venedik Bienali’nde yaşanan olay var: AKM’nin Gezi Direnişi’ndeki görüntüsünü yansıtan fotoğraf, Murat Tabanlıoğlu küratörlüğündeki sergide sansürlenerek kullanıldı. Murat Tabanlıoğlu ise AKM’nin mimarı Hayati Tabanlıoğlu’nun oğlu.

Evet, bu da başlı başına ciddi bir sorunsal. Toplumsal belleğin önemli bir yapısının üzerinde, Türkiye yakın tarihinde inanılmaz bir toplumsal olayın simgesi olan görsel, yapının mimarının oğlu denetiminde sansüre uğruyor. Bunu mesele edip konuşmayacaksak, daha neyi konuşacağız merak ediyorum. Bana göre, bu olanlara sessiz kalarak, daha doğrusu toplumsal bir sesi örgütleyemeyerek, yan yana durup, daha güçlü direnç göstermeyi beceremeyerek aslında bir şekilde onay veriyoruz. Ya da yeri geliyor sürecin daha da içinde yer alarak Teğet gibi, Tabanlıoğlu gibi, bu işlerin bir yerine imza atıp sistemlerin sürmesini sağlıyoruz. Bunun benzeri sanatla da oluyor. Sanat fetişizmiyle, sanat vandalizmiyle… Sanırım oturup 60-70’li yıllardaki gibi sanatı, kültürü ve mekanın üretimini, 21. yüzyılın bu adaletsiz, eşitsiz, denetim ortamında yeniden tartışmak, konumlandırmak gerekiyor.

Mimari her zaman -bir yönüyle- iktidarın mekânını üreten bir meslek olmuştur. Böyle bir ilişkisi vardır. Ama diğer tarafta da ezilen, sömürülen halklar var. Bugün bu gerilim olağanüstü düzeyde artmış durumda ve biz nerede duracağımızı, üretimimizi nasıl yapacağımızı aklımızla, vicdanımızla çok iyi düşünmek zorundayız. Hangi sınıfa mensubuz, kimin mimarıyız ve daha iyi bir mimarlık için verdiğimiz emekle neyi tasarlıyoruz?