Olağan dışı durumların ve dönemlerin, değişimleri zorlayıcı etkileri olduğunu, çalışma hayatlarımızın da hayatın geri kalanındaki değişimlerden muaf olmadığını biliyoruz. Bire bir aynı koşullar olmasa da tarih bunun örnekleriyle dolu. Hal böyle olunca, entelektüel birikimi ve güncel tartışmaları takip etme kabiliyeti nispeten yüksek olan home hapis beyaz yakalı camiasında, bu salgın sonrasında hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına dair kanı da oldukça yüksek. Bu kanıya, iş yerlerimiz yerine evlerde oluşumuzun sebebini, bizi salgından korumaya çalışan merhametli patronlarımızın lütfu olarak açıklama saflığı eşlik ettiği zaman değişim beklentisi bazı tatlı rüyalarla süslenmeye başlıyor. Evet, bu noktada patronların evden çalışmayla iş yerinden çalışma arasında bir tercih yaptığı doğrudur. Yalnızca bu tercihin sebeplerini tespit ederken pek de basit düşünmemek gerek.
Tatlı rüyalarla korkulu kâbusları kıyaslamadan önce; bütün dünyada serbest piyasanın içine girdiği, arz-talep-fiyat mantığındaki çöküş ile arz ve talep üretimindeki krizin, karar matrislerinde merhametten çok daha öncelikli katsayılarla çarpıldığını hatırlatmam gerekiyor. Baştan söylemeliyim ki, koronavirüs salgını sonrasında hayatlarımızda sıra dışı muhteşem değişiklikler olacağını düşünenlerden değilim. Belki de o zamana dair tahminler yapmak için erken… Henüz bilmiyoruz. Şimdilik post-corona dünyasının nasıl bir yer olacağını hep birlikte hayal etmeyi dizinin beşinci yazısına bırakıp, bu yazıda evden çalışma hayallerimize odaklanacağız.
Tatlı rüyalar, umutlar: Artık evde daha çok vakit geçirebileceğiz
Evde geçirdiğimiz birkaç haftadan sonra şöyle bir beklenti, kimliği belirsiz bir iç ses tarafından hevesli hevesli kulağımıza fısıldanıyor:
“…Normal şartlar altında, bırakalım evde kalmayı, işten çıkıp eve gelebilmek için fazladan çaba harcaması gereken çalışanlar, bir anda evden çalışmaya başladı. Sabah çok erken kalkmak yok, metrobüs yok, trafik yok. Janti kıyaftetler giyme zorunluluğu yok (en azından altımıza 🙂 ). E çok güzel! Fakat iş yerindeki bazı konfor olanaklarından da uzağız tabi… Ergonomik sandalyemiz, masa telefonumuz, temizlik hizmeti yok. Yemeği hazırlamak, kahvemizi kendimiz yapmak zorundayız. İşverene günlük maliyetimiz düştü. Servis, yol, yemek harcaması yapmıyorlar, elektrik, su, doğalgaz faturaları düşüyor. E bir yandan işler de tıkır tıkır yürüyor… Gördünüz mü, ‘win-win!’ Bu süreçte şirketler evden çalışma uygulamasının aslında kötü bir şey olmadığını anladılar. Hayat rutine döndüğünde evden çalışma uygulamalarına geçiş kolaylaşacak…”
Bu beklentinin gerçekleşmekten çok çok uzak olduğunu kim söyleyebilir ki? Aynı belirsizlik tersi için de geçerli. Salgından bir süre sonra, evden çalışmayı çok kısa bir sürede unutabiliriz. Şimdilik o kimliği belirsiz iç sese kulak verip gerçekleşeceğini düşünelim. Her türlü altyapı artık bunu yapılabilir kılacak kadar gelişmiş durumda. Elbette ki bazı iş kolları için çok daha kolay. Eğer ofise gittiğinizde masanızdan kalkmanıza hiç gerek kalmıyorsa sorumluluklarınızı yerine getirmek için evden çıkmanıza da gerek yok. Altyapının gelişmişliğinden bahsederken bunun çok daha ötesinden bahsediyorum. Artık ‘normalde’ çalışırken yerinizden kalkmanız gerekiyorsa bile bunu evden çözebilirsiniz. Herhangi bir imalathane ya da fabrikada çalışıyorsanız, tesisteki tüm makinalara uzaktan erişebilir, arıza tespiti ya da bakım için yapılması gerekenleri teknisyen arkadaşlarınıza tarif edebilirsiniz. Hatta belki de evden çalışma hülyasından bahsettiğimiz bu koşullarda, işin kol gücüyle yapılan kısmında çalışanlar zaten çoktan yerlerini akıllı robotlara bırakmaya başladı bile… İş yerinizde kullanılan herhangi bir dijital sisteme evden de bağlanabilir, ‘tam fonksiyonel’ biçimde iş görebilirsiniz. Tabi ki ortaya çıkan ürüne dokunamayabilir, bir kamera olmaksızın göremeyebilirsiniz fakat bunca imkânın içinde bu ihtiyacı da karşılayıp kalite metriklerinizi tutturmanıza yardımcı olacak araçlar bulunması an meselesi. Nesnelerin İnterneti (IoT), Büyük Veri, Endüstri 4.0 gibi güncel çalışma alanları tam olarak bu ihtiyacımızı görmek üzere ilerlemiyor mu?
Firar için tünel kazıyoruz
Bu dizinin bir önceki yazısında ‘zaman/mekân bükücüler’ ve çalışma hayatımızla birlikte tüm yaşantımızın büzülüşünden bahsetmiştim. Zaman/mekan bükücüler fizik kurallarını esnetedursun, biz home hapis yaşantımıza devam ediyoruz. Onlar istediği için evdeyiz, istedikleri zaman da işe gitmeye başlayacağız, el mecbur, gerçeklerden kaçmayalım… Home hapsimizde haftalar geride kalırken, düşündüğümüz şey ise gelecekte bu hapisten kaçacak bir tünel kazmak!
Yüz maskelerimizi önümüze koyup düşünelim. Kısa yoldan para kazanmak, hatta çoğunlukla ‘yasal sınırlar içerisinde’ yapabileceğimiz tüm cinliklerin peşinde ‘daha iyi’ bir hayat sürmek için koşturuyor birçoğumuz. Sen değil tabi ki, bir arkadaşın, evet 🙂 . Yaşadığımız dünyanın ‘minimum efor-maksimum getiri’ felsefesinin kazandığı bir dünya olduğunu çok iyi kavramış o arkadaşımız. Aslında bunun için hiç de minik bir çaba sarf etmemişti. Onlarca yıl okullar okumuş, ter ve gözyaşı dolu bir gençliği bu yolda geçirip vardığı nokta, en az maliyetle en çok kârı elde edenin kazandığını kavradığı bilinci olmuştu. Bu bilinçte kimi hangi hapse kapatırsak kapatalım, düşüneceği şey en az çabayla, en azından kendisinin geçebileceği çapta bir tünel kazıp kaçmak olurdu. İşte şimdi o arkadaşın, arkadaşımız, içinde bulunduğu ‘home hapis’ hücresinden bir tünel kazarak kaçmaya çalışıyor, en azından bunun hayalini kuruyor. Öğrendiği önemli meziyetlerden bir tanesi de ‘krizi fırsata çevirmenin’ kazançlı bir yol olduğu. İşte bu yüzden, eve kapandığı bu kriz anından, ilerisi için faydalı olacağını düşündüğü bir kazanım yaratmaya çalışıyor. Öte yandan biraz dürüst olmak gerekirse, bu hapishanenin bahçesinin aşırı geniş olduğunu unutacak kadar da hesapsız kendisi. Evden çalışmakla ilgili kulağımıza hevesli fısıltıları gelen de bu arkadaşımız…
Home hapsimin bir kısmını The Good Place adında eğlenceli bir diziyi izleyerek geçirdim. Dizi, öldükten sonra cehennemde olmalarına rağmen cennette olduklarını sanan, farkında olmadıkları bir biçimde işkence gören insanların başından geçen olaylar ile başlıyor. Eğer bu profesyonel tünel kazıcılar, yani biz, home hapisten kazacağımız kurnazca tünelle bir nebze de olsa özgürlüğümüze kavuşacağımızı düşünüyorsak, ‘kötü yerde olmasına rağmen iyi yerde olduğunu sanan’ dizi karakterleriyle aynı kaderi paylaşmamız oldukça olası.
Trafiğe girmek zorunda kalmayacağız, doğrudur. Onun yerine çıldırtıcı bir telefon, video konferans ve e-posta trafiğine gireceğiz. Sabah çok erken kalkmayacağız, bu da doğrudur. Akşam mesainin bittiği saatten sonra da bilgisayarımızı kapatamayacağımız için daha çok uykuya ihtiyacımız olacak. İşimizi yapmak için sadece bir kullanıcı adına ve şifresine sahip olmamız yeterli olacak, ne güzel(!). Şirketimiz bize bir masa veya bir kalem bile vermeyecek. Karbon ayak izlerimiz küçülecek, muhteşem! Bunun yerine evde çalışırken tüketeceğimiz enerji, su ve beslenme masraflarımızı da kendimiz ödeyeceğiz. Belki de sevmediğimiz o yöneticiyi birkaç video konferans dışında görmekten kurtulacağız, muazzam! Bunun karşılığında şimdiye kadar denetim ve hâkimiyetin tamamen bize ait olduğu evlerimizde bir erk daha boy göstermeye başlayacak… Büyük biraderiniz patrona veya onun temsilcilerine merhaba deyin, artık ev rutinlerinizde eskisinden daha fazla söz sahibi birisi daha var, hem de sizin rızanızla geldiler…
Tünel değil anahtar lazım
İmkânların bu kadar geniş olduğu bir dünyada yaşarken, tüm o imkânların ev hapsimizin gardiyanı olarak iş gördüğünü kabul etmek kulağa çok çaresizce geliyor. Sevgili gardiyanımız teknoloji, aslında anahtarlarını hapishane müdürü için değil de bizim için kilitlere sokup çevirebilse artık evimizde hapis olmaktan kurtulmuş olacağız. Müdür bundan pek hoşnut olmayacaktır, önce onu etkisiz hale getirmek zorunda kalacağız mecburen…
Başarabilirsek ‘home hapis’ artık hapis olmaktan çıkar. Milyarlarca zettabayt veriyi, dünyamızın en ince kılcallarına kadar yayılmış internet ağını, yapay zekâları, artırılmış gerçeklik uygulamalarını kendi hapsimizi sağlamlaştırmak yerine özgürleşmek için kullanmamız mümkün. Emeğimiz özgürleştikçe, biz özgürleşeceğiz. Biz özgürleştikçe bilgimiz özgürleşecek. Mahkûmlarına birer maske dağıtmakta bile zorlanan hapishane müdürüne ihtiyacımız yok. Üç boyutlu yazıcılarımız, açık kaynak tasarımlarımız, özgürce ürettiğimiz ve ihtiyacı olanla paylaştığımız siperlikler, biyomedikal malzemeler başka bir üretim biçiminin mümkün olduğunu işaret ediyor olabilir.
O üretim biçiminde evdeyken çalışmamıza, hatta bu kadar çok çalışmamıza gerek olmayacak. Dinlenmeye başlamadan önce dünya üzerinde hiçbir çocuğun aç uyumadığından, hiçbir canlının temiz sudan mahrum olmadığından emin olana kadar gardiyanımızı biraz yoracağız. Önce gardiyanı yanımıza alıp hapishane müdüründen kurtulmamız gerekiyor…
K. Efe Ersöz / İmalat Mühendisi
Politeknik YK Sekreter Üyesi