Barış için bir imza ve özgürleştirilmek – Z.Tül Akbal Süalp (Sendika.Org)

Uzunca bir süredir, ama özellikle de geçen yılın Temmuz’undan beri kıskıvrak bağlayan bir çığ gibi katlanarak büyüyen ve insanın yüreğine oturup kalkmayan bir karanlık, insanın ellerini kollarını görüşünü aklını bağlıyor. Elimde bitti bitecek bir kitap öylece kalakaldı, acılardan soluklanıp haydi son bir gayret bunu bitirelim artık dediğim her seferinde bir olay daha patlak verdi. Köhne ve inatçı bir psikolog eskisi olarak itibar etmediğim o “duygularla baş edememe hali” gelip hayatın ortasına oturuverdi. Bu kadar olandan bitenden kaynaklanan acıyı bal eyleyememek, deneyimi bilgiye dönüştürememek, bunları kendine akıl, yol edinmiş benim gibileri için tarifi zor bir güçlük. Bir de hep öfke ile acı ile ne yazmalı ne de konuşmalı; beklemeli ki, arada biraz daha sakin bir mesafe oluşsun diye düşünürüm. Ama görünürde bir sükûnet ya da soluklanıp süzgeçten geçirecek bir an olmayacak belli ki. O yüzden, demiri tavında dövmekte fayda var.

1 Eylül’de, sabaha karşı KHK’la işten çıkarılan 44 barış akademisyeninin içinde olan Kocaeli Üniversitesinden 19 arkadaşın çok önemli örgütlü direnişi ile onlara destek olan bölüm ve fakülte arkadaşları, öğrencileri ve bu ayrılışı bir şölene çevirişleri ve bunun ancak geçici bir ayrılık olduğunu söyleyişleri, önce kocaman bir umudu getirdi. Ve sonra galiba içime atıp da kendime dahi söylemediklerimi açığa çıkardı: Evsizliği, yurtsuzluğu.

Benim gibi vakıf üniversitelerinden işten çıkarılanlar için geriye dönülecek “bizim okulumuz” diye bir yer yok.

Ama bu uzun süredir var olan evsiz yurtsuzluk, biliyorum ki bana seneler öncesinden sınıf bilincini de katan somut koşullardır. Yani sömürülmekte olduğum, emeğimle artık değer oluşturduğum ve en korunaklı ve iddialar üzerine sırça köşk olan bu konumun aslında nasıl da güvencesiz olduğu bilgisini, aslen bu yerleşik olmama hali berraklaştırdı. En zor örgütlenen, güvencesizliğin en yoğun olduğu, mesela bir tekstil işçisinden daha kırılgan olan emeğimle tanışmış oldum. Tekstilde hep gelip geçiciliğin işin özel bir bilgi gerektirmemesi, kolay öğrenilmesi gibi saiklerle işverenlerin devri daim için ellerini kolaylaştırdığı söylenebilir. Ne tuhaftır ki, eğitimin en fazla ve sürekli olduğu konumda da bu güvencesizlik, sömürü ve hatta tahakküm bütün gümbürtüsüyle mevcut.

Bu sınıfsal analizi bizlere “maaş alıyorlar”, “ekmek yediği kap”, “emek-yemek”, “ekmeğini yemek” gibi karşı sınıfın ideolojik argümanlarıyla dayatanlar için açıklayıcı bir cevap olsun diye yazmadım. Elbette onlar da dinlesin, okusun, hatta bu kelamları ederken belki bir daha düşünmek akıllarının bir köşesine düşüverir. Şöyle ki, kimse kimsenin ekmeğini yemiyor. Daha doğrusu, üretenin, çalışanın emeğini ekmeğini, çalışmayan, üretmeyen, işveren olan o küçük sınıf yiyor. Yani biz 30 çalışıp 1’i ile kendimizi yaşatırken, 29’u ile onları besliyoruz bu böyle biline. Maaş mevzusuna gelince, yine öncelikle maaşlıların her yerde ama en çok da burada, en düzenli, en güvenilir ve en sürekli vergi verenler olduğunu unutmayalım, yani sayemizde “sayeban” olunuyor, bunu da bir kenara yazalım. Yaptığımız kamu görevi ve maaşlarımız da bu kamunun maliyesidir. Herkes bir yerli yerine otursun. Ve eğer her şeyin bir fiyatı olduğu aklı ile konuşanlar için – ki bizim lügatimiz değildir – ancak ısrar ettikleri nokta buysa, bir akademisyenin yetişme sürecine konan emeğin, maddi -manevi katkıların bedelini hesaplayıp da maaşa dönüştürecek bir matematiğe henüz hiç bir yerde ve hiç bir zaman ulaşamadıklarını da ekleyelim.

Ancak, elbette meselemiz bu değil. Biz aslında basit bir imza attık. Ama net bir söz söyledik. Susulanı, görünmeyeni sesli söyledik ve görünür bildik. Aslında insan olmanın, vicdanın, artık tutulması mümkün olmayan çığlığıydı. Ama seslendirince ve ses yankısını bulunca, söz politikleşti. Politik bir an yarattı. Sürdürülebilirliği ise, örgütlü hareket ederek ve ancak toplumsal analizi sürekli canlı tutarak mümkün olabilecektir. Arkadaşlarımız son süreçte bize örgütlülüğün ve sesin seslerle çoğalmasının etkisini gösterdi ama, evet, aynı zamanda barışın toplumsal barışla olan dinamik bağını, ilişkiselliğini de açığa çıkaran bir anı daha deneyimlememize neden oldular.

Evet, insani boyutundan baktığımızda, o odaların tek başına toplanmamış olmasının anlamı çok büyük. Bizim gibi odalarını sessizce ve sitemsizce toplamış olanlar, bu koyu yalnızlığı bir kez daha hatırladı. Keşke bizlerin de yanlarında bölümden, fakülteden meslektaşlarımız olsaydı, öğrencilerimiz olsaydı. Korku ve dehşet zamanlarında sitem edilmez, etmedik. Yüz yüze bakamayacağımız hale getirilmediyse, yüz yüze bakmaya devam ettik. Sessizliğe eyvallah dedik, evet ama mesele bu değil. Mesele, çok büyük iş yapıyormuş gibi verdikleri maaşlarımızın kesilmesi de değil. Yurtdışına çıkışların yasaklanmasını, pasaportlara el konulmasını da gördük. Özlük haklarımızın elimizden alınışını da. Bunların hepsi geçer.

Sesini çıkardığımız, kendimize söz bildiğimiz, söz verdiğimiz tanıklığımızın yanında bunların zerre kadar önemi yoktur. Hiç biri, gencecik ölü bedenlerin işkence görüyor olmasından daha vahim, daha korkunç olamaz. Ya da bir annenin yavrusunun ölü bedenini buzdolabında bekletmesinden, bir diğerinin günlerce evlatlarının gözü önünde, kendi sokaklarının orta yerinde kalmış bedeninden, buna tanıklık ediyor olmaktan daha vahim olamaz. Biz tanığız ve bu suça ortak olmayacağız, dedik. Barış olmadan yaptığımız hiç bir işin bir değeri olmayacaktır. Biz çocuklarımızın, öğrencilerimizin yüzüne, gözlerinin içine utanmadan bakabilmeyi umduk.

Bilgi üretimi için ne maaşlara ne de binalara ihtiyacımız var. Aksine, bilginin toplumsal paylaşımı için zaten ufkumuzu genişletmeye ihtiyacımız var. Ve deneyimin, toplumun, doğanın, yaşamın bilgisini üretmek için özgürleşmeye ihtiyacımız var. İyi haber üretim araçlarına sahibiz. Zor yoluyla da olsa, özgürleşmiş de olduk, en azından bir kısmımız. Küçük bir not: Bu tür özgürleştirmelerde karşı tarafa teşekkür de etmiyoruz.

Bu, süregiden bir başka tartışmaya da cevap olsun: Toplumsal barışın, sınıf meselesiyle de karşılıklı ve ilişkisel bir bağı var. Yani barış, hep beraber ve hepimiz için, bütün toplumsal konumlanışlarımızın geniş ufku için bir ön koşul. Güzel günleri birlikte kuracağız ve göreceğiz.