Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın yıllık ortak toplantısı 28 Eylül-8 Ekim 2009 tarihler arasında İstanbul’da yapılacak. Resmi toplantıların tarihi ise 6-7 Ekim 2009. Toplantının ana gündemini kapitalizmin krizi oluşturacak. Elbette tüm dünyada krizin yükünü emekçilere daha da fazla çıkaracak politikaların kararları bu toplantıda alınacak.
Hükümet toplantıya katılan 13.000 kişiyi dokunulmazlıkla koruyarak ayrıcalıklı olmasını sağlıyor. Hazine Müsteşarı İbrahim Çanakçı, bu tür bir zirveyi düzenlemede deneyimli olduklarını belirtirken, örnek olarak 1996 Habitat ve 2004 NATO zirvelerini örnek gösterdi. Her iki zirve sırasında İstanbul’da neredeyse olağanüstü hal uygulamalarına gidilmiş olması ve gösterilere karşı uygulanan devlet terörü nasıl bir deneyim sorusunu akla getiriyor.
IMF–DB toplantıları üç yılın ikisinde Washington’da yapılırken, üç yılda bir ABD dışında yapılıyor ve bu finans kuruluşlarının zirvesi olarak sunuluyor.
Prag, Dubai, Singapur Zirveleri
IMF–Dünya Bankası’nın bu toplantılarını dünya halklarının ve emekçilerin gündemine taşıyan olay, 2000 yılı Eylül ayında Prag’da gerçekleşen zirve olmuştu. Bu toplantı, çeşitli Çek grupları ve çoğu Avrupa’dan olmak üzere çeşitli yerlerden gelen emek ve çevre örgütleri, sosyal hareketler, anarşist ve sosyalist gruplar tarafından engellenmeye çalışılmış, zirve programı tamamlanmadan erken bitirilmişti. Finans kuruluşlarının, Dünya Ekonomik Forumu, Dünya Ticaret Örgütü gibi organizasyonların, NATO ve Avrupa Birliği zirvelerinin protesto edilmesi, engellenmeye çalışılması biçiminde kendini gösteren küreselleşme karşıtı hareketin tarihinde Prag 2000 toplantısı önemli aşamalardan biri olmuştu.
Prag toplantısının ardından ABD dışında yapılan ilk toplantı 2003’te Dubai’de ve ikincisi 2006’da Singapur’da gerçekleşti. Toplantı yeri için Dubai’nin seçilmesi üzerine protestolardan uzak olabilecek bir yer yorumu yapılmıştı. Dubai toplantısı, aslında karşıtların ve protestoların giderek bu tür zirvelerin organik parçaları haline geldikleri tezine ilginç malzemeler verdi. Birleşik Arap Emirlikleri yetkilileri, çok sıcak olan Dubai’ye gelme olasılığı olan protestocular için geniş klimalı çadırlar ve büyük bir meydana bir sürü şemsiye kurdular. Ancak gelebilen 90 kişi de toplantıya katılarak görüşlerini iletmeyi tercih ettikleri için meydan boş kaldı.(Al Ahram Weekly, Sayı 657).
Singapur toplantısı da, küreselleşme karşıtı hareket açısından Dubai’ye benzer özellikler taşıdı. En önemli benzerlik muhalefetin sokaktan “içeriye” girmesiydi. Singapur yetkililer, sokak gösterini ve yürüyüşlerini yasaklayan yasayı gerekçe göstererek,“dışarıda“ protesto yapılmasına izin vermediler. Protestocular için toplantı binasının zemin katında, bir kafenin kenarında 14 metreye 8 metrelik bir alan ayrılmıştı. Sinagapur Hükümeti, bazı aktivistleri ülkeye sokmadı. Hatta bunların arasında Dünya Bankası’nca kabul edilen bazı sivil toplum örgütü temsilcileri bile vardı. Bunların bir kısmı Dünya Bankası’nın girişimiyle girebildi. Singapur Demokratik Partisi ise bir parkta gösteri düzenleyebildi. Bazı aktivistler de “sessiz” protesto eylemleri gerçekleştirdiler. (Financial Times – Asia-Pacific, Channel News Asia)
Bu üç deneyim, yerel dinamiklerin olmadığı koşullarda, taşıma suyla, ya da bir tür küreselleşme karşıtı turizmle anti emperyalist bir muhalefet çizgisinin ayakta tutulamayacağını gösterdi. Aslında 1994’de Zapatistaların çağrısıyla Chiapas’ta yapılan uluslararası toplantıda bir anlamda temelleri atılan küreselleşme karşıtı hareketin ve alternatif küreselleşmeciliğin bugün ulaştığı noktayı elbette ayrıca değerlendirmeye ihtiyaç var. Ancak bu yılki toplantının krizin gölgesinde, hem de krizden fazlaca etkilenmiş ve IMF kıskacına girmek üzere bir ülke olan Türkye’de yapılıyor olmasını öncelikle göz önüne alalım.
Türkiye’de IMF anlaşmasına hazırlık
Bilindiği gibi, Dünya Bankası özel şirketlerin yapacağı projelere de kredi verirken, ikiz kardeş IMF, emperyalist kapitalist sistemin çevre ülkelerini fon adı altında borçlandırmaktadır. Bir kere borç batağına giren ülkeler faizleri ödeyebilmek için yeni borç peşinde koşmakta, bu borçları alabilmek için akıl almaz anlaşmalara imza atmaktadırlar. Türkiye’nin IMF ile imzaladığı “stand by” anlaşmaları buna örnektir. Hatırlanırsa daha anlaşma yapılmadan IMF ve DB, isteklerini sıralardı ve TC hükümetleri de büyük bir hızla gerçekleştirirdi. Sosyal güvenlik “reformu”, tarımda destekleri kaldıran, ithalatı kolaylaştıran tarım “reformu”, iş yaşamının esnekleştirilmesi ve özelleştirmeler, uluslararası tahkim yasası, temel hizmetlerin piyasalaştırılması böyle gerçekleşti. Burada hükümettin kimlerden oluştuğu pek önemli olmadı. IMF işçilerin ve kamu çalışanlarının yüzde kaçbuçuk zam alacağına kadar söz sahibi oldu. Şu anda da IMF ile yeni bir anlaşma gündemdeyken anlaşmanın tedbirler paketinde yer alan zamlar birer birer uygulamaya konuyor. Sigaradaki maktu vergiye, akaryakıt ve turistik tesislerde ÖTV’ye yapılan zamlar, fındık üreticilerine yıkım getiren “reform” IMF anlaşmasına hazırlık amacı güdüyor.
Egemenler görev Başında, ya muhalefet
Ne yazık ki, şu ana kadar Dubai ve Singapur’daki “diyalog” çizgisini aşarak, bu emperyalist kuruluşlar, dünya halklarına karşı kararlar alırken, onların rahatlarını bozacak anti emperyalist, anti kapitalist içerikli bir kıpırdanma henüz görülmüyor. Toplantıya iki ay bir zaman kalmışken sosyalist solun somut bir çabası yok. IMF-DB toplantısı, toplumsal muhalefette zaman zaman motor görevi görebilen ilerici emek örgütlerinin gündemine henüz girmiş değil. Otorite karşıtı grupların direnişi koordine etmek üzere bir girişimi ve çağrısı var. Anarşist damarın görece var olduğu ülkelerde liberter – anarşizan grupların inisiyatifi ile emperyalist zirvelere karşı görece başarılı direnişler organize edilebildi. Ancak Türkiye’de bu, pek de olası görünmüyor.
Bu yüzden TMMOB, DİSK, KESK ve TTB’nin en kısa sürede kitle hareketini ortaya çıkarmak için inisiyatif alması gerekiyor. Oldukça gecikilmiş olmasına ve en son Dünya Su Forumuna karşı uzun soluklu hazırlığın ardından eylemlilik boyutunun zayıf kaldığı bir deneyim yaşamamıza rağmen, istek ve irade olduktan sonra bu kısa sürede de emperyalistlere ve işbirlikçilerine ülkenin bir dikensiz gül bahçesi olmadığını göstermek mümkündür. Çünkü toplumsal muhalefet damarı bu topraklarda mevcuttur.
EK: IMF ve Dünya Bankası hakkında kısa bilgi
Kardeş Kuruluşlar
İsimleri hep yan yana anılarak, böylesi protestolara neden olan IMF ve DB kardeşlerin amaçlarına bir bakmak istenirse, İkinci Paylaşım Savaşına kadar uzanmak gerekir. 1944 yılına kadar ABD’nin Bretton Woods kasabası ismi duyulmamış bir yerleşimdi. Kızıl Ordu’nun Nazi ordularını bozguna uğratarak Sovyet topraklarından çıkarmasıyla savaşın kaderi artık belli olmuştu. ABD ve İngiltere’nin çağrısı üzerine Bretton Woods kasabasında dünyanın o zamandan sonraki ekonomik ilişkilerini düzenleyecek kararların alınacağı bir konferans gerçekleştirildi. Burada bizzat kendi söylediklerine bakmakta yarar olabilir. Dr. A. Mahfi Eğilmez’den aktaralım:
“İngiltere ve ABD birbirleriyle ortak yönleri olan iki ayrı planla toplantıya geldiler. Keynes başkanlığındaki İngiltere heyeti, uluslararası üç yeni örgüt kurulmasını önermişti:
‘i) IMF, üye ülkelerin ulusal paralarının birbiriyle ilişkilerinin düzenlenmesine yol gösterecek, söz konusu ilişkilerin bozulmasına ve dünya ticaretinde daralmalara ve dolayısıyla genel refahta bir azalmayla sonuçlanacak kısıtlamalara yol açabilecek ödemeler dengesi bunalımlarını gidermek için üye ülkelere imkanlar sağlayacak,
ii) Dünya Bankası bir yandan Avrupa’nın II’nci Dünya Savaşı’nda karşılaştığı ekonomik yıkıntıyı giderirken öte yandan da gelişme yolundaki ülkelere yatırım kredileri açarak bu ülkelerin dünya ticaretine daha fazla katkıda bulunabilmeleri için gerekli kalkınmışlık düzeyine ulaşmalarına yardımcı olacak,
iii) Uluslararası Ticaret Örgütü ITO, uluslararası ticarette uyulması gereken kuralları, uluslararası görüşmeler sonucu belirlemek suretiyle üye ülkelerin bu kurallar çerçevesinde karşılıklı ticaretlerinin gelişmesine katkıda bulunacaktı.’” (A.Mahfi Eğilmez, IMF Dünya Bankası ve Türkiye, 1996)
Üçüncü örgütün kuruluşuna karşı çıkan H.D. White başkanlığındaki ABD heyetinin görüşleri kabul edildi ve Bretton Woods konferansı kararları “White Planı” adıyla uygulanmaya başlandı. 1946 yılında hem IMF, hem de Dünya Bankası fiili olarak çalışmalarına ABD’nin başkentinde başladı. Uluslararası ticaret kurallarıyla ilgili olarak bir örgüt kurulmadı, ama 1948 yılında GATT (Gümrük tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması) görüşmeleri başlatıldı ve anlaşmaların belirli bir düzeye getirildiği 1995 yılında Dünya Ticaret Örgütü (WTO) kuruldu. Kasım 1999’da Seattle’daki protestolara kadar emekçilerin çok iyi tanımadığı üçüncü kardeş WTO’nun temelinin aslında, IMF ve DB ile beraber atıldığı anlaşılıyor. White Planı’nın da aslında ABD’de 1941’de üst düzey bürokratlar ve en büyük patronlar tarafından kurulan gizli “Dış İlişkiler Konseyi” tarafından hazırlandığı sonradan ortaya çıktı.
Kutsal amaçlar
IMF ve DB, önceden belirlendiği gibi savaş sonrası dünyanın ekonomik ilişkilerini belirlemeye başladılar. Bunun emekçiler açısından ne anlama geldiğini anlayabilmek için iki örgütün kuruluş sözleşmelerindeki temel amaçlara bir göz atmakta yarar var. İşte IMF’nin amaçlarından biri:
“Ekonomik politikanın temel amaçları olarak bütün üye ülkelerde üretken kaynakların geliştirilmesi ve yüksek istihdam ve reel gelir düzeylerinin korunması ve geliştirilmesinde katkıda bulunmak üzere uluslararası ticaretin dengeli bir şekilde büyümesi ve yaygınlaşmasına imkan sağlamak.” (age)
Dünya Bankası Anasözleşmesi de çok farklı değil:
“Üye ülkelerin, savaşın oluşturduğu yıkıntıların düzeltilmesi de dahil olmak üzere, kalkınma ve yeniden yapılanma çabalarına, verimli sermaye yatırımları kanalıyla yardımcı olmak, gelişme yolundaki ülkelerin kaynaklarının ve verimli imkanlarının geliştirilmesini özendirmek.” (age)
Dünya Bankasının 1992 yıllık raporuna göre ise “Günümüzde DB’nin temel amacını; gelişmiş ülkelerden gelişme yolundaki ülkelere mali imkanları kanalize ederek gelişme yolundaki ülkelerin yaşam standartlarının arttırılmasına yardımcı olmak şeklinde özetlemek mümkündür”(age)
Amaçlar ve uygulamalar
Yazılı amaçlara bakılırsa ilk bakışta bir sorun yok. Gayet güzel amaçlar. Biri, istihdamı arttırmayı, yani emekçileri tehdit eden işsizliği azaltmayı ve ücretleri yükseltmeyi kendine hedef koymuş, diğeri ise bizim gibi ülkelere mali kaynak aktararak yaşam standartlarımızı yükseltecek, yani yoksulluğu azaltacakmış. Öyleyse, bu uluslararası protestolar ve tek tek ülkelerde gerçekleştirilen direnişlerin nedeni nedir? Bunu anlamak için, süslü sözlerin arkasını görebilmek için çok zorlanmak gerekmiyor. Dünya Bankası ve IMF’nin yaptıklarına bakmak, kıskacına aldığı ülkelerden isteklerini görmek yeterli.
Dünya Bankası yatırımlar için verdikleri kredilerle borçlandırdıkları ülkelere çeşitli dönüşüm projeleri dayatıyor. Şu anda Türkiye’nin de uygulamakta olduğu sosyal güvenliğin yok edilişi, eğitimin, sağlığın, suyun, enerjinin piyasalaştırılması, tarımın çok uluslu tekeller lehine serbest piyasaya açılması gibi yıkım politikalarının arka planında hep “reform” adıyla dayatılan Dünya Bankası projeleri var. IMF’nin de benzer saldırıları ödeme güçlüğüne giren ülkelere yapısal uyum adıyla dayattığı daha iyi biliniyor. Yakın zamanda emekçilerin kazanımlarını birer birer elinden alan, sermaye yanlısı düzenlemeler de, özelleştirmeler de IMF’nin reçetelerinde yazıldı. Dünya Bankası ve IMF’nin Hükümetlere ve meclislere kabul ettirdikleri uygulamalar, emekçilere işsizlik, yoksulluk, sigortasız çalışma, eğitim ve sağlık başta olmak üzere temel haklardan yoksunluk, örgütsüzlük ve sopa olarak geri döndü.
IMF Türkiye’de emekçiler tarafından çok daha somut örneklerle tanındığı için biraz daha Dünya Bankası üzerinde durmak yararlı olabilir.
Dünya Bankası grubu
Dünya Bankası aslında bir grup örgütten oluşuyor. Bunlar, Dünya Bankası olarak bilinen Uluslararası Yeniden yapılandırma ve Kalkınma Bankası (IBRD), Uluslararası Kalkınma Birliği (IDA), Uluslararası Finans Kurumu (IFC), Uluslararası Yatırım Garanti Ajansı (MIGA), Uluslararası Yatırım Anlaşmazlıkları Çözüm Merkezidir (ICSID). Özellikle MIGA’yı incelemek, bu emperyalist organizasyonun emperyalist şirketlerin nasıl bir sömürü aracı olduğunu ortaya koyacaktır.
Dünya Bankası’nın tetikçisi
MIGA, İngilizce Multilateral Investment Guarantee Agency sözcüklerinden kısaltılmış. Resmi Gazetede, Türkçeye Çok taraflı Yatırım Garanti Kuruluşu olarak çevrilmiş. İsminde yatırım, garanti, taraf gibi sözcükler geçince ilk bakışta ne olduğu kavranmayabilir. Ama, MIGA’nın 1988 Haziranında resmi gazetede yayınlanan sözleşmesi okunduğunda emperyalist tekellerin iyice açığa çıkan oyunları anlaşılmaktadır.
1985’te kurulan MIGA, bir çeşit “sigorta” kuruluşu olarak tanımlanıyor. Ama elbette emekçilerin yaşlılık ya da sağlık sigortası ile ilgisi yok. MIGA sermayenin yatırımlarını sigortalıyor. Neye karşı? Yatırımlara zarar verebilecek pek çok şeye karşı. Örneğin, kamulaştırma ve benzeri tedbirlere karşı. Hükümetin veya yerel yönetimlerin alabileceği bazı tedbirler sonucunda oluşacak riskler garanti altına alınıyor. Burada “tarafsız” tedbirler hariç tutuluyor ama bu tedbirlerin tarafsız olup olmadığına kim karar verecek? Diyelim ki bir yöre halkı çevre sağlığı veya başka nedenlerden dolayı bölgelerinde bir yabancı fabrikanın kurulmasına karşı çıkıyor. Hükümet veya mahkemeler bu fabrikanın kapatılmasına karar verecek. Bu tedbir tarafsız mı değil mi? Bu yüzden yatırımı garanti eden MIGA’nın karar ve yönetim biçimine bakmakta yarar var.
MIGA, aynı IMF gibi “paran kadar konuş” ilkesinin geçerli olduğu bir kuruluş. 144 üye ülke iki gruba ayrılmış. “Gelişmiş” 21 ülke birinci grubu oluşturuyor. Emperyalistlerin bu kategoride olduğunu anlamak zor değil. Bunların taahhüt ettikleri sermaye tutarı toplamı, %59.47, kabaca yüzde altmış. İkinci gruptaki 123 ülke ise yüzde kırk sermaye taahhüt etmişler. Kararlarda oy çoğunluğu geçerli ve her ülke bu sermaye ile orantılı oy hakkına sahip. TC’nin oy hakkı %0.46 yani binde yarım bile değil. Anlaşılacağı gibi yatırımları yapan şirketlerin bağlı bulunduğu ülkeler aynı zamanda %60 karar çoğunluğuna da sahip. Kısaca, emperyalistler hem hakim hem de savcı oluyorlar.
MIGA, Küreselleşme denen sürecin önemli yanlarından bazılarını açığa çıkarıyor. Emperyalist sistemin merkez ülkelerinde karlılığı düşen eski teknolojili ve kirli sanayiler bizim gibi çevre ülkelere kaydırılıyor. Çünkü buralarda iş gücü ucuz ve çevre standartları düşük. İşte bu yatırımların karlılıklarının garanti edilmesi lazım. Yani işgücünün ucuzluğu devam etmeli ve çevre korumacı tedbirler olmamalı. Yoksa yatırımlar pahalıya çıkar ve karlar düşebilir.
MIGA, sözleşmesinde “ticari olmayan riskler”in garanti edildiği söyleniyor. Bunların başında da döviz transferi riskleri geliyor. Bu maddeden anlaşılan tekeller, geri ülkelere yapılan yatırımlardan oluşan karlarını serbestçe dışarı çıkarmak istiyorlar. Karşılanan ikinci riskten yukarıda söz edilmişti. Kamulaştırma ve benzeri tedbirler. Benzeri tedbirler sözü çok muğlak. Her türlü Hükümet, belediye veya yargı tedbiri sokulabilir. Üçüncü risk ise “Sözleşmenin İhlali”. Eğer bir ülke MIGA kapsamında bir şirketle yaptığı sözleşmeye uymazsa MIGA bu şirketin zararını tazmin ediyor. Bu maddede tahkime başvurma olanağının olmaması gibi bir şart var. Tahkim TC’nin anayasasına bile girdiği için bu tür sorunlar tahkim mekanizmasıyla çözülecek ama şirket, tahkimi sözleşmeye koyduramadıysa da imdadına MIGA yetişiyor. Emekçiler açısından en kritik risk, “Savaş ve İç Kargaşa Hali” maddesi. Yabancı şirket bir iç kargaşa sonucunda zarara uğradıysa MIGA bunu karşılıyor. İç kargaşanın içine de pek çok olay sokulabiliyor. İsyan, ihtilal, sabotaj, direniş vb. Yani şirketin bir işçi direnişi sonucunda oluşabilecek zararı bile karşılanabilir. Ayrıca bu madde tarafların isteği üzerine genişletilebiliyor.
MIGA bu zararları karşılıyorsa emekçilere bunun ucu nasıl dokunabilir? MIGA, yabancı şirkete tazminatı ödedikten sonra rücu denen mekanizma ile o yatırımın bütün haklarına ve alacaklarına sahip oluyor. Ev sahibi olan ülkeden bu zararları karşılayabiliyor. Bu tazminatı ödeyen işbirlikçi yönetimler, parayı tabiiki emekçilerden çıkartıyor. Ya da yabancı şirketin yukarıda sayılan risklerden zarar görmemesi için elinden geleni yapıyor. Çevreye zarar veren fabrikayı görmezden gelecek, işçilerin haklarını alması için mücadele etmelerini ve direnmelerini zor yoluyla önlemeye çalışıyorlar. Bu ülke kaynaklarını ve emekçilerini sömürerek kar eden şirketlerin karlarını kolayca dışarı çıkarmasını sağlıyor.
Kimin yararına?
Dünya Bankası grubunu oluşturan ICSID’in uluslararası tahkim kuruluşlarından en acımasızı olduğunu belirterek geçelim. Emekçilere ve hatta tüm insanlığa karşı böyle savaş açmış örgütlerden oluşan Dünya Bankası, emekçilerin yararına nasıl çalışabilir? Tabii ki emekçilerin yararına değil bir avuç emperyalist şirketin yararına çalışmıştır. Kalkınma projeleri adıyla, gelişmekte olan ülkeleri dünya emperyalist-kapitalist sistemine daha fazla bağlayacak politikalara uygun projeler dayatmıştır. Sonra bu projeleri yine emperyalist şirketler gerçekleştirmiş, sonucunda da geri ülkeler borç batağına saplanmıştır. Bu ülkelerin egemenleri de sadece faizleri ödemek için emekçileri daha fazla sömürmek ve baskı altına almaya çalışmışlardır. Dünya Bankasının sosyal güvenliğin özelleştirilmesi için, enerji tekellerine yarayan dışa bağımlı enerji yatırımları ve otomotiv tekellerine yarayan karayolu yatırımları için yaptığı “eğitim” ve verdiği krediler de kalkınma projesi olarak sunulmaktadır. Doğrudur bu projeler sonucunda birileri kalkınmaktadırlar ama bu birileri emekçiler değil, emperyalist tekellerdir.