Yenidoğan çetesi hepimizi şoka uğrattı. 19 hastanenin dahil olduğu olayda Ekim 2024 itibariyle 22`si tutuklu 47 şüpheli var. Mayıs 2024’te başlayan soruşturmanın Ekimde tamamlanan iddianamesi 30 klasörde, 197 suç eylemini topluyor. Suçun arkasından hastane sahipleri ve işletmecilerinin tepede olduğu, doktorlardan hemşirelere, 112 acil ekiplerinden idari personele büyük ve örgütlü bir organizasyon çıktı. Çete savcıyı odasında tehdit edip, MİT başkanı ile fotoğraf çektirecek siyasi bağlantılara sahip, kuvvetli bir çete. Daha önce şikayet edildiği halde hastaneleri denetlenmekten aciz bir sağlık yapılanması var. İşin bu kısmı bir yana, konuya bir de işyeri ölçeğinde bakmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bu yazıda bunu yapmaya çalışacağım.
Fotoğraf: Wikimedia Commons
‘Kapitalizm geldi ahlak bozuldu’ diyen bir muhafazakar yaklaşım sorunu çözmeyecek. Çünkü bu argümanı yürütenler, sonunda sistemi unutup ahlaksız kişileri tartışan bir bireyselciliğe yöneliyor. Türk Tabibler Birliği’nin açıklaması olayı geniş resme oturtuyor: “Hastaneleri ticarethane ve hastaları müşteri haline getiren, sağlığı piyasa kurallarına teslim eden Sağlıkta Dönüşüm Programı sağlık sistemimizi çürütmüştür.”
Diğer yandan, yapısal sorunları gündelik yaşamla ilişkilendirmemiz şart. İnsan sormadan edemiyor: Çetenin üyeleri dışındaki çalışanlar bu suçlar işlenirken ne yapıyordu? Cinayetler ve kamu kaynaklarının yağması gerçekleşirken ne kadarının farkındaydılar, neler yapabilirlerdi, yaptılar mı? Bu soruyu “bazı insanlar nasıl bu kadar kötü olabiliyor” basitliğinden çıkarıp çözüm üretmek için sormak zorundayız. Çünkü mesele, sadece suçluları tespit etmekten ibaret değil; sistemin sıradan insanları suça nasıl ortak ettiğini ve onları bu düzene karşı nasıl harekete geçirebileceğimizi anlamamız gerekiyor.
Başkasından duysak onaylamayacağımız birçok davranış işyerlerinde işin parçası olarak görülüyor. İşyerinde ortak edilmek istendiğimiz suçlara direnmek, örgütlenme yoksa zor. Çalışmak uzun vadede bedenlerimizi yıpratıyor. Peki böyle bir ortamda çalışmak uzun vadede davranışlarımıza ne yapar? Mesela çok uzun süre müşterileri satış için manipüle etmek zorunda kalan biri nasıl birine dönüşür? Kimse yaşlı birine manipülasyonla kredi kartı satmaya çalışan bir bankacı olduğunu söylemez, “bankacıyım” der. Bulunduğu durum ya da yaptığı iş suç olmayan ama ahlaki de olmayan insanlar bu konuda yalnızlar. Ahlak denildiğinde akla zimmete para geçirme gibi cezai sonuçları olan işler geliyor. Oysa işyerleri açıktan suç işleyenler bir kenara, suçların en üstten en alta dağıtılırken herkesin payına “ben suçlu değilim” diyebileceği kadar pay düşürüldüğü yerler.
Şirketler çalışanları suç ortaklığına sokarken bir açıdan ensest gibi kapalı sistem bir ahlak erezyonu yaratıyorlar. Dışarıdan her şeyin normal göründüğü, kimsenin suça ortak ya da şahit olduğu için dışarı sır vermediği bir sistem. Dejeour çalışanların ötekinin acısına hissizleşerek devam edebildiğini bunun aynı zamanda kendine hissizleşme ile ilerlediğini söylüyor.
Bu durumun ortaya çıkardığı, Dejeour’un deneyimiyle etik acı, işyerindeki ahlak krizine isyanlarını kendilerine şiddet olarak yönelten çalışanların bıraktıkları mektuplarda apaçık okunuyor. Ahlaki erozyonda hayatta kalanlar, kimsenin ondan, onun da kimseden hesap soramayacağı bir yerde, psikolojik ve onun tetiklediği fiziksel rahatsızlıklarla savaşmaya devam ediyor.
Bahadır Özgur’ün bir programında bahsettiği suçun kitleselleşmesinin diğer boyutu da bu. Suç kitleselleştikçe, neyin anti-etik olduğunu ayırt edecek bir ölçüt kalmıyor. Dolandırıcılık yapan çağrı merkezinde asgari ücretle çalışan işçilerin durumunda olduğu gibi ahlaki olmayan, daha da ötesi yasadışı faaliyetler normal olduğunda bu işyerlerinde çalışıp bu faaliyetlerden çıkar sağlamayanlar da bu durumun izleyicisi oluyor.
2018’de bir sosyal hizmet görevlisi çalıştığı hastanedeki hamile çocuk skandalını çıkardığında “ortaya çıkanlar buz dağının sadece görünen kısmı” demişti. Görevli, bu skandalı ortaya çıkarırken yaşadığı zorluklara direnmekte güçlük çekmiş ve bir söyleşisinde depresyona girdiğini söylemişti. Bu söyleşiye gelen bir yorum “depresyona girecek ne var, kahramansın” diyordu. Ama şirket/kurum suçuna ortak olmamak gerekliliği bize kahramanlık değil örgütlenme sorumluluğu yüklüyor. Meslek örgütlerinin biat ettirilmeye çalışıldığı, örgütlü çalışanların mobbing gördüğü bir ortamda bu sorumluluk bir maliyetle mümkün ama değer.
Şimdi şu sorulara cevap üretelim: Çalışanların CİMER’e başvurmak dışında ne gibi seçenekleri var? Çalışanlar sendika ve meslek odalarına başvurduğunda izlenecek bir protokol mevcut mu? Şirket suçunu ifşa eden bir çalışanı koruyan ve yalnız bırakmayan bir emek örgütü ne yapmalı? Bu itirazı yapan insanlar ne yaşadı, neler beklediler? Böyle bir mekanizma olsaydı, suça kalkışacaklar bunu bu kadar kolay yapabilirler miydi?