TMMOB’nin Tarihi ve Misyonu, Böyle Bir Genel Kurulu Hakediyor mu?-Kader Cihan

TMMOB’nin hiçbir genel kuruluna daha önce katılmamış biri olarak 29 Mayıs 2008’de Ankara’da yapılan 40. genel kurula ilişkin gözlemlerimi paylaşmak istedim. Hani ünlü bir benzetme vardır; “ormanın içinde olan tek tek ağaçları görür, ormanın bütününü göremez” diye. Ben de (cahil) cesaretimi göstermek için bu benzetmeye sığındım. Sıradanlaşmış algıyı ve (varsa) olumsuz alışkanlıkları değiştirmeye katkı sunma amacıyla…

Genel kurul salonuna ilk girdiğimde en çarpıcı görüntü; salondakilerin neredeyse tamamının orta yaş ve üstü olmaları idi. 12 Eylül buldozerinin ülke insanının üzerinden geçeli 28 yıl olduğu ve bu kadar yılın yozlaştırıcı müdahaleleri sonunda, toplumun %47’sinin AKP’ye oy verdiği düşünülecek olursa yıllarını geride bırakmış ama mücadelesini geride bırakmamış insanların varlığını görmek, itiraf etmeliyim ki inancımı sağlamlaştırdı. Ancak yine o salonda öğrendiğim bir başka bilginin, bu duruma gölge düşürdüğünü de söylemem gerek; “10 yılını doldurmayan oda üyelerinin genel kurul delegesi olamayacağı”. Bu yasağın nasıl bir gerekçesinin olabileceği hala kafamı meşgul ediyor. (mesleki sorunları bilmek için 10 yıl gerekli tezini ileri sürenler, bilmelidirler ki bu delegeler atanmıyor, seçiliyor. Eğer mühendis ve mimarlar bir aylık mühendisi bile kendi delegeleri olarak seçerlerse, kim bunun yanlış bir seçim olduğuna karar verebilir?) 10 yıllık mühendis/mimar olmayan, daha doğrusu kaç yıllık mühendis/mimar olursa olsun odasına 10 yıl önce üye olmayan bir mühendis/mimar, mesleki ve siyasal sorunlara kafa yoramaz, çözüm üretemez, kendi örgütlülüğü hakkında karar sürecine katılamaz. Bu kadar yıla rağmen 12 Eylül hukukunun ve yasalarının hala geçerli olması, ne kadar acı verici. Üstelik köklü bir mücadele tarihine sahip TMMOB’de bu yasaların kısmen de olsa uygulandığını görmek, çok daha acı verici. Bu yasayı koyanların, gençliğin devrimci dinamizmini engellemek, yaşlılığın statükocu, “akılcı” tarzını hakim kılmak istedikleri çok açık. TMMOB’nin bütün gücüyle yapması gereken ilk iş bu durumun değiştirilmesi olmalıdır. Ülkedeki demokrasi mücadelesinde yer almanın ilk koşulu kendi içinde demokrasi yerleştirmek değil midir? Bu kadar ilkesel bir gerçek, yasalara sığınılarak ters yüz edilebilir mi? Kendi demokrat olmayan, başkasına demokratlık dersi verebilir mi? Bu ülkede demokrasi mücadelesinin sınırlarının yasalarla çizildiği kabul edilseydi, Nazi Almanya’sı ya da Humeyni’nin İran’ı haline çoktan gelinirdi.

Benzer bir anti-demokratik (seçici) anlayışı Divan Başkanı’nın tutumlarında da gördüğümü ifade etmeliyim. “Delegelerden birine, söz hakkı verilsin/verilmesin” gibi basit bir oylama yaptırırken, “evet,verilsin” diyenlerin sayısı, yaklaşık üç kat fazla olmasına rağmen oylamayı birkaç kez tekrarlatıp, tekrar tekrar yaptırmasını ilginç buldum. İlk önce bir göz problemi olduğunu, uzağı çok iyi göremediğini düşünmüştüm. Ancak daha sonra benzer bir durum yaşandığında, Divan Başkanı’nın oylamaya gerek duymadan bir başka delegeye söz hakkı vermesi ve gelen itirazları da “tüzük, divan başkanına istediği kişiye söz verme hakkı tanıyor” diye açıklaması, durumu netleştirdi. Yanımdaki delegelere “bu kadar taraflı nasıl davranabilir, divan başkanını aday gösterenler, bu tutumunda sorumlusu olmazlar mı?” diye sorduğumda ise aldığım yanıt; zaten şahsın “başkanın ekibinden” olduğuydu. Üstelik divan başkanının inisiyatif hakkı sadece bu kadarla sınırlı değilmiş; delegelerin konuşma sıralarını da kendi istediği gibi belirleme hakkı varmış. Konuşma yapan delegelerin çoğunluğu bu durumdan şikayet etmesine rağmen hiçbir çözücü önlem alınamadı. Yönetime muhalif olanlar akşamın ilerleyen saatlerinde boş koltuklara dert anlatmak zorunda kaldılar. Umarım bu divan başkanı bir daha ki genel kurullarda o koltuğu işgal etmez.

Açıkçası; bu ve benzeri tutumlar, TMMOB’nin işleyişinin demokratik kurallara uygun olup olmadığını sorgulatır nitelikte. Temel nitelikleri itibariyle benzer dünya görüşlerine sahip insanların birbirlerine karşı “kural dışı” önlemler almalarının sonuçları vahim olabilir. “Omuz omuza yürümek” bir süre sonra gerçekten imkansız hale gelebilir, yürünse bile her türlü güveni ve samimiyeti ortadan kaldırabilir.

TMMOB Başkanı’nın iki konuşmasının da tamamını olmasa bile büyük bölümünü dinleme şansı yakaladım. Ancak açıkça itiraf etmeliyim ki aklımda kalan tek vurucu cümle; “omuz omuza yürüyelim ama birbirimize omuz atmayalım” oldu. Bu vurgunun bu kadar güçlü yapılmasına neden gereksinim duyulduğuna ilişkin somut bir bilgim yok. Ancak anlaşılan o ki başkan, “omuz atma”lardan çok muzdarip olmuş. Daha önceki başkanların genel kurul konuşmalarını dinlememiş olmanın eksikliğini hissettim; acaba önceki başkanlar da genel kurul konuşmalarında “omuz atma”lardan şikayet etmişler miydi?

TMMOB gibi bir kuruma başkan olmanın belki de en büyük zorluğu; önceki başkanlarla kıyaslanmak ve gelecekte başkan olacaklar için de örnek (olumlu/olumsuz) olmak. Kuşkusuz Teoman Öztürk’ün ayrı bir yeri var. Öyle bir yer edinmiş ki “onun gibi olmak, ona benzemek” hedefi herkes için terkedilmiş. Genel kurulun atmosferi, başkanın konuşmaları, dönem icraatları ve aldığı oy sayısı göz önüne alındığında Mehmet Soğancı’nın, TMMOB başkanları arasında ilk sıraları zorlayamayacağı aşikar.

Başkan’ın konuşmasına tekrar dönersem, en geniş ve önemli bölüm, 39. dönemde TMMOB’nin icraatlarının sergilendiği kısımdı. İki yıllık icraatlar bir sinevizyon gösterisi ve basılı bir kitapçık haline de getirilmişti. Bu geçmiş dönem boyunca gerçekleştirilen tüm faaliyetler, iki önemli başlık halinde toplanabilir; birincisi, TMMOB’nin bilgilendirme ve eğitim faaliyetleri, ikincisi ise TMMOB’nin toplumsal muhalefet içindeki etkinlikleri. Elbette TMMOB’nin bu faaliyetlerde bulunması çok önemlidir ve devam etmelidir. Hiç kimse TMMOB yönetimini bunları gerçekleştirdiği için eleştiremez. Burada sorun yapılanlarda değil, yapılanların yapılma biçiminde ve içeriğinde.

Örneğin, bilgilendirme ve eğitim faaliyetlerini ele alalım. Yapılan onca sempozyum, seminer ve toplantı, basılan onlarca kitap, gerçek karşılıklarını bulabilmiş midir? Tüm genel kurul boyunca bir çok kez tekrarlanan, Teoman Öztürk’ün “bilim ve tekniği … emekçi halkın hizmetine sunmak için” amacı ne ölçüde gerçekleştirilebilmiştir? Bu amacın gerçekleşmesi için TMMOB ve üyelerinin, sahip oldukları bilgiyi doğrudan halka ulaştıracak kanallar ve araçlar üretmeleri, basılı yayınlarda kullanılan dilin, hiçbir eğitimi olmayan bir insanın bile anlayabileceği bir biçime getirilmesi, kısaca bilgilendirme ve eğitim faaliyetlerinin ana rotasının mühendis-mimarlar değil doğrudan halka yönelmesini sağlamak gerekir.

Benzer bir durum TMMOB’nin toplumsal muhalefet içindeki etkinliklerinde de görülüyor. Elbette (göstermelik de olsa) basın açıklamaları yapmak, muhalefetin önde duranlarıyla yan yana görüntülenmek önemli. Ancak gerçek ve sonuç alıcı muhalefet bu değil. Üstelik bunun nasıl yapıldığının örnekleri mevcutken. Tabipler Birliği örneği yanı başımızda duruyor. Siyasi iktidarın, toplumun sağlık hakkını gasp etmeye dönük girişimlerine karşı en etkili muhalefeti yürüttüler/yürütüyorlar. Genel Sağlık Sigortası yasasından belki de en az doktorlar etkilenecek. Mühendis ve mimarların çok büyük çoğunluğunun sigortasız ve güvencesiz çalıştığı göz önüne alınırsa bu saldırı programından en çok etkilenecekler arasında olduğu görülür. Böylesi bir süreç “biz elimizden geleni yaptık, basın açıklaması yaptık, mühendis-mimarlar için sempozyum sonuçlarını kitap haline getirdik” demekle geçiştirilemez. Emperyalizmin yeni dönem ekonomik politikalarının azgınca uygulanmaya çalışıldığı bu dönemde TMMOB, kendisini kurallarla, statükoyla sınırlayamaz. “Bilim ve tekniği … emekçi halkın hizmetine sunma” amacını taşıyanlar ilk önce, o bilgi ve tekniği kendi mücadeleleri için kullanmalıdır. Bu konuda ki tek ölçü “meşruluk”tur. TMMOB, ilerici toplumsal muhalefet önderliği içindeki konumunun gereklerini bir an önce etkin bir biçimde yerine getirmelidir.

Ayrıca “Bilim ve tekniği … emekçi halkın hizmetine sunma” amacını gerçekten güdenler, emekçi halkın ilerici örgütleriyle husumet içinde olamazlar. Emekçi halkın muhalefetini zayıflatmak uğruna kişisel egolarını ve hırslarını tatmin edemezler. Diğer toplumsal muhalefet örgütleri içinde adam seçme, grup ayırma, yönetici belirleme hakları yoktur.

Diğer yandan, “Bilim ve tekniği … emekçi halkın hizmetine sunma” amacını gerçekten güdenler, mücadelelerini sadece kendi alanları, kendi örgütleri ve kendi üyeleriyle sınırlı tutamazlar. İhtiyaç duyulan her yerde üzerlerine düşen görevi yerine getirmelidirler. Örneğin, sendikalaşmanın engellenmeye çalışıldığı bir işyerinde ilk önce mühendis-mimar arkadaşların adım atması ve oda yönetimlerinin de bu davranışların önünü açması gereklidir.

Kısaca, “bilim ve tekniği … emekçi halkın hizmetine sunmak için” uğraşan bir mühendis olarak birlik başkanımızın ağzından şu cümleleri duymak isterdim: “bilgilendirme ve eğitim faaliyetlerimiz doğrultusunca yüzlerce köy, mahalle, belde dolaştık. Broşürlerimizi, kitaplarımızı halka dağıttık; seminerler, toplantılar düzenledik. İşçilere, köylülere, kamu çalışanlarına, işsizlere, kadınlara, çocuklara, yoksullara … sahip olduğumuz bilgiyi anlattık, tekniği sunduk. Birer aydın olarak topluma karşı duyduğumuz sorumluluğun bilinciyle toplumsal sorunların çözümü için en önde mücadele ettik. Bu mücadelede tutarlılığın, kararlılığın ve yoldaşlığın(omuzdaşlığın) en ileri örneğini oluşturduk. Sadece odalarla, mücadele içinde olmanın yetmeyeceği bilinciyle, bulunduğumuz işyerlerinde işçi sendikalarına, kamu çalışanı sendikalarına, oturduğumuz mahallede demokratik kitle örgütlerine üye olduk, “Bilim ve tekniği … emekçi halkın hizmetine sunmak için” bu örgütler aracılığıyla da mücadelemizi sürdürdük.” Ve devamında da “yapamadıklarımız için özeleştiri veriyor, yaptıklarımızı büyütmek için de daha çok akıl ve daha çok omuz bekliyoruz” demesini beklerdim.

Ancak ne yazık ki böyle bir konuşma olmadı. Üstelik yapılmayanlar/yapılamayanlar hiç yokmuş gibi davranıldı. Böyle olunca da özeleştiri gibi bir durumdan da doğal olarak hiçbir şekilde söz edilemez. Ama her şeye rağmen, konuşma şansı yakalamış delegelerin eleştirilere yanıt verilebilirdi (salondakilerin büyük bir çoğunluğu da böyle bir beklenti içinde idi). Ne yazık ki başkan dahil bu yönetim anlayışını savunanların hiçbiri kalkıp eleştirilere makul, mantıklı yanıtlar vermediler. Bunun nedeninin eleştirileri ciddiye almamak mı yoksa eleştiriler karşısında söyleyecek sözlerinin olmaması mı olduğunu, anlayamadım! (haksızlık etmemek için belirtmem gerek ki eleştirenlerden birine, eski oda yöneticisi olduğunu öğrendiğim biri yanıt verme nezaketi (!) gösterdi. Ancak bu nezaket, yanıt olmaktan çıkıp erkek zihniyetinin aşağılaması biçimine büründü).

Anlayamadığım birkaç konuyu daha söylemem gerek. (Dedim ya ormana dışarıdan bakarken tek tek ağaçları görmek zor oluyor). Bazı önergeler karşısında yapılan tartışmaların ve oylamalardaki tutumların nedenlerini anlamakta çok zorluk çektim.

Örneğin; geliri daha az olan odalardan TMMOB’ye daha fazla para aktarmalarına neden olacak önerge gibi (Her ne kadar Genel Kurul’da tersi yönde karar çıkmış olsa da). TMMOB’nin kapsamlı bir yasal ve iç düzenlemeye ihtiyacı olduğu açık: yukarıda sözünü ettiğim 10 yıllık şart gibi, delege sisteminin (yani 5000 üyeye de 100 delege, 40000 üyeye de 100 delege) yeniden düzenlenmesi gibi, oda katılım paylarının yeniden belirlenmesi gibi, …. Ancak bunlar niyeti zaten sorgulanan bir yönetimin, orasını burasını kurcaladığı bir biçimde gerçekleşmemeli. Çok geniş bir meşruiyet ve onay sağlanarak ve bir kerede, kapsamlı bir dönüşümle yapılmalı.

İkinci örneğim ise AKP’li beş mühendis bakanın onur kuruluna gönderilip gönderilmemesi ile ilgili olan önerge karşısındaki tutum ve davranışlardı. Yeri (?) geldiğinde “biz başbakanı bile yani Süleyman Demirel’i bile ihraç etmiş bir örgütün üyesiyiz” diye şişinenler, sıra, bugün ki iktidara yani  ABD işbirlikçisi olmasıyla övünen, halk düşmanı, gerici AKP’ye ve onun bakanlarına gelince garip bir sürtüşme ve ağız dalaşına başladılar. Açıkçası ben, oybirliği ile bu önergenin kabulünü beklerken, hiçbir tutarlı ve mantıklı gerekçesi bulunmayan bir düzine konuşmacı önergenin reddedilmesi yönünde görüş beyan etti. Kusura bakmasınlar ama, kendileri açıkça söylemeseler de tüm bu karşı çıkışların benim bulabildiğim tek bir gerçek nedeni var: sınıf tercihi ve buna bağlı olarak teslimiyetçi/uzlaşmacı zihniyet.

Bir başka örneğim ise mühendis-mimar fakültelerinde öğrenim görmekte olan (diplomaları henüz verilmemiş olsa da) genç mühendis ve mimarlara karşı takınılan tutumdu. Üçüncü gün, sabah saat dokuzdan akşam saat ona kadar yaklaşık 40-50 kişilik genç mühendis, mimar ve şehir plancısı adayı genel kurul salonunda beklediler. Bildiri dağıtıp, imza topladılar. Tek istekleri; genel kurul delegelerine karşısında bir temsilcilerinin konuşma yapmasıydı. Ancak divan başkanı şahıs, bütün kuralları harfiyen uyguladığından (!!!), tüzük gereği delege olmayanlara yani öğrenci mühendis ve mimarlara söz hakkı veremeyeceğini sert bir biçimde ifade etti. Daha sonra Başkan kürsüye çıktı. Eminim bir çok kişi (ben de dahil); başkan, büyüklük ve demokratlık yapacak ve  gençlerden birini yanına çağırıp, konuşma hakkı verecek diye beklerken, ne yazık ki Başkan, divan başkanının tutumunun arkasına sığındı. 50 kişilik genç mühendislerin slogan atarak, salonu terk etmelerini seyretti. Acaba o gençlerin, giderken kendisi, divan başkanı ve TMMOB hakkında ne düşündüklerini merak etti mi? Ya da Teoman Öztürk, bu durumda ne yapardı, diye?

Son söz; dedim ya ormana dışarıdan bakmakla içeriden bakmak arasında fark var. Dışarıdan bakmak daha keyifli ama ne yazık ki ben bir orman mühendisiyim. Ve her mühendis gibi; sorumluluk almanın bir zorunluluk değil, bir tercih olduğunun farkındayım…

Kader CİHAN – Orman Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi

Bir de dip not; Umarım bu yazıdan sonra sayın Mehmet Soğancı, bu yazının yayınlandığı site ya da dergileri aforoz etmez!