‘Home hapis’ defterleri (V): Nefes alabiliyor musun? – K. EFE ERSÖZ

Koronavirüs gidiyor mu, gidecek mi, vakalar azalıyor mu, dalga dalga dalgalanacak mı derken; salgının Türkiye’de resmi olarak açıklanmasının üzerine üç ayı devirdik. Geriye dönüp şöyle bir bakınca, hepimizin hayatında kalıcı etkiler bırakacak üç aydan bahsettiğimiz kesin. Üstelik üç ayla sınırlı kalacak gibi de görünmüyor. En azından ikinci dalga teorileri gerçekleşene kadar, kanıksama sürecimizin pandeminin kendisi kadar hız kazandığını söylemek de yerinde bir tespit olur. Bu sürecin adına ‘normalleşme’ demek doğru değil. Zira ne eskiden yaşadığımız şey normaldi, ne de bugün tam olarak eskiye dönüyoruz. Tam olarak yeni durumları ‘kanıksıyoruz’.

Kanıksama sürecimiz hızlanmaya devam ederken, bundan sonra bizi nasıl bir dünyanın beklediğine dair tartışmalar iyice somutlaşmaya başladı. Bu tartışmalara dalmadan önce küçük bir hafıza tazelemeye ihtiyaç var. Üç ay kısa bir süre gibi görünse de olağandışı bir süreç olduğu için belki de olağan zamanlar için otuz yıla denk gelecek kadar çok detayı içinde barındırıyor.

Lafı bile edilmez mikroskobik bir zaman… (1)

Bizim, yani maaşlı çalışanların, özellikle de beyaz yakalıların gözünden süreci hatırlamak ve bazı benzetmeleri anlayabilmek için ‘Home Hapis Defterleri’ yazı dizisinin bundan önceki dört yazısını da sırayla okumanızı tavsiye ediyorum. Okumayacak üşengeç sınıf arkadaşlarım için ben yine de kısa bir özet geçeceğim 🙂

CoVid-19 hayatımıza girdiğinde, önce doğal savunma mekanizmamızın buyurduğu üzere evlerimize kapandık. Virüse karşı savaşacak araçlarımız henüz elimizde olmadığından kaçış kaçınılmazdı. Bu kaçış başladığında kapandığımız evlerimizde tatlı birer ‘home office’ dönemi geçirmeyi beklerken, realitenin ‘home hapis’(2) olacağından henüz haberdar değildik. Aslında geçmiş deneyimlerimizden faydalansak işin buralara gelebileceğini daha kolay görebilirdik. Patronlarımızın ‘zaman/mekan bükücüler’(3) sınıfına mensup olduğunu, yer-zaman farketmeksizin ‘o raporun bugün biteceğini’ tekrar öğrenmiş olduk. Hapisten tünel kazarak kaçmayı düşünenlerimiz oldu. Kazılacak tünelin pek de ışıklı bir yere çıkmayacağını, tünel yerine hapishane müdürünün mezarını kazmanın(4) daha yerinde olduğunu da hatırladık sonradan. ‘Home hapis’ müessesesinin gardiyanını(5) da bu süreçte daha iyi tanıdık. Ellerimizle besleyip büyüttüğümüz, göz bebeğimiz teknoloji, hem yemeğimizi suyumuzu hücremize getirip bize iyi görünüyor, hem de firar etmemizi engelleyip görevini ifa ediyordu. Nihayetinde o da emir kuluydu… Asıl düşmanı dosdoğru tespit ettik: Gardiyan değil, ona emri veren hapishane müdürü ve onun temsil ettikleri…

Zorunlu evden çalışma döneminin, yakın zamanda iyi sonuçlar doğurmasını bekleyen tünel kazıcı yanımız, başka konularda da güncel gelişmelere iyimser yorumlar getirdi. Örneğin, ‘korona herkesi eşitledi, zengin-yoksul hepsi canının derdine düştü’ diye sayıkladı zaman zaman. Halbuki zenginler yalılarının denize nazır bahçelerinde kondisyon bisikletine binmeye devam ederken, biz yoksul ‘champ’lar sakin sakin metrobüse binip işe gitmeye başladık. Üstelik virüsle savaşacak araçlarımız hala yok. Hatta bir kısmımız ‘home hapis’ yaşantısına bile geçemedi, denetimli serbest yaşantılarına ara vermeden devam etti.

CoVid-19‘dan önce nefes alabiliyor muyduk?

‘Corona’ sözcüğü hayatımıza girmeden önce de işlerin yolunda gittiği bir dünyada yaşadığımızı söyleyemeyiz. Hem memlekette hem de dünyada, birçok ekonomik göstergenin yeniden ‘kapitalizmin sonu mu geldi, yoksa Marx haklı mıydı?’ sorularını gündeme getirdiği, falanca düşünce kuruluşunun ‘tehlikeli halk ayaklanmaları kapıda’ raporlarının elden ele dolaştığı bir süreçte kendimizi koronavirüs salgınının içinde bulduk. Şimdi suçlusu CoVid olarak gösterilse de, aslında pandemi öncesinde ana akım propaganda merkezlerinin bile ekonomik kriz diye ifade ettiği fakat aslında kapitalist ekonominin doğal seyrine uyumlu bir ekonomik çöküş dönemi yaşıyorduk. Çöküş sadece ekonomik alanda değil, toplumsal ve siyasal alanda da hızla büyüyordu. Hatta o kadar ki, bu dönemin ‘1929 Büyük Buhran’ döneminden daha endişe verici olduğunu söyleyen iktisatçılar var.

Minneapolis’te George Floyd’un Derek Chauvin isimli polis tarafından öldürülmesinin tetiklediği ayaklanmayı, basitçe polis şiddetine karşı bir itiraza indirgemek ne kadar doğru bir tespitse, CoVid-19’un ekonomiyi çökerttiği iddiası da anca o kadar doğru bir tespit sayılabilir. ABD’de ırkçılığa karşı biriken toplumsal öfke neyse, pandemi öncesi ekonomik durumun yaşamlarımızda biriktirdiği yıkım da aynı etkiyle değerlendirilmelidir. (6)

Daha anlaşılır olabilmesi için George Floyd’un sekiz dakika boyunca alamadığı nefes üzerinden bir benzetme kurmak gerekirse, üç aydır ensemize bastıran dizin öldürücü darbe olma ihtimali de gayet gerçekçidir. Fiyat belirleme mantığını arz-talep eğrilerine endekslemiş kapitalist ekonominin, pandemi karşısında refleks göstermekte yavaş kaldığını ve küresel bir ekonomik sistem olarak insanlığın ihtiyaçlarını karşılama kapasitesinin yeterli olmadığını anlamak zor değil. Bunu bir anda fahiş miktarlara çıkan bez maske fiyatlarına ya da alamadığımız sağlık hizmetlerine, sonradan ücretsiz olsa bile yine de erişemediğimiz maskelere, yaygın olarak yapılmayan testlere bakarak görebiliriz.

Ekonomik hacmi son yıllarda devasa biçimde artan hizmet sektörü örneklerden sadece biri… Güvencesizlik esaslı istihdam alanlarının bir geçim kaynağı olarak sürdürülebilir olmadığını, kapanan mekânların işsiz bıraktığı kalabalıklara bakarak tespit edebiliriz. İşsiz kalan büyük topluluğun aynı zamanda bu ekonomik sistem içinde birer tüketici olarak da ‘işlevini’ yerine getiremediğini düşünürsek, sadece açlıkla karşı karşıya kalmaları anlamında değil, ‘çarkların dönmesine’ yeterince katkı sağlayamamaları anlamında da sistem için bir sorun olduğu söylenebilir. Bu noktada sorunu ‘hizmet sektöründe çalışıp hizmet üreten insanların varlığı’ olarak tanımlayamayacağımıza göre, ‘emek satmak ve karşılığında alınan ücretle yaşamak’ olarak tanımlamak daha akla yatkın görünüyor. Dikkat çekmek gereken diğer bir nokta ise, bu alanda çalışan ve sonrasında işsiz kalan kesimin azımsanamayacak bir kısmının aslında belli alanlarda uzmanlaşmış, ‘okumuş işsiz’ olarak da adlandırabileceğimiz yüksek üretkenlik potansiyeline sahip bir topluluk olması…

2000’li yılların en gözde trendi olan ‘küreselleşme’ olgusunun da pandemi sürecinden başarıyla çıktığını söyleyemeyiz. Dünyanın dört bir yanına dağılmış üretim ve lojistik merkezlerinin canlı kalabilmesi ancak ve ancak pandemi koşullarında bu alanlara salgından muafmışçasına dolaşım serbestliği sağlayarak mümkün olabildi. Hâlbuki bu alanlarda çalışan insanlar da aynı riski taşıyordu.
Ayrıca hizmet sektörü çalışanları için bahsettiğimiz ‘tüketici işlevini yerine getirememe’ problemi, sadece Türkiye’de değil, başka ülkelerde de uygulamaya konan kısa çalışma vb. gelir kısıtlayıcı uygulamalar, tüm sektörlerin çalışanları için artan işsizlikle birlikte tıkır tıkır işlediği iddia edilen sistemin gıcırdamasına sebep oldu. Bu süreçte geliri azalan bir mühendisin satın almaktan vazgeçtiği bir gömlek sadece gömleği satanı değil; tekstilcisini, iplik imalatçısını, pamuk üreticisini, tarım işçisini ve aslında birbiriyle bağlantılı bütün alanları etkileyecek boyuta ulaştı. Örnekteki gömleği herhangi bir başka ürün ile değiştirdiğinizde, tüketimin sürüklediği ekonominin pandemi gibi durumlarda ne kadar da çaresiz kaldığını tahmin etmek mümkün.

Bir kırılma noktasındaysak, kırılacak olan nedir?

Belirsizliğin sistem dinamikleri gereği kaçınılmaz olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Bu koronavirüs öncesinde de böyleydi, post-corona döneminde de böyle olacak. Her şey o kadar hızlı değişiyor ki, eski anlamıyla ‘planlı’ denebilecek yöntemlerle hareket etmek imkânsız desek yeridir. Bu yüzden de yakın geçmişte ‘esnek üretim’, ‘tam zamanında (just-in-time) üretim’ gibi endüstriyel gelişim tartışmaları yerlerini ‘çevik (agile) yöntemler’, dijitalleşme, Endüstri 4.0 gibi konulara bıraktı.

Kurgusu gereği geleceği ipotek altına alarak ilerleyebilen bir ekonomik sistem, geleceğin bu kadar belirsiz olduğu bir dönemde sürdürülebilir sayılır mı? ‘Ekonomik büyüme’ olarak formülize edilen koşullar gerçekleşmediğinde veya büyümenin ön görülemediği durumda, neye dayanarak insanlığın güvencesi olabilir?

Bir kırılma noktasında olduğumuz aşikâr. Bu kırılmanın bizim ihtiyaçlarımızı karşılayacak bir alt üst oluşa mı, yoksa epeydir sendeleyen ‘kapitalist modernitenin’ kendini yeni ambalajlarla güncelleyip ‘daha sürdürülebilir’ yöntemler keşfederek hegemonyasını güçlendireceği bir çağa doğru mu ilerlediğini henüz bilmiyoruz. Bunu belirleyecek olan ise tarihin akışına müdahale etme potansiyeline sahip olanların planları olacak. Bu potansiyele sahip olanlarsa tarih boyunca her zaman birlikte güçlü olanlardı.

Açık kaynak modellerden faydalanarak 3D yazıcılardan çıkan koruyucu donanımların, mahallelerdeki dayanışma ağlarının, tanımasa bile 65 yaş üstü komşusunu kendi ailesi bilip alışverişini yapan gençlerin, iş yerlerindeki gelişmeleri birbirleriyle paylaşan meslektaşların ve birbirleriyle kucaklaşmak yerine türlü sevgi iletme metotları keşfeden dostların bugüne bıraktığı izler, bize tüm belirsizliklere rağmen nefes aldıracak. Bu yaklaşım, bireysel çabalardan öteye geçip hegemonyası kurulamadıkça, biz iyiliğin iktidarını kuramadıkça nefesi sürekli almak mümkün olmayacak. Dayanışma sadece dokunabildiği bireyi kurtarabilir, fakat dayanışmanın hegemonyası herkesi kurtaracak.

Çözmemiz gereken problem budur.

Mademki mühendislik, mimarlık bir problem çözme sanatıdır, buyurun arenaya. Hep beraber çözelim!

(1): “Ben İçeri Düştüğümden Beri” şiiri, Nazım Hikmet
(2): “‘Home hapis’ defterleri (I)”
(http://politeknik.org.tr/home-hapis-defterleri-i-k-efe-ersoz/)

(3): ‘Home hapis’ defterleri (II): Zaman/Mekan Bükücüler
(http://politeknik.org.tr/home-hapis-defterleri-ii-zaman-mekan-bukuculer-k-efe-ersoz/)

(4): ‘Home hapis’ defterleri (III): Tünel Kazıcılar
(http://politeknik.org.tr/home-hapis-defterleri-iii-tunel-kazicilar-k-efe-ersoz/)

(5): ‘Home hapis’ defterleri (IV): Gardiyan
(http://politeknik.org.tr/home-hapis-defterleri-iv-gardiyan-k-efe-ersoz/)

(6): George Floyd’un polis tarafından öldürülmesi sonrası yaşanan olayları yalnızca ırkçılık karşıtı bir isyan olarak değerlendirmek yeterli olmayacaktır. Pandemi öncesinde birikmiş işsizlik, güvencesizlik ve yoksulluk/yoksullaşma olgularının son dönemde derinleşmiş olması yaşanan isyanda mutlaka etkili olmuştur. Beyaz ABD’lilerin de eylemlere aktif katılımı yalnızca ırkçılık karşıtı hassasiyetleri ile mümkün olmayıp, ABD’de işsiz kalmanın gerçek anlamda ‘aç ve açıkta kalmak’ olduğu gerçeğinden ve antikapitalist reflekslerden beslendiğini ifade etmek yanlış bir yorum olmaz.

K. Efe Ersöz / İmalat Mühendisi
Politeknik YK Sekreter Üyesi