Bir senede, “milletin derdine derman” olmaktan, adeta kriz yönetimiyle “mağduriyetleri giderilen” bir fiyaskoya dönüşen ‘Fikirtepe projesi’, şimdi olanca ucubeliğiyle, bu dönemin bir resmi gibi yüzüne çarpıyor İstanbulluların.
İstanbul’un belki de en işlek arteri, iki yakayı 1. Köprü güzergahıyla bağlayan çevre yoludur. Bu yolu kullanarak Kadıköy yönünden karşıya gidenler ya da Avrupa yakasından gelerek Kadıköy ve diğer doğu ilçelerine gidenler, bu ana arteri kullanırken, bir kara ütopya filminin seti gibi yükselen ‘Fikirtepe ucubesi’ ile karşılaşıyorlar. Dar bir alanda adeta sırt sırta istif edilmiş devasa ve hantal beton bloklar, kaba inşaatlarıyla yükselmiş. Ufku, birdenbire sert şekilde yükselen gri bir perdeyle kapatıyor, üzerinize devrileceklermiş gibi bir duyguya yol açıyorlar.
Bugün Türkiye’nin siyasal sistemini elinde bulunduranların, ‘gözdeleri’ inşaat sektörüne en önemli armağanlarından biri “Kentsel Dönüşüm Projeleri” idi. Fikirtepe, inşaat temelli büyüme ve rant oluşturma rejiminin bir tür tatbik alanı, onun yol açtığı/açacağı yıkımları gösteren bir pilot bölge gibi artık: Büyük ‘verim’ beklenen kentsel dönüşüm projelerinin, kent organizmasında nasıl bir kanser hasarına yol açtığını, bunu nasıl çevresine yaydığını gösteren bir deney sahası.
* * *
Menderes iktidarında, İstanbul’un bir şantiye sahasını andırır şekilde plansız büyümesine eşlik eden kırsal göçün yığıldığı noktalardan biriydi Fikirtepe. Osmanlı’nın sonundan başlayarak, burjuva-bürokrat elitlerin semtleri şeklinde gelişen Göztepe ve Feneryolu’na, Hasanpaşa’ya değen bir havzada, bu çevresiyle uyumsuz bir tablacı-işportacı, işsiz, geçici işçi –velhasıl yoksul semti olarak büyüdü, şişti. Batı ve Orta Karadeniz’in, Orta Anadolu’nun kasabalarından, kırlarından gelenlerin derme çatma gecekonduları; Menderes’e, Demirel’e, Türkeş’e, Türk sağının çeşitli renklerden reaksiyoner odaklarına meyledenlerin çoğunlukta olduğu bir 70’ler-80’ler mahallesine dönüşmüştü. Bitirimciliğin, küçük sokak çeteciliğinin, ‘delikanlı’ zagonunun, erkekçi kaba sabalığın, muhafazakar gettolaşmanın birbirinde çözündüğü bir muhit.
* * *
Fikirtepe’de ‘kentsel dönüşüm’ 2012’den itibaren gündemdeydi. Ama tıkanmış projeyi “temelini atmak” suretiyle cilalamak, 2017 şubatında, dönemin başbakanı Binali Yıldırım’a ‘kısmet’ oldu. Böyle oylumlu işlerin temel atmalarını, açılışlarını pek kaçırmayan Erdoğan, Fikirtepe’de yaşanacak fiyaskonun sezgisel bir duyumuna sahipmişçesine, orada değildi. 16 Nisan referandumuna iki buçuk ay kalmışken üstelik… Bir sene içinde çökecek projenin temelini atmak da onun hakkında konuşmak da Binali Yıldırım’a düştü:
“Kentsel dönüşümün en güzel örneklerinden birini de bugün Fikirtepe’de yaşıyoruz. Milletimizin derdine derman olacağına inandığım, böylesine güzel projeleri hayata geçirirken, ayrı bir heyecan duyuyorum. Sizlerin de bu yağmurda, bu bereketli günde aynı heyecanı yaşadığınızı görüyorum.”
Milletin, rahmetin, bereketin; hayırlı işlere, buna şükürlere, bol kazançlara ulandığı bir atmosfer. Artık bir siyasal ayine dönüşmüş olan “Beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısını söylemeler; “CHP-PKK-FETÖ hayır diyor, siz evet deyin” düzeyinde siyasal mesajlar… sonra yeniden inşaat övmeler; ‘dev projeler’, ‘yarınlarımızı da inşa’ etmeler, ‘ülkeyi geliştirip, güzelleştirme’ler… Ne temel atma töreni ne parti mitingi: Çoktandır olduğu gibi, ikisinin iç içe geçtiği ekonomik gerçekliğin bir tür müsameresi, sahne performansı.
Dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki de konuşuyor Yıldırım’dan sonra; sıkıntının farkında olduğu anlaşılıyor: “İş yapmayan müteahhitlerin yerine biz el koyup işi devam ettireceğiz…”
Tam bir sene sonra, şubat 2018’de şöyle söylemek zorunda kalacak oysa: “Fikirtepe’deki kentsel dönüşüm faaliyetleriyle ilgili vatandaşların yaşadığı mağduriyetlerin çözüme kavuşturulması amacıyla irtibat ofisi açacağız.”
* * *
Bir senede, “milletin derdine derman” olmaktan, adeta kriz yönetimiyle “mağduriyetleri giderilen” bir fiyaskoya dönüşen ‘Fikirtepe projesi’, şimdi olanca ucubeliğiyle, bu dönemin bir resmi gibi yüzüne çarpıyor İstanbulluların.
Binali Yıldırım 1 yıl önceki konuşmasında, şunları da söylüyor Fikirtepe’de: “40 yıl önce rahmetli babam, Yumurtacı Abdibey Caddesi’nde bir arsa almıştı. Buraları karış karış bilirim. Burada yaşayan hemşehrilerimin yaşadıkları sıkıntıları bilirim.”
40 yıl önce, ‘eski Türkiye’deki arsa alışverişleriyle başlayan, son 40 yılın ekonomik, politik seyrinin sonuçlarıyla birlikte bir ‘yeni Türkiye’ manzarasıyla sona eren ‘esas dönüşüm’e dair sufle veriyor aslında. İnşaat ekonomisinin büyük aktörlerinin, bölgedeki muhafazakar gettonun fırsatçı, ilkesiz, kurnaz zenginleşme teamülleriyle kol kola ve bunların müttefikliğindeki siyasal gücün himayesinde yürüttüğü bir talan.
* * *
‘Yeni Türkiye’, AKP’li yılların öncekilerden ayrılması için, bu partinin muhiplerince de, ona alaylı bir tonlama giydiren muhaliflerince de en yaygın kullanılan kavramlardan biri olageldi. Her iki taraf için de, beraberinde hep bir ‘Eski Türkiye’ iması ve tahayyülü taşıdı. Bugünkü iktidar, rejimde bazı yapısal değişikliklere giderken, bu değişimi ‘yeni’ ve ‘öncekinden daha iyi’ bir Türkiye’nin inşası olarak gösterecek şekilde kullanıyordu kavramı. Muhalefet ise bu yeni siyasal ve idari mimarinin ‘eskisinden kötü’ olduğuna dair olumsuz bir ima yükleyerek… Böylelikle ‘Yeni Türkiye’ mefhumu, esasen AKP ve Erdoğan’ın rejim üzerinde hakimiyet sağlamasından öncesi ve sonrasına ait hayali iki ülkeyi birbirinden ayıran ve birine karşı diğerini ‘destekleyenlerin’ tarafını gösteren siyasi bir sınıra dönüştü. Sanki bugünkünün müsebbibi olmayan, bugünkünden ‘daha iyi’ bir ‘eski Türkiye’ varmış gibi; yanılsamalı, melankolik ve hafızası zayıf bir sözde itiraz zemini.
Oysa Erdoğan-AKP yönetimi bile, bir süredir, ‘Yeni Türkiye’ mottosunun ‘eskisiyle kavga’ anlamı taşıyan vurgusunu azaltmış durumda. ‘Darbeler’, ‘vesayetler’, kuralsızlık, keyfiyet gibi, son noktada doğru ama işlevsizleştirilmiş işaretlerle tarif edilen ‘eski Türkiye’; o eski zahiri didişmenin değil, açık ittifakın, benimsenmiş ve gizlenmez olmuş soybirliğinin tarafı artık. Yapısal dönüşümü geliştikçe kendi eski fazlarıyla daha kolay barışan bir ‘tek devlet’, ‘tek iktidar’. Devlet ve kurumlarında dinselleşme, bir partinin, bir egemen siyasal fraksiyonun ‘zorlaması’, öznel tazyiki değil; bu kurumların özümsediği, o yönde deforme olduğu bir hakikat artık, örneğin. Seküler orta sınıfların temsilcisi görünümündeki muhalefetin, neredeyse her fırsatta İslami referanslara göndermeler yaparak ‘benimsediğini’ ibraz ettiği bir ‘gerçeklik’. Tek ağaç ve 5 metrekarelik yoluk çime, ‘burası yeşil alan, ben yaptım’ tabelası asan belediyenin de, niyet havuzuna atılan paraları harcayan müze müdürünün de, silahla hastane basan futbol starlarının da; bir gün söylediğinin tam tersini pişkince söyleyebilmenin, en üst seviyede bile trollük zanaatıyla yürütülen propagandanın, bunlar gibi onlarca başka ‘akıl dışı’ görüngünün de fiziksel ve tinsel olarak dahil oldukları bir sistem…
Panzehiri bunların tam tersi bir yerde olmalı: Doğayı, kentleri talan edip, felaketlere ve yıkımlara açık hale getiren, toplumsal ilişkileri ve en basit ilkeleri bile zedeleyen, emeği örgütsüz köleliğe, çalışmayı bir lütuf hapishanesine çeviren sisteme karşı; onun tüm ucubelerini yıkacağını, yeni bir yaşam ve sistem kuracağını, bunu hangi araç ve yöntemlerle yapacağını ilan eden bir yerde…