Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Defin Yasası – Nihal Kemaloğlu (Akşam)

Boşa akan gürül dereler, atıl duran ormanlar, karanlık gölgeli milli parklar, endemik çeşitliliğin şakıyan kuş sesleri’ kadar milli kalkınma ideolojimizin asabını ne bozar sorusunu sormayın…

Geç sermaye birikimimizin bedava kaynakları, ‘doğa SİT alanı, doğa koruma alanları, milli park’ arkaik tabelası altında dururken hangi Türk kapitalist girişimcinin kanına dokunmazdı ki?

Paraya dönüşme kapasiteleri yasalarla kullanım dışı bırakılmış, ekonomiye katkı sağlamayan bu ‘pasif’ varlıkları otoyol projeleri, nükleer/termik santral, binlerce HES, madencilik sektörü, sanayi ve turistik tesislerinin önünden çekme zamanı gelmemiş miydi?

Gelmişti, çünkü 2002 yılından beri bekletilen mevzuatı didiklenen Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasa Tasarısı Meclis’e gelmiş ve önümüzdeki günlerde onaylanması bekleniyordu.

Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasası’nı en veciz biçimde ‘Türkiye’nin anayasa koruması altındaki bütün tabii değerlerini ve biyolojik çeşitliliğini’ korumaya değil aksine ‘ekonomik kullanıma’ sunan otoriter tekelci yasa olarak tanımlayabilirdik.

Adıyla mevzuatı arasındaki dramatik çelişkiyi kurnazca ifade ve kavramları ters çevirerek, bağlamlarından kaydıran dil cambazlığıyla kuran neoliberal yasalarımıza Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasa Tasarısı’nı da tereddütsüz eklerdik…

Üstün Kamu Yararının Mealidir

Bu yasayla Türkiye yüzölçümünün yüzde 2′sini oluşturan doğa koruma alanları ve doğa SİT alanları üzerindeki ‘koruma’ kalkıyor ve ‘üstün kamu yararı’ ve ‘sürdürülebilir kullanım’ gibi paravan ifadelerle inşaat sektöründen-enerji tekellerine milli arazi tahsisi gerçekleşiyordu.

‘Üstün kamu yararı’ ifadesinin yapılaşma, metalaşma, finanslaşma, kaynak aktarımının önünü açan ‘büyülü piyasa parolasını’ temsil ettiği ülkemizde doğa üzerinden kalkınma modelimizle dünya çevre felaketi literatüründeki sıramızı almak üzereydik.

Örneğin ‘yabani bitki ve hayvan türlerinin bulunduğu alanlarımıza’ dair özel sektör ‘üstün kamu yararı’ icat ederse ‘kar odaklı kullanıma’ açılacaktı.

Yasanın temel felsefesini ve amacını veren 1. maddedeki ‘koruma- kullanma dengesi gözetilerek sürdürülebilirlik’ ve 2. maddesindeki ‘sürdürülebilir kullanımın sağlanması’ ifadelerine yerleştirilmiş ‘kullanım’ ve ille de ‘sürdürülebilir kullanım’ Batı’dan arak neoliberal jargonuna çok aşinaydık.

Türkiye, altına imzasını attığı bütün uluslararası sözleşmeleri bu yasayla olumsuzlarken, anayasanın ‘doğal SİT ve tabiat varlıkları’nı koruyan hükmü esnetiliyordu.

UNESCO’nun dünya mirası saydığı, dünyanın en fazla oksijen üreten eko sistemi Kaz Dağları’nda 36 siyanürlü altın şirketine arama ruhsatı vermiş sonra da yangın çıkınca siyanürlü su ile yangın söndüren çevreci bürokrat bilincimizin düzenlendiği ‘Tabiat ve Biyoçeşitliliği Koruma Yasası’…

Sit alanı ilan edilen arkeolojik alan, vadi, milli parklar, kıyılar, su havzaları, biyo genetik rezerv havzaları, yaban hayatı koruma sahalarını yeniden tanımlama ve işletme yetkilerini hükümet ve Çevre Bakanlığı tekelinde topluyordu.

Sözün özü; dağları, vadileri, ormanları delik deşik eden canına garez ‘sürdürülemez büyümemiz’ Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Yasası’yla bu yüzyılın en derin çevre felaketi coğrafyamıza mıhlanıyordu.