Ergin Yıldızoğlu’nun “Gezi Olayı”nın yarattığı yeni “zaman” üzerine düşünürken (http://www.sendika.org/2013/06/gezi-olayinin-yarattigi-yeni-zaman-uzerine-dusunurken-ergin-yildizoglu/) adlı makalesinde tartışılan ağ örgütlenmeleri üzerine düşünürken Henri Alleg’in Büyük Geri Sıçrama adlı eserini anımsadım.
Alleg yıkıntı Rusya’sında yaptığı röportajlarda “…bunca tarihsel ve dünya çapında zaferlerin kazanıldığı en az 70 yıllık sosyalist yönetim bu iflasa niçin ve nasıl varabildi?” sorusunun yanıtını arıyordu. Alleg’in Andrey adlı eski bir komünistle yaptığı röportaj çok şey anlatıyordu. SBKP Merkez komitesinde danışman ve Dış Politika Komisyonu’nun Mağrip Bürosu üyesi olarak çalışan Andrey yenilgiyi şöyle değerlendiriyordu:
..ama kendi çapımda benim de sorumluluklarım var. Kendime karşı yapabildiğim en önemli eleştiri, buyrukları ve yönergeleri hep yukarıdan beklemiş olmak; bunları, aynı görüşte olmadığımda, işlerin kötüye gittiğini gördüğümde, hatta tepki göstermek gerektiğini sezdiğimde bile tartışmasız yerine getirmiş olmaktır.
…
Düpedüz böyle davranmak, bir şeye karışmamak için yetiştirilmiştik; işte uğursuzluk burada. Tapınma döneminden artakalan bu tutum bizim en ciddi kusurumuzu oluşturdu ve bizi, durumdan çok iyi yararlanmasını bilen oportünistlerle sosyalizm hasımlarının saldırısı karşısında silahsız bıraktı.
Lenin en başından komünistleri bürokrasi tehlikesine karşı uyarıyordu. Bu bir liderin ileri görüşlülüğü ve kendisinden sonrakilerin basiretsizliği miydi? Sanmıyorum… 1949 yılında Stalin Edebiyat Ödülü’nü alan Gladkov’un 1924’te yayınlanan Çimento adlı romanı, SSCB’de işçi sınıfı ve bürokrasi arasındaki mücadeleyi tüm berraklığıyla ortaya koymaktaydı. Romanın sonunda işçi sınıfının temsilcisi olan Gleb, sınıfın desteği ve devrimci inadıyla parti bürokrasisini alt eder. Ancak kitabın sonunda okuyucu Gleb’in bu zaferinin anlık olduğunun, işçi sınıfı ve bürokrasi arasında çetin bir mücadelenin devam ettiğini fark eder. Biz, şimdi nihai sonucu da biliyoruz…
“Bürokratizmi, burjuva etkisinin örgütlerimize bir yansıması” olarak değerlendiren Stalin’in aksine bürokrasinin günümüzde bile örgütlerimize içsel olduğu, bu örgütlerin hiyerarşik yapılarının bürokrasiyi yaratıp beslediği ve bürokrasinin iradi hamlelerle tamamen ortadan kaldırılamayacağını düşünüyorum.
Peki ağ örgütlenmeleri, günümüzdeki hiyerarşik örgütlenmelerin yerini alabilir mi? Bu soruya henüz yanıt veremiyoruz.
Medya sosyal ağları yeni yeni keşfediyor. New York Times, sosyal ağları 2003 yılının “yeni” düşüncelerinden biri olarak kutladı. Kadushin’in (2012) belirttiği gibi sosyal ağlar, teknolojiden bağımsız olarak varlar ve sosyal ağ analizi metotları 1984’ten beri tren tarifelerinden,salgınların araştırılmasına kadar bir çok bilimsel çalışmada kullanılıyor. İnternet ve sosyal ağ uygulamalarıyla beraber yalnız medyanın değil akademinin de dikkati ağlara çevrildi ve bu konu hakkında yapılan araştırmalar arttı.
Sosyal ağlar, yukarıda belirtildiği gibi teknolojiden bağımsızlar. Örneğin, yapılan araştırmalarda obezitenin ağ ilişkileri oluşturan toplumsal bir olgu olduğu görülmüş. Bu yazıda ise sadece İnternet’teki sosyal ağlar ve örgütlenme üzerine etkileri tartışılacak.
Geçmişte, geniş ölçekli çabaların örgütlenebilmesi için aşağıdakine benzer kurumsal ve hiyerarşik örgütlenmeler bir zorunluluktu. Bu tarz örgütlenmeleri, ordulardan okullara, şirketlerden demokratik kitle örgütlerine kadar birçok alanda görebiliriz:
Örgütlenmenin konusu olan her işlemin bir maliyeti (zaman, ilgi, para vs) vardır. Geleneksel hiyerarşik örgütlenme modelleri, üyelerinin koordinasyonunu ve iletişimi kolaylaştırmayı hedefler. Diyelim ki en tepede okul müdürü, en altta da öğrenciler var ve okul müdürüne 1 hafta sonra 5. sınıf öğrencilerinin aşı olacağı bildirilmiş olsun. Müdürün tüm 5. sınıfları teker teker gezerek durumu bildirmesi bir tercihtir. Ama 5. sınıf şubelerinin sayısına göre zaman alıcı olabilir, ilgili sınıfa girdiği zaman öğrencilerin bir kısmı o gün okula gelmemiş, sınıfa girdiği anda öğretmen sınav yapıyor olabilir… Üstelik müdürün, görevinin gerektirdiği başka işleri yapması gerekiyordur. Bu durumda, müdürün 5. sınıflardan sorumlu müdür yardımcısına durumu bildirmesi, onun da ilgili sınıf öğretmenlerine ulaşması daha etkin bir yol olacaktır.
Dolayısıyla, hiyerarşik örgütlenmeler sorumlulukları uygun bir şekilde böler ve işlem maliyetlerini düşürür. Ama bir dezavantajımız vardır: hiyerarşide yer alan üyeler sadece altındaki ve üstündeki üyelerle enformasyon alışverişinde bulunurlar. Başkan ya da merkez yönetim kurulu, en tepede olduğu için tüm örgütün bilgisine sahip olduğu kanısındadır, hiyerarşinin en altında kalan üye ise iradesini ağaçları değil de ormanı gören başkanın ya da merkezin iradesine teslim eder. En tepe ile en aşağı arasındaki uzaklığı azaltmak isterseniz, aşağıdaki gibi aradaki katmanları kaldırmanız gerekir. Fakat bu seçenek de koordinasyon sorunlarını ve işlem maliyetini arttırabilir:
Geleneksel örgütlenme modelleri, işlem maliyetlerini düşürmek için oluşturulmuşlardır. Ancak bu örgütlerin kendilerinin ayakta durabilmesinin de bir maliyeti vardır. Hatta örgütün kendini koruma maliyetlerinin kuruluş amacının önüne geçmesi sık rastlanılan bir durumdur. Örgütsel yabancılaşmanın başladığı yerde örgütün varlığı da sorgulanır hale gelir. Daha doğrusu, sorgulanmalıdır diyelim. Çünkü çok fazla toplantıdan, bürokrasiden, yukarıdakilerin buyurganlığından, tabanı/çalışanı anlayamamasından şikayetçi olsak da daha anlayışlı ve becerikli yöneticiler dışında başka bir seçeneğimizin olmadığını düşünürüz. Andrey gibi…
Ağ örgütlenmelerine baktığımızda ise karmaşık bir yapıyla karşı karşıya kalırız, aşağıdakine benzer karmaşık diyagramlar oluşur ve açıkçası “hiyerarşik örgütlenmeye alternatif bu mu!” dedirtecek kadar ilginçtir:
Haklısınız, bir kargaşadan başka bir şey görünmüyor. Ama geleneksel yapıları sorgulamaya devam edelim. İnsanlar, bir araya gelirler ve örgüt kurarlar. Daha sonra kurulan bu örgüt üzerinden yeni insanlar örgütlenirler. Ordu, asker sayısını arttırarak; şirketler, yeni çalışanları istihdam ederek; partiler ve kitle örgütleri yeni üyeler örgütleyerek örgütlenirler. Kısacası, örgüt örgütler gibi bir ön kabulümüz vardır.
Ağların ise böyle bir ön kabulü ya da kuralı yoktur. Hiyerarşik örgütlenmeye karşı bir görünmez elden de bahsetmiyorum. Sadece ağın kendi kuralları ve işleyişi olduğunu, insanların ağda etkin örgütlenmeler oluşturabildiklerini vurgulamak istiyorum.
İnternet insanların bir araya gelmesinin önündeki engelleri ortadan kaldırıyor; kendiliğinden, merkezi bir yönetime, fiziksel bir mekana ya da yasal bir çatıya gerek duymadan ortak hareket edebiliyorlar. Mustafa Keser’in askerlerini bir de böyle düşünelim… Gençler kendi pratiklerini sloganlaştırıyorlar.
İnsanlar nasıl oluyor da ağlar da örgütlenebiliyorlar? Shirky, ağlardaki grup oluşumunu üç basamaklı bir merdivene benzetiyor.
Bu basamaklardan ilki ve en basiti paylaşım. Bir fotoğrafı ya da videoyu herhangi bir paylaşım sitesine yüklediğinizde, bir blog yazısı yazdığınızda bir paylaşımda bulunursunuz. Paylaşım, fazla bir beklenti oluşturmayan, son derece sıradan ve geleceği belirsiz bir grup eylemidir. Bir paylaşımda bulunduğunuzda, paylaşımınızın beğenilip beğenilmemesi çok fazla bağlayıcı değildir. İster beğenin, ister beğenmeyin; ben bunu paylaşıyorum dersiniz.
Paylaşımın bir sonraki aşaması işbirliğidir. Yüklenen bir videonun altına yazılan yorum ya da sohbet siteleri işbirliğinin en basit örneğidir. Birinci basamaktakinden farklı olarak şimdi tarafların uyması gereken kurallar vardır. Bir yorum, bir sohbet ancak karşılıklı kabul edilen bazı kurallar çerçevesinde gerçekleşir.
Ortak üretim ise işbirliğinin daha karmaşık bir biçimidir. Ortak üretimin en önemli özelliği katılımcıların beraber alması gereken bazı kararlar olduğudur. Örneğin, Vikipedi’nin ön yüzünde sadece hazırlanmış ansiklopedik bilgileri görürüz. Fakat arka tarafında ise hararetli tartışmalar yer alır. Bir çok makale, bu tartışmalar sonucunda oluşur. Özellikle çok sayıda geliştiricisi olan özgür yazılım projelerinde yoğun tartışmalar olur.
Sonraki basamak ise kolektif eylemdir. Shirky’e göre enformasyon paylaşımını paylaşımlı farkındalık, ortak üretim ise paylaşımlı yaratımdır. Kolektif eylem ise kullanıcının iradesinin grubun iradesine katılarak sorumluluğun paylaşılmasıdır. Kolektif eylem gruplarının en büyük zaafı, grup büyüdükçe, karar almanın ve ortak hareket etmenin zorlaşmasıdır. Eğer grupta sağlam ve kenetleyici bir kültür oluşmamışsa grup dağılır. İnternet gruplarının oluşumu ve dağılması çok hızlı olabilir. Bunun iyiliği ve kötülüğü tartışmalıdır. Çünkü yukarıda belirtildiği gibi, bir örgüt artık hedeflerinden uzaklaşmış ve tüm çabası kendi varlığını sürdürmeye dönmüşse artık bileşenlerine yarar değil zarar sağlar. İnternet’te sadece üyelerinin gönlü elvermediği için, kendisi için bir amaç haline gelmiş kolektif eylem gruplarını bulmak zordur, böyle örgütler olsa bile varlık maliyeti son derece azdır. Ama söz konusu kolektif eylem grubunun bir siyasi partinin yerini almasından söz ediyorsak durum değişir. Kırılgan bir örgüt yapısının, “yeniden kurulacak bir ülkeyi aşkla örmeye” yetmeyeceği açıktır.
Fakat ağların kendiliğinden bir işleyişi olduğunu düşünmek de büyük bir yanılgı olacaktır. Shirky’e göre başarılı bir grup oluşumunun kesin bir formülü yoktur ama başarılı bir grup üç bileşenin başarılı bir etkileşiminin sonucudur: Vaat, araç ve anlaşma.
Vaat, kişinin ağa katılım sürecinde “niçin katılayım?” sorusuna aldığı yanıtı belirtiyor. Uygun bir vaat, potansiyel bir kullanıcıyı, ağ örgütlenmesinin faal bir kullanıcısına dönüştürebiliyor. Burası, gerçek dünya ile onun bütünleyeni İnternet’in kesişme noktası. Ağ örgütlenme doğurmuyor, ama örgütlenmeye meyilli insanlar için bir platform sunuyor. Bu vaat, sadece kendini bir grubun üyesi hissetmek veya gelişmelerden haberdar olmak gibi son derece basit şekillerde de olabiliyor.
Araç ise ağın nasıl oluştuğu sorusunun yanıtını içeriyor. Twitter, Zello, bloglar, e-posta, anlık mesajlaşma, Youtube, Flickr, vikiler vs Şartlara göre herhangi biri uygun bir araç olabiliyor. Örneğin, e-posta 1970lerden beri kullanılan harika bir araç. Ama ortaklaşa bir yazıyı e-posta üzerinden sürekli gönderip alarak düzenlemeye kalktığınızda, hele bir de kullanıcı sayısı fazla ise sıkıntılı olabiliyor. Vikiler bu konuda çok daha esnek ve kolaylar. Twitter, kısa haberlerin ve bağlantıların paylaşılması için etkin bir araç. Ama Twitter’de arka arkaya tweet’lerle yazı oluşturmaya çalıştığınızda etkili olmuyor.
Anlaşma ise açık ya da üstü kapalı olabiliyor. Site sahibi ile kullanıcı arasındaki kuralları gösteriyor. Bir paylaşım ağında kurallar son derece basit olabiliyor. Örneğin, bir resim yüklerken, yüklediğiniz videonun arkadaşlarınız tarafından izlenebilmesini bekliyorsunuz. Site sahibi buna olanak sağlıyor, ama diyor ki içerik üzerindeki telif hakkından vazgeçmelisin. Bir başkası da onu kullanırsa böyle bir talebin olmamalı. Ortak üretim sitelerinde biraz daha karmaşık anlaşmalar var. Örneğin Vikipedi’ye katkıda bulunuyorsunuz ve bunun karşılığında Wales’ten Vikipedi’nin ticari olmamasını bekliyorsunuz. Wales’in herhangi bir şüpheli hareketinde insanlar çok hızlı bir şekilde Vikipedi ağını terk edebiliyor. Kolektif eylem ağlarında ise daha da kırılgan bir durum söz konusu. Örneğin doğrudan demokrasi talebiyle bir araya gelip ağ içinde buna karşıt oluşumlar belirdiğinde anlaşma bozulmuş oluyor ve kopmalar yaşanıyor.
Ağ oluşumları hakkındaki teorilere sonraki sayılarda ayrıntılı bir şekilde yer verilecek.
En baştaki soruya dönersek, ağ örgütlenmeleri günümüzdeki hiyerarşik örgütlenmelerin yerini alabilir mi?
Ağ örgütlenmelerini bu tarz bir tartışmayla sınırlamak doğru değil. Var olan bir siyasi partinin, demokratik kitle örgütünün ya da şirketin içinden hiyerarşik örgütlenme modelini çekip yerine ağ modelini yerleştiremezsiniz.
Ama…
Değişen alışkanlıklarımıza bir bakalım. Önceden buluşmalarımızı belirli bir saate ve mekana göre ayarlardık. Belirlenen saatte buluşulur ya da beklenilen gelmezse buluşma saatinden sonra beklemeden terk ederdik. Şimdi ise şöyle buluşuyoruz: Ben işten çıkınca seni ararım… Trafik çok yoğun, Meclis’in oraya yaklaşırken seni çaldırayım, sen de çık…
Hayat böyle akarken, özellikle bu yaşam biçimini içselleştirmiş bir kuşağın eski örgütsel biçimlerde rahat edemeyeceği de ortada.
Değişimin ve ağların sunduğu olanakları daha iyi kavrayabilmek için Shirky’nin Leipzig ve Beyaz Rusya karşılaştırmasına bir bakalım…
Doğu Almanya’da kitlesel bir eylem düzenlemek zordu. 1989 yılının ocak ayında Doğu Almanya’nın Leipzig şehrindeki bir avuç insan, polisin hemencecik dikkatini çekmeyecek, daha doğrusu dikkatini çekse bile önemsemeyeceği bir protesto düzenledi. Protesto zaten var olan bir sokak etkinliğinin (fuar) içine sızarak gerçekleştirildi. İlk protestoya 500 kişi katıldı ve 50’si gözaltına alındı. Benzer yöntem, daha sonraki haftalarda da uygulandı ve insanlar her pazartesi toplanmaya başladılar. Doğu Almanya hükümeti, bu cılız gösterileri önemsemedi. Hükümetin bu umursamazlığı insanların katılımını daha da arttırdı. Eylül ayına gelindiğinde hükümet durumun ciddiyetini anlamıştı. Müdahale etmek istedi, ama artık çok geçti. Ekimdeki gösteriye100 bin, kasımdakine 400 bin kişi katıldı, hükümet istifa etti ve iki gün sonra da Berlin Duvarı yıkıldı.
Düzenden rahatsız olanlar süreç içinde azar azar bir araya geldiler. Baktılar ki hükümetten rahatsız olan yalnızca kendileri değilmiş. Diğerlerinin farkına vardıkça hiç de yalnız ve güçsüz olmadıklarını fark ettiler.
Bu eylem biçimi daha sonra da kullanıldı. Hükümetlere müdahale etme fırsatı vermeyen ve toplumsal farkındalığı arttırıcı eylemler düzenlendi. Elbette hükümetlerin de Leipzig’den öğrendikleri vardı. Onların Leipzig’den aldığı ders ise küçük protestoları başlamadan ezmek ve görüntülerin dışarı sızmasını engellemekti. Yıllarca her iki taraf da rollerini layıkıyla yerine getirmeye çalıştı. Ama kuşkusuz hükümetler bu konuda daha avantajlıydı. Özellikle otoriter rejimler, küçük protestolara bile çok sert müdahalelerden çekinmediler.
2000li yıllara gelindiğinde durum değişti.
Flash mob adı verilen eylemler ortaya çıktı. İlk örneklerinin pek siyasi kaygısı yoktu. e-Posta ile haberleşiyorlar ve topluluk aynı anda aynı yerde buluşarak kısa eylemler yapıyordu: Bir mağazada buluşup birlikte bir halıya bakmak, Central Park’ta bir kayaya tüneyip kuş sesleri çıkarmak, San Francisco’da bir “Zombi Yürüyüşü” düzenlemek, Londra’nın Victoria İstasyonu’nda sessiz bir dans partisi düzenlemek gibi politik bir içeriğe sahip olmayan eylemler.
Daha sonra flash mob eylemlerinin politikleştiğini gördük. Beyaz Rusya’daki flash mob eylemleri ise Leipzig derslerini altüst etti. Hükümetlerin Leipzig’den aldığı ders küçük protestoları en başından ezmekti. Beyaz Rusya’nın otoriter hükümeti bu stratejiyi başarıyla uyguluyordu. Beyaz Rusya muhalefeti, ilginç (ama tanıdık) bir eylemle iktidarın baskısını aştı.
Bir blog yazarı, Oktyabrskaya Meydanı’nda toplanıp dondurma yeme eylemi yapmayı önerdi. İnsanlar meydana geldiler, tabi polisler de… Polisler dondurma yiyen insanları gözaltına almaya başladıklarında görüntüler tüm dünyaya yayılıyordu…
Beyaz Rusya Yazarlar Birliği yasaklandığında insanlar mahkeme önüne gelerek birlik üyesi yazarların kitaplarını okuma eylemi yaptılar. Nasha Niva gazetesi kapatıldığı gün ise Oktyabrskaya Meydanı bu gazeteleri okuyanlarla doluydu. Daha sonra gerçekleştirilen gülümseme eylemi ile hükümetin tüm ezberi alt üst oldu. Oktyabrskaya etrafında gülümseyerek dolaşan insanlara karşı yapacak bir şey yoktu.
Flash mob ile Pekin’de Çin liderlerinin oturduğu bir sitede bile cep telefonlarındaki kısa mesajlarla örgütlenen bir eylem düzenlenebildi.
Shirky, Lepzig eylemlerinin Beyaz Rusya’daki flash mob eylemleri ile karşılaştırırken Leipzig’deki eylemlerin örgütlenmesinin zahmetli ve yoğun medya sansürü nedeniyle görünürlüğünün sınırlı olduğunu belirtiyor. Bilişim teknolojileri sayesinde flash mob eylemlerini hazırlanışı son derece hızlı ve görünmez olabiliyor. Eylemin etkileri yerelle sınırlı kalmıyor, ağda hızla yayılıyor.
Taksim’de “Duran Adam” ile yaygınlaşan flash mob eylemleri pek alışık olmadığımız bir tarzdı. Biz bir grup öncünün belirli gün ve haftalarda otoritenin kendilerine gösterdikleri meydanlarda miting yapmasına ve birçok duyarlı insanın hiçbir şey yokmuş gibi günlük hayatlarına devam etmesine alışkındık. Taksim’de, öncülerin, duyarlı insanları alanlara çekebildiğini ve her yeri bir kez daha Taksim yaptığını gördük.
Her şey bir yana, İnternet, anlatılanı gerçekten bizim hikayemiz yaptı. İnternet ile insanlar bir anda Taksim’e dahil oldular, geleneksel medyanın sadece nesnesi olan insanlar, bir özne olarak hikayenin akışını değiştirdiler. Burada “İnternet ile”nin yanlış anlaşılmasını istemem. Shirky okuyucuları teknolojik determinizme karşı uyarıyor. Luther’le başlayan Reform’un nedeni matbaa değildi, ama Luther’in Katolik Kilisesi hakkındaki eleştirilerinin yayılması ve İncil’in farklı dillerde basılması ancak matbaa sayesinde mümkün oldu. Elbette ki İnternet de Taksim’in nedeni değildi. Fakat yalnız Türkiye’de değil, tüm dünyada, coğrafi ve kültürel sınırların ötesinde empati ağlarının kurulmasına olanak sağladı. Geleneksel medyanın sansürü ancak İnternet ile aşılabildi.
Özetle, Nazım, “anlamak gideni ve gelmekte olanı” diyor ama gidenin ve gelenin henüz ne olduğu belli değil. Ama çok şeyin değiştiğini, üzerinde bulunduğumuzun zeminin hızla kırılıp altından yeni “şeyler”in belirdiğini hissedebiliyoruz.
Yıllar önce, uzun bir ağ örgütlenmesinin ardından dernek çatısı altında örgütlenen Linux Kullanıcıları’nın söylediği sözler aklıma geliyor. Arkadaşlarımız zaten gayet güzel örgütlüydüler. Fakat çeşitli kurumlar tarafından daha ciddiye alınmak için bir dernek olmaları gerekmişti.
Gün ola, devran döne… Şimdi o kurumların ayakta kalabilmesi ve yeni ihtiyaçlara yanıt verebilmesi için İnternet’e, onun kurallarıyla ayak uydurması gerekiyor.
Yoksa bu gençler onları ciddiye almayacak!
Kaynaklar
Kadushin C (2012), Understanding Social Networks, Oxford University Press
Shirky C. (2010), Herkes Örgüt, çev. Şiraz P., optimist yayınları