Mühendislik ve Çevre Sorunları – Yücel Çağlar

Söze birkaç soru ile başlamak uygun olacaktır: Türkiye’de kamuoyu çevre sorunlarıyla yaygın olarak ne zaman ilgilenmeye başlamıştır? Bu soruyla ilgili olarak; 1980’li yılların özel bir “havası” mı vardı? Resmî görüş yanlıları sözkonusu sorunlarla neden bu denli ilgilenmiştir? Bu ilgiye karşın çevre sorununa yol açan hangi süreci durdurabilmişlerdir? Kamuoyu çevre sorunlarını tüm boyutlarıyla ne denli tartışabilmiş; gerçek nedenlerini kavrayabilmiş; üzerine düşenleri ne denli yapmış (ya da yapabilmiş), yapmasına olanak tanınmış mıdır? Geliştirilen çözüm önerileri ne denli gerçekçi olabilmiş, ne denli yaşama geçirilebilmiş; geçirilememe nedenleri ne denli sorgulanabilmiştir? Coşkulu “çevrecilik” dönemi aşılmış görünüyor. Öyleyse, artık,  bu tür sorgulamaların yapılması gerekiyor. Gerçekte bu alanda yaşananlar Türkiye’deki kültürlenme, giderek bilinçlenme süreçlerinin ne denli yüzeysel, çarpık olduğunu yahut kolaylıkla çarpıtılabileceğini bir kez daha açıklıkla ortaya koymuştur: Sorunları doğru tanımlamak, kaynaklarını belirlemek; gerçekçi çözüm önerilerini geliştirmek ve yaşama geçirmek; tüm bu aşamaları birbirleriyle tutarlı biçimde gerçekleştirmek ülkemizde, henüz gerektiğince yaygınlaşmış bir yaklaşım değildir. Bu gerçek, belki de en çarpıcı biçimde mühendislik hizmetleri (ve dolayısıyla mühendisler) – çevre sorunları ilişkisinde ortaya çıkıyor. Dolayısıyla tartışmayı bu boyuta indirgemek yararlı olabilecektir.

“ÇEVRE”, “ÇEVRE SORUNLARI”, KAYNAKLARI

Neyin “çevre” sayıldığı ve nerenin neyin çevresi olduğu soruları yanıtlanmadan çevre sorunları üzerinde tartışmanın fazlaca anlamlı olamayacağı açıktır. Çünkü yapılagelen yaklaşımlardaki algılanış biçimiyle “çevre” çoğunlukla insan ya da insanlar başta olmak üzere bireyin (ya da bireylerin) içinde bulundukları ortamdır. Bu yaklaşımda birey, içinde bulunduğu çevrenin içsel bir ögesi değildir; dahası, çevrenin bir ögesi bile sayılmamaktadır. Başka bir söyleyişle; bir yanda birey (ya da bireyler) bir yanda da “çevre” vardır. Dahası çevre birey için ve/veya bireye karşın vardır. Böyle algılandığı içindir ki yalnızca insanoğlunun çevresinde yol açtığı “değişmeler” sorgulanmıştır. Dolayısıyla da, sözgelimi insanoğlu çevresini kirletici, yok edici bir varlık sayılmıştır. Oysa, insanoğlunun tekil olarak çevresini etkilemesi, kimi kaynakları yok etmesi ne denli abartılırsa abartılsın sınırlıdır: Örneğin; ısınma ve/veya pişirme amacıyla çevresindeki ormanlardan ağaç kesmesi; yerleşmek için yeter genişlikte gördüğü bir araziyi üzerindeki bitki örtüsünden temizlemesi; atık ve artıklarını içinde bulunduğu ortama rastgele atması doğanın kendini yenileme gücü ile aşılabilecek dışsal bir etkidir. Bu düzeyde kaldığında insanoğlu da ve bu tür etkinlikleri de, öteki canlı ve cansızlar gibi çevrenin bir ögesidir: Çevre insanlı ya da insansız olabilir. Ancak, bütünsellik içinde algılanmak gerekir. Bu anlamda çevrenin bir kısmı ya da tümü değişebilir de yok edilebilir de. Gerçekte, uzun dönemli düşünüldüğünde, olumlu ya da olumsuz değişimler hep olmuştur ve doğal olarak bundan sonra da olacaktır. İnsanoğlu ile birlikte öteki canlılar ve/veya onlarca önemli sayılan varlıkların bozulması ve/veya yok olması olarak tanımlanan “çevre sorunları”, bir anlamda bu sürecin yalnızca bir yanıdır. Sorun, bu yanın boyutlarının yine insanlarca kabul edilebilir sınırlarının aşılması noktasında ortaya çıkmaktadır. Bu sınırın aşılmasında ise insanoğlunun yaşama olanaklarını artırma; bireysel, kurumsal ve ulusal kazanımlarını ençoklama güdüsü ve bu güdüyle sürdürdüğü etkinliklerinin biçimi temel etmendir: Bilindiği gibi insanoğlu varoluşunun her evresinde, biçimleri farklı olmakla birlikte bu tür etkinliklerde bulunmuştur ve şimdilerde de bulunmaktadır. Mal ve hizmet üretimi bu tür etkinliklerin başında gelmektedir. Ancak her türden üretim eyleminin güdüleri ve biçimi sözkonusu sınırın aşılmasına yol açmaz. Sözgelimi toplumsal yararın çok yönlü olarak ençoklanması ilkesiyle ve bilimsel bilgi temeline dayalı olarak tasarlanıp uygulanan ve denetlenen üretim süreçlerinin böylesi bir olumsuzluğa yol açabilmesi olası değildir; en azından rastlantısaldır. Böylesi bir yaklaşımla ele alındığında, sözgelimi kentleşmenin, sanayileşmenin ya da nüfus artışının çevre sorunlarının nedenleri olarak görülmesi olanaksızlaşır. Kentleşmenin, sanayileşme ve nüfus artışının göreli olarak çok daha yoğun olduğu “gelişmiş” ülkelerdeki çevre sorunlarının çok daha az kentlileşebilmiş, sanayileşmiş “azgelişmiş” ülkelerdeki ile karşılaştırılamayacak nitelik ve boyutlarda olması bu yönden anlamlıdır. Mühendislik hizmetlerinin ve dolayısıyla mühendislerin çevre sorunları olarak adlandırılan dönüşümlerle doğrudan ilişkisi de bu noktada ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan, yukarıdaki yaklaşım sürdürüldüğünde çevrenin ögeleri olarak;

. insanlar ve öteki canlılar (hayvanlar, bitkiler, ormanlar, mikroorganizmalar vb.),
. hava, atmosfer,
. arazi (tarım alanı, otlak, çayır, sulak alanlar vb.)
. tesisler (konutlar, işyerleri, dinlenme ve spor alanları, enerji üretim merkezleri, karayolları, sulama tesisleri vb.),
. denizler, göller, akarsular,
. üretim araçları, makinalar, taşıtlar başta olmak üzere çevrede görülebilen ve görülemeyen tüm varlıklar, nesneler, kısacası her şey sayılabilir.

Bunlar “çevrenin” statik ögeleridir. Çevrenin bir de dinamik ögeleri vardır: Statik ögeler arasındaki ilişkilerin biçim ve yoğunluğu çevrenin dinamik ögelerini oluşturmaktadır. Çevre sorunları da temelde bu ilişkilerin biçim ve yoğunluğunun bir çıktısı olarak gündeme gelmektedir. Bu gerçeğin ayırdına varılmaması nedeniyle tartışmaların çoğunlukla sonuçların sergilenmesi ve kimileyin de yine bu sonuçların temel alındığı çözümlerin üretilmesi çabalarıyla sınırlı kalmaktadır. Üretilen onca bilgiye, gösterilen onca çabaya karşın çevre sorunlarının giderek yaygınlaşması, ölümcül boyutlar kazanması bu tür eksik yaklaşımların bir sonucudur. Ancak, çevre sorunlarının ortaya çıkmasına yol açan dinamiklerin neler olduğu sorusunun yanıtlanması sözkonusu olduğunda olguya daha yakından bakılması gerekecektir. Bu bağlamda iki kümede toplanabilecek dinamiklerden sözedilebilir: Tikel düzeyde kalan teknik eksiklik ve/veya davranışsal aksaklıklar, bozukluklar, olumsuzluklar vb. oluşumlar öznel dinamikler kümesini oluşturmaktadır. Bu dinamikler, görece olarak daha yalın bir önlemle engellenebilir; sonuçları yine daha kolay bir önlemle onarılabilir. Mühendislik hizmetlerinin ve dolayısıyla mühendislerin çevre sorunlarıyla doğrudan ilgisi bu noktada ortaya çıkmaktadır. İkinci kümede toplanabilecekler ise nesnel dinamiklerdir: Üretim ilişkilerinin ulusal ve uluslararası ölçeklerdeki içeriği kapsamında yer alan her türlü olgu, oluşum bu kümede sayılabilecek dinamiklerdir. Örneğin mülkiyet biçimleri,  gelir bölüşüm süreçleri, sömürgecilik, emperyalizm tekelci yapılar ve oluşumlar vb. Sözgelimi; “emeğin sömürü oranı, büyük ölçüde emeğin sömürüsüne bağlı kâr oranı ve sermaye birikimi oranı bir yandan kaynakların tükenip yok olmasını diğer bir yandan da kirliliği hemen hemen tümüyle açıklayıcı nedenlerdir.”1 Çevre sorunlarının dünya ve/veya ülke yüzeyine yayılımından hareketle bu gerçekliğe pek çok örnek verilebilir.* Mühendislik hizmetleri ve bir noktaya değin mühendislerin bireysel ya da örgütsel olarak bu dinamikler üzerinde ne denli etkili, yönlendirici olabileceği açıktır.

Öznel ve nesnel dinamiklerin çoğu zaman ve durumda birlikte işlediği söylenebilir. Ancak, nesnel dinamikler, yine çoğu zaman ve durumda öncelikli ve belirleyici bir konumdadır. Bu nedenledir ki bireysel didinimler, bir de doğru bir stratejiden, gerekli araç ve gereçlerden yoksun iseler çevre sorunlarının çözümlenmesi yönünde yeterince başarılı olamamaktadır. Bu vargı, doğal olarak tek tek mühendisler ve/veya örgütleri için de geçerlidir. Ancak, yine bu vargı, bireylerin ve bu arada da mühendislerin ve/veya örgütlerinin çevre sorunları karşısında yapabileceklerinin olmadığı anlamına gelmemektedir kuşkusuz. Sorun bu değerlendirmelerin ışığı altında ele alındığında mühendislik hizmetlerinin çevre sorunlarının ortaya çıkması ve çözümlenmesinde ikili bir konumda bulunduğu söylenebilecektir: Mühendislik hizmetleri ve dolayısıyla mühendisler, gerek tek tek gerekse örgütleri aracılığıyla çevre sorunlarına yol açmayacak ve/veya çevre sorunlarını çözümleyebilecek teknolojiler ve üretim süreçleri tasarlayarak, giderek işletecek bir konum ve etkenlikte olabilir. Bu ya rastlantısal, daha doğru bir söyleyişle öznel ya da nesnel olarak gerçekleşebilmektedir. Açıktır ki kalıcı, yönlendirici etkinlikleri nesnel koşullarla sınırlıdır. Başka bir söyleyişle; mühendislik hizmetleri ve dolayısıyla mühendisler, ancak nesnel koşullar uygun olduğunda (ya da uygun duruma getirildiğinde) çevre sorunlarının önlenmesi ve çözümlenmesine katkıda bulunabilecek bir etkenliğe ulaşabilmektedir. Bu vargının gerçeklik düzeyi mühendislik hizmetleri ve mühendislerin üretim süreçlerindeki konumlarının tarihsel olarak ne yönde değiştiği irdelenerek sorgulanabilir.

MÜHENDİSLİK HİZMETLERİ VE MÜHENDİSLERİN KONUMLARI

İnsanların toplayıcılıktan üreticiliğe geçmesi bir bakıma hem mühendislik olgusunun gündeme gelmesinin hem de giderek karmaşıklaşacak olan çevre sorunlarının ortaya çıkmasının başlangıcı sayılabilir. Gerçekten de insanoğlu en yalın üretim eyleminde bile belirli bir teknikten yararlanmıştır. Bu anlamda olmak üzere, tekerlek sayılabilecek nesnenin yaşama girmesiyle aerodinamik oluşumların hareketlendirme güçleri arasına katılması, sonuç olarak aynı nitelikte olgulardır. Dolayısıyla, en yalınından en karmaşığına her türden üretim sürecinin tasarlanması, işletilmesi ve denetlenmesi işlemleri (ya da eylemleri) birer mühendislik hizmeti olarak algılanabilir. Ne ki, üretim süreçleri, dolayısıyla işbölümünün karmaşıklaşmasına koşut olarak mühendislik hizmetleri ve mühendislerin işlevi ve konumu değişmiştir. Bu değişim hem dikey (tarihsel) hem de ülkesel, yöresel, sektörel (yatay) vb. yönlerden eşanlı olarak gerçekleşmemektedir. Ancak, yine de mühendislik hizmetlerinin bu yönlerden genelleştirilebilecek kimi işlev ve konumlarından söz edilebilir. Örneğin, tüm ilkel komünal, köleci ve feodal toplumsal yapılarda “mühendislik” sayılabilecek hizmetleri üretenler bir “seçkin” sınıf olarak yönetici sınıf ve katmanların  arasında olmuştur. Üretimi, ilke olarak, egemen sınıf ve katmanların istemleri doğrultusunda tasarlamış ve işletilmesini sağlamıştır. Bu toplumsal yapılarda mühendislerin toplumsal kaynağı zanaatkârlar olmuştur. Yine bu yapılar için mühendisler; “edimini kuramsal bilgi ile içiçe genişleterek üreten zanaatkârdır” tanımı yapılabilir.

Feodal toplumsal yapıların kapitalizme dönüşümü mühendislik hizmetleri ve dolayısıyla mühendislere yeni konum ve işlevler kazandırmıştır: İşin parçalanması, bir yandan işçiyi her durumda bir başkası değiştirilebilecek bir varlık konumuna indirgerken bir yandan da bilimin, bilginin bedensel işgücünden farklı ve ondan bağımsız bir üretim gücüne dönüşmesine yol açmıştır. Başka bir söyleyişle bir yandan işgücü toplumsallaşırken bir yandan da bedengücü ile beyingücü arasındaki ayrım giderek büyümüştür: “Gerçekte, basit işbirliği döneminde başlayan ve manüfaktürde büyüyen bu ayrım, bilimi emekten bağımsız bir üretici güç yapar ve onun sermayenin hizmetine sokan büyük sanayi döneminde gelişimini tamamlar.”2 Büyük ölçekli sanayinin ilk evrelerinde buluşlar, yenilikler uygulanacakları üretim süreçlerinin dışında, birbirlerinden bağımsız olarak gerçekleştirilmiştir. Başka bir söyleyişle mühendislik hizmetleri bu evrede dışsaldır; bireysel bir etkinliktir. Ancak, üretim süreçlerinin başka üretim araçlarını üreten içerik kazanmasıyla birlikte bilginin ve teknolojinin üretimi de içselleşmiş mühendislik hizmetleri ve mühendisler de toplumsallaşmıştır: Artık mühendisler de yenilikçi ve/veya denetici olarak toplumsal emeğin bir parçası olarak toplumsal emeğin bir parçası konumunda sermayenin egemenliğine girmiş; temel işlevi, eylemlerinin temel güdüsü egemenin çıkarlarını ençoklamak, üretim süreçlerini bu doğrultuda geliştirmek olmuştur. “Sanayi Devrimi” olarak anılan gelişmelere yol açan dönüştürümler bu güdünün çıkıntıları olarak değerlendirilebilir. Sözkonusu dönüştürümler mühendislere öylesine büyük bir saygınlık kazandırmıştır ki “Büyük Bunalım”ın aşılmasına yönelik arayışlar sırasında birçok düşünür için mühendisler “kurtarıcılar” olarak değerlendirilebilmiştir. Örneğin ABD’li iktisatçı Thornstein Weblen’de (1857-1929) mühendisler, “İşletme çerçevesinde hayata geçirdiği rasyonalleşmeyi bütün topluma yayma rolünü” üstlenebilecektir. Weblen’e göre toplumun gönenci, sanayi sisteminin iyi işlemesine ve dolayısıyla da sistemin toplumu yönetme yeteneğine sahip tek ekip olan mühendislerin sıkı denetimine bağlıdır. 1930’lu yıllarda ise, yine ABD’de “teknokratik hareket” adıyla anılan eylemlerin liderlerinden Howard Scott’a göre; “Bu durumu bertaraf edecek tek çözüm teknokrasidir. Teknokrasi, bilimin sosyal düzene uygulanmasıdır… Bilimsel bir yönetimin gerektirdiği tarafsızlık sadece teknokrat uzmanların elindedir.” Çok daha yakın zamanlarda bir başka düşünürde de mühendis ve teknisyenler “yeni ilerici sınıf”tır. (A. Gouldner); siyasal iktidarın yayılırken tüm kültür alanlarını kavramasını “meşrulaştıran” bir güçtür. (H. Marcuse).

Bu noktada bir başka çağdaş gerçekliğin gözden kaçırılmaması gerekmektedir: Bilindiği gibi bilginin, tekniğin herhangi bir biçimde üretime sokulabilmesi öncelikle uygun bir yapılanmayı gerektirmektedir. Bu yapılanmada birimin amaçlarına ulaşmasını sağlayacak “uzmanlar”, her türlü en “uygun” kararı alma ve yine en uygun biçimde uygulama ortamlarının yaratılmasından sorumlu bir konumdadır. Ancak, aynı yapılanmada, bu uzmanların verimliliğini artıracak, onları yönlendirebilecek becerilere sahip başka “uzmanlara” da gerek duyulmaktadır. Böylece sözkonusu yapının yönetimi belirli bir bireyin gücünü aşmakta; giderek, yalnızca uzmanlar grubunun üstesinden gelebileceği boyutlar kazanmaktadır. Böylece Galbraith’in “teknostrüktür” olarak nitelendirdiği olgu ortaya çıkmaktadır.3 Teknostrüktür olgusundan, görece daha çok büyük ölçekli, yaygın ulusal ve uluslararası örgütlenmeye sahip ve çoğunlukla da çok ortaklı yapılanmalarda söz edilebileceği açıktır.

Teknostrüktür niteliğindeki yapılanmalar özellikle kamu işletmelerinin bir anlamda ayırt edici özelliği olarak değerlendirilebilir: Devletin temel organlarının yanı sıra özellikle mal ve hizmet üretimleriyle ilgili kurum ve/veya kuruluşların yaygın olduğu toplumlarda her türden üretim sürecinin tasarlanması, yaşama geçirilmesi, işletilmesi ve denetlenmesinde bürokrasi ve teknokrasinin etkenliği ortadadır. Büyük ölçüde devlete egemen olabilen toplumsal sınıf ve katmanların çıkarları yönlendirici de olsa, çoğu zaman, en azından seçeneklerin üretilmesi, ancak, kesinlikle uygulayıcı ve denetleyici olan bürokrasi ve teknokrasidir.

Son olarak, günümüz koşullarında üretim süreçlerinin niteliğindeki değişme ve gelişmelerin mühendislik hizmetlerine kazandırdığı yeni boyutlardan söz edilebilir: Günümüzde elektronik ve özellikle de bilgisayar teknolojisindeki gelişmelerin fizik, biyoloji ve matematik vb. bilim dallarında hızlandırdığı bilgi üretim süreci, mühendislik hizmetlerinin kendisini genişleterek yeniden üretme gücünü de artırmıştır. Bu gücün hem kendisini hem de çevresini dönüştürerek giderek ne denli büyüdüğüne yaşadığımız günlerden pek çok örnek verilebilir. Ne ki tüm bu gelişmelere karşın mühendislik hizmetlerinin birileri için sürdürülegelen üretim süreçlerinin genişletilerek yeniden üretilmesinin aracı olma işlevi değişmemiştir.

Görüldüğü gibi mühendislik hizmetleri ve mühendisler, daha genel bir söyleyişle de teknokrasi, “dün” olduğu gibi “bugün” de yaşama ortamlarının yeniden üretilmesi, geliştirilmesi ve/veya korunması, bozulması ve yok edilmesinde son derece önemli bir etkenliğe sahiptir. Soru, mühendislerin bu etkenliklerini nerede, ne zaman, ne denli ve ne yönde kullandığı ve/veya kullanacağı yahut da kullanmak durumunda olduğudur. Bu soruların yanıtları, açıktır ki iki düzlemde aranabilir: Ulusal ve uluslararası düzeydeki ekonomik, toplumsal ve kültürel ve siyasal değişme ve gelişmeler düzlemi mühendislik hizmetlerinin değişme ve gelişme yönünü de belirler kuşkusuz. Ancak, bir de birey olarak mühendislerin davranışlarını biçimlendiren dinamikler vardır. Sakalsız’ın da belirttiği gibi birey olarak mühendisin davranışları mesleksel dünya görüşü ile genel (dinsel, estetik, ahlâksal vb.) kültürel yapısına göre biçimlenir. Sakalsız, mühendislerin mesleksel dünya görüşünün başlıca öğelerini; i) bilimsel bilgilerin varlığına ve nesnelliğine, ii) bilimsel yöntemin doğruluğuna, iii) bilgi nesnesinin gayri iradiliğine, iv) her türlü sınai üretimin toplumun ilerlemesini sağlayan zenginliklerin kaynağı olduğu fikrine, v) emek sürecinin teknik rasyonalite ilkelerine göre düzenlenmesi gerektiğine, vi) bilimin sorunları çözebilme yeteneğine olan inancı ile profesyonel bilgiye saygı ve ideolojilerüstülük ve/veya politikadışılık düşüncesi olarak sıralamaktadır.4

İlke olarak teknoloji üretmeyen, aktaran ülkelerde mühendislik hizmetlerinin dolayısıyla da mühendislerin üretim süreçlerini tasarlamaktan çok, bu süreçleri üretildiği yerdeki tasarım biçimine uygun olarak işler kılmak konumunda bulunduğu bilinmektedir. Bu ülkelerde, genel olarak bürokrasi ile teknokrasi işlevsel olarak özdeşleşmiştir. Ne yasal ne de kurumsal olarak kararlı yapılanmaların bulunmadığı ülkelerde mühendisler, kimi durumlar dışında her bakımdan ikincil bir konumdadır. Öyle ki mühendislik hizmetlerinin doğası gereği olan “rasyonel” uygulamalara yönelebilmeleri bile rastlantısaldır; en azından süreklilik göstermez. Giderek, mühendisler, deyiş yerinde ise mühendisliklerine de yabancılaşırlar. Dolayısıyla hangi üretim sürecinin, nerede, hangi nitelik ve yoğunlukta sonuçlara yol açtığını (ya da açabileceğini) önceden sorgulamaları bireysel beceri ve sorumluluk duygularının gelişmişliğiyle kısıtlıdır. Toplumsal, demokratik denetim araçlarının gerektiğince işlememesi ise yönetimleri, dolayısıyla da mühendisleri uğraşılarının yol açabileceği olumsuzluklardan yana kaygılanmalarına gerek bırakmaz. Türkiye’de özellikle son on yıldır yaşanan ekonomik, toplumsal ve siyasal oluşumların etkisiyle mühendislerin içinde bulundukları durum hem bireysel hem de örgütleri düzeyinde bu gerçeği çarpıcı bir biçimde örneklemektedir.

TÜRKİYE’DE MÜHENDİSLER VE MÜHENDİSLİK – ÇEVRE İLİŞKİLERİ

Türkiye’de sürdürülegelen mühendislik hizmetlerinin ve mühendislerin konumları ve üretim süreçlerinin tasarlanması ve işletilmesindeki etkenlikleri ile ilgili söylenebilecekler, genel olarak, teknoloji üretmekten çok aktarma konumundaki ülkelere ilişkin saptamalara koşuttur. Ancak, hem tarihsel hem de yapısal olarak kimi özgül boyutlar da bulunmaktadır. Yalnızca Cumhuriyet döneminde yaşananlar ele alındığında bu yönlerden birbirinden farklı dörtlü bir alt dönemlendirme yapılabilir:

i) Cumhuriyetin ilk yıllarından 1940’lı yılların ortalarına değin uzanan ilk alt dönemde, bilindiği gibi toplumsal ve ekonomik yapının yeniden örgütlenmesine yönelik etkinlikler gündemdedir. Mühendis niteliğinde işgücü sayısı azdır. Ancak, yeniden üretmenin, yapılaşmanın getirdiği teknik bilgiye gereksinme büyüktür. Ulusal coşku doruktadır. Üretimin her alanda artırılması yaşamsal bir önem taşımaktadır. Bu koşullarda mühendislik hizmetlerinin ve dolayısıyla mühendis ve teknikerlerin büyük bir saygınlığa kavuşmaları olağandır. Dolayısıyla siyasal düzlemde askerlerin yanı sıra, onlara yakın düzeyde etken bir konumda yer almaları da kaçınılmazdır. Yeniden kuruluşta, giderek ekonomik büyümede teknik bilginin önemi hemen hemen her alanda kavranmıştır.

ii) İkinci Dünya Savaşı günlerinde ve sonrasında yatırımların yavaşladığı, kimi alanlarda da tümüyle durduğu 1945-1950 aralığı bir “geçiş dönemi” olarak değerlendirilebilir. Ancak, asker-sivil bürokrat ve teknokrat yönetim kadrolarına yönelik hoşnutsuzlukların da katkıda bulunduğu siyasal oluşumların sonuçlarını verdiği 1950-1970 döneminde yaşananlar mühendislik hizmetlerinin teknik ve teknoloji üretim süreçlerinden tümüyle dışlandığı bir alt dönemdir 1950-1979 arası. Gerçekte ulusal düzlemde teknik ve teknoloji üretme süreçleri de son derece sınırlı bir yaygınlığa sahiptir bu dönemde: Hemen her alanda teknoloji aktarımı yapılmaktadır. Öyle ki aktarılan teknolojinin ülke koşullarına uygunluğu bile sorgulanmamakta; dolayısıyla mühendislik hizmetlerine yalnızca üretim süreçlerinde değil, aktarılan teknolojinin uyumlulaştırılması ve işletilmesinin denetlenmesinde de herhangi bir etken işlev verilmemektedir. Bu altdönemde yaygınlaştırılıp yoğunlaştırılan altyapı yatırımlarının, karşıtı görünümüne karşın mühendislik hizmetleri yönünden yaşamsal önemde eksiklik ve/veya yanlışlıkları taşıdığı bilinmektedir. Yalnızca çevre sorunlarıyla ilgisi göz önünde bulundurularak somutlaştırılmak gerekirse tarımdaki makineleşmenin, ormancılıkta kitle üretimi ve tür değişikliği çalışmalarının, sanayide teknoloji ve yer seçimlerinin, ulaştırma ve kentleşme yapısındaki çarpıklıkların bugün Türkiye’de yaşanan çevre sorunlarının, bir anlamda altyapısı olduğu söylenebilir.

iii) Hemen hemen hiçbir boyutuyla gerektiğince sorgulanmayan 1970-1980 alt döneminde, belki mühendislik hizmetleri değil, ancak mühendisler ve örgütleri yepyeni* işlevler üstlenmiştir. Gerçekten de; mühendislik hizmetlerinin üretim süreçlerinin tasarlanması ile yeni teknik ve teknolojilerin üretilmesindeki etkenlikler 1970-1980 döneminde de artmamıştır. Ancak, dönemin sonlarında, en azından resmî çevrelerde artması gerektiğine ilişkin bilincin oluşmaya başladığı gözlemleniyor: IV. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda gündeme getirilen “Kamu Mühendislik Kurumu” yaklaşımı bu bağlamda değerlendirilebilecek anlamlı bir örnektir: Kurumun; “ilk aşamada makine imalat, demir-çelik, kimya, çimento, şeker, gübre, cevher hazırlama ve zenginleştirme sektörlerindeki kamu yatırımcı kuruluşlarının belirli mühendislik tasarım hizmetlerini üstlenmesi” öngörülmüştür.5 Ancak, 1980’li yıllardaki bilinen gelişmeler sırasında bu yaklaşım yaşama geçirilememiştir. Yine bu dönemde mühendislik-müşavirlik bürolarının sayısal olarak daha da arttığı söylenebilir. Ne ki mühendislik hizmetlerinin işlevinde, dolayısıyla da ülkedeki ekonomik, teknik oluşumların biçimlenmesindeki konumlarında önemli bir değişiklik görülmemektedir. Ancak, birey olarak mühendisler ve örgütleri dönemin toplumsal ve siyasal oluşumlarında, en azından bir “ses” olarak, önceki dönemlerinden farklı, dahası etken bir konuma gelmiştir.

Öğrenimi sırasında edindiği bilgiyi, mesleksel yaşamında kazandığı deneyimi ne denli uygulamaya aktarabildiğini sorgulamaya başlaması, dönemin siyasal oluşumlarının da katkısıyla mühendisler arasında köktenci davranışlara yönelime yol açmıştır: Mühendisler ve örgütleri bu dönemde, sürdürülemesine çalışılan ekonomik, toplumsal ve siyasal düzenin tümüyle karşıtı bir konumdadır. Her türden soruna bu karşıt konumda benimsenen genel yaklaşımlarla çözüm üretmek çabaları içindedir. Bu genel yaklaşımlarda ise mesleksel kaygılar ikincil, üçüncül konumdadır. Başka bir söyleyişle; 1970’li yıllarda “mühendislerin hareketi”nde, siyasal iktidarlara yöneltilen istemlerin biçimlenmesinde mesleksel nitelikte olanlar kesinlikle belirleyici değildir. 1950’lerin; “mühendislerin ekonomik faaliyetin içinde bulundukları ve ne işçi ne de patron oldukları için teknik, ekonomik ve toplumsal sorunları en iyi ele alabilecek unsurlardır” yaklaşımı6 artık aşılmıştır. Sergilenen eylemler, etkinlikler ise, kimi çevrelerinde güdülediği kamuouyunun mühendisleri ve örgütlerini karar alma süreçlerinden dışlamalarını daha da kolaylaştırmıştır: Üretimin tasarlanmasında, teknik ve teknolojilerin üretilmesinde işlevsel, etken bir konumda olmayan mühendislerin karar alma süreçlerinden de dışlanması, doğal olarak çevre üzerinde herhangi bir biçimde etkili olabilecek süreçlerin denetlenmesini rastlantılara bırakmıştır. Örneğin 1974 yılında gündeme gelen “Çevre Sorunları Bakanlar Koordinasyon Kurulu”nun 1975 yılında oluşturduğu “su kirlenmesi”, “hava kirlenmesi”, “toprak kirlenmesi”, “standartlar”, “proses ve teknoloji uygulama” danışma komitelerinde yalnızca Kimya Mühendisleri Odası görev üstlenebilmiştir. Oysa yine bu dönemde mühendisler ve örgütleri genel ekonomik ve siyasal istemlerinin yanı sıra çevre sorunlarını da tartışma gündemlerine almış, olanaklarının elverdiğince de çözümler üretme çabaları içinde olmuştur. Örneğin Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Kimya Mühendisleri Odası 1976’da “Marmara ve Boğazlar Belediyeleri Birliği” ile “Çevre Sorunlarını Önleme Projeleri Protokolü”nü bağıtlayabilmiş; TMMOB’ye bağlı Odaların çoğunluğunun katılımıyla “Tarihî Çevre, Yeşil Alanlar ve Kıyılar Korunmalı; Toplum Yararına Düzenlenmelidir” kampanyaları açılabilmiştir. TMMOB Orman Mühendisleri Odası’nın Antalya’da Dünya Bankası’nın desteğiyle kurulacak entegre kereste-kağıt tesisinin hammadde gereksinmesinin karşılanması amacıyla ormanların yıkımına yol açabilecek bir yaklaşıma yönelik karşı kamuoyu oluşturma çabaları da bu bağlamda anılabilecek çabalardandır. Öte yandan, mühendisler bireysel olarak da çevre sorunlarına yönelik duyarlılığı gündeme getirme, yaygınlaştırma çabası içinde olmuştur. Örneğin, Aydan Bulca’nın Mimarlar Odası Ankara Şubesi Başkanı olarak, henüz 1975’de, SEKA’nın yukarıda sözü edilen entegre kereste-kağıt tesisinin yol açabileceği çevre sorunlarına dikkat çekme çabası içinde olması anlamlıdır.7 Ancak, bu türden, bir anlamda “dışsal” çabaların siyasal yönetimleri, kamuoyunun mühendislik hizmetlerinin çevre sorunlarının önlenmesi ve çözümlenmesi yönünden de bu öneminin bilincine varabilmelerine yetmemiştir.

iv) Mühendisler 1980’li yıllarda saygınlığını büyük ölçüde yitirmiş bir meslek kamuoyudur artık. Bu dönemdeki siyasal, toplumsal ve kültürel oluşumların baskıcı, katılımı engelleyici içeriği, toplumun öteki kesimleri gibi mühendisleri ve örgütlerini de olup bitenler karşısında büyük ölçüde duyarsızlaştırmıştır. Oysa, 1980’li yılların ortalarına değin uzanan bu durağanlık içinde ülkenin siyasal, ekonomik, toplumsal yapısını büyük ölçüde değiştirebilecek anayasal, yasal ve kurumsal düzenlemeler yapılmıştır. Öyle ki bu düzenlemelerin pek çoğu kentsel ve kırsal çevrede sonradan onarılması olanaksızlıklara yol açabilecek doğrultuda olmuştur. Ayrıca, doğrudan çevrenin korunması ve geliştirilmesi ile ilgili çeşitli düzenlemeler de yapılmıştır. Örneğin, 1982 Anayasası’nın 56. maddesi ile devlete önemli ödevler getirilmiş; 2872 sayılı Çevre Yasası çıkarılmış; genel müdürlük/müsteşarlık/bakanlık düzeyinde kurumlar; ulusal ve yerel düzeyde kurullar oluşturulmuştur. Mesleksel uğraşı alanlarıyla doğrudan ilgili düzenlemelerden mühendislerin ve örgütlerinin özenle dışlanması ise bu çabaların ortak paydası olmuştur. Örneğin;

. 2872 sayılı yasa ile oluşturulan ve sonradan kaldırılan “Yüksek Çevre Kurulu” ile 389 sayılı KHK ile oluşturulması öngörülen “Mahalli Çevre Kurulları”nda,
.  383 sayılı KHK ile oluşturulan “Özel Çevre Koruma Kurumu”nda,
. “Hava Kalitesinin Korunması”, “Gürültü Kontrol”, “Kamu Arazilerinin Turizm Yatırımlarına Tahsisi”, “Tarım Alanlarının Tarım Dışı Amaçlarla Kullanımının Düzenlenmesi” yönetmeliklerinin uygulanması
vb. yasal ve kurumsal düzenlemelerin hiçbirinde, tümü yasayla kurulmuş kamu kurumu niteliğinde örgütler olan ve çoğunun çeşitli projeleri onaylama yetkisi bulunan mühendis ve mimar odaları ve üst örgütleri TMMOB’ye yer verilmemiştir. Doğrusu, bu dönemde meslek kuruluşlarının, özellikle de mühendis ve mimar odalarının, üst örgütleri TMMOB’nin bu doğrultuda ısrarlı çabaları da olmamıştır.

1980’li yılların ikinci yarısında ise çevre sorunlarına yönelik duyarlılığın her kesimde olduğu gibi mühendisler ve örgütleri arasında da yaygınlaştığı gözlemleniyor: Özellikle Mimarlar, Kimya, İnşaat, Şehir Plancıları Odaları ile TMMOB ve bu örgütlerin il koordinasyon kurullarının girişimleri ve çeşitli etkinlikleri bu bağlamda anılmaya değer yaygınlık ve yoğunlukta olmuştur. Öte yandan son yerel seçimlerde sosyal demokratların yönetimine geçtiği yerlerde yerel yönetimler ile Odalar arasında iş ve güç birlikteliği ortamlarının oluşması, bu doğrultudaki girişimlere önemli dayanaklar sağlamıştır. Ancak tüm bu gelişmelere karşın mühendislik hizmetlerinden ve dolayısıyla da mühendisler ve örgütlerinden işlevsel, etken yararlanma mekanizmaları kurulamamıştır.
Özetlenirse; Türkiye’de mühendislik hizmetlerinden gerektiğince yararlanma/yararlanamama ile çevre sorunlarının yoğunluk ve yaygınlığı arasında, son derece yüksek düzeyde ve aynı yönlü bir ilişki bulunmaktadır. Ki, bu da mühendislik hizmetleriyle çevre sorunlarının doğası gereği bir durumdur ve bir bakıma da kaçınılmazdır. Soruna bu noktada ayrıntılı ve daha şematik bakıldığında görülebilecek olanlar şöylece sıralanabilir:

1. Mühendis vardır;
1.1. Yeterli nitelik ve niceliktedir, ancak
1.1.1. Hizmetlerinden yararlanılmamaktadır.
1.1.2. Hizmetlerinden yararlanılmamaktadır. Çünkü;
1.1.2.1. Mühendisler gereğince duyarlı değildir.
1.1.2.2. Mühendisler ve örgütleri mesleksel çatışmalar içindedir.
1.2. Gerektiğince nitelikli; ancak nicel olarak yetersizdir.
1.3. Gerektiğince nitelikli değildir.
1.4. Hem niteliği hem de niceliği yetersizdir.
2. Mühendis yoktur.

Hangi dinamiklerin sonucu olursa olsun bu olası durumlardan herhangi biri ya da birkaçı yahut tümü birlikte ortaya çıktığında (ya da çıktığı içindir ki) çevre sorunları gündeme gelmekte; var olanlar pekişmekte ve yaygınlaşmaktadır. Örneğin;

• erozyon önlenemiyor,
• ormansızlaştırma giderek hızlanıyor,
• kentleşme düzensiz, altyapısız biçimde sürüyor,
• çevresine büyük yıkımlar getiren enerji sistemleri kuruluyor,
• tarımsal ilaç, gübre ve makine kullanımı, yanlış sulama toprağı kirletiyor, öldürüyor,
• içme suyu toplama barajlarının üzerinden karayolları geçiriliyor,
• sanayi ve evsel atık ve artıklar rastgele çevreye atılabiliyor,
• verimli tarım topraklarına sanayi tesisleri ve konutlar yapılıyor,
• ulaşım ve taşımacılığın yol açtığı kirlilik denetlenemiyor,
• kentsel yeşil alan düzenlemeleri sırasında önemli eksiklik ve yanlışlıklar yapılıyor; var olan birey ve topluluklara zarar veriliyor;
•  bitki ve hayvan türleri yok ediliyor,
• barajların kullanım sürelerini uzatabilecek önlemler alınmıyor

ise, öteki temel nitelikteki etmen ve dinamiklerin yanı sıra mühendislik hizmetleri için yukarıda şematize edilen durumların bir ya da birkaçı sözkonusudur. Güneydoğu Anadolu Projesi, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin gündeme getirdiği Ankara Kenti Ağaçlandırma Ana Planı, Yatağan ve Gökova’daki termik santraller, Murgul-Göktaş’taki bakır üretim tesisleri, SEKA’nın Silifke Taşucu’ndaki entegre kereste-kağıt fabrikası; Trabzon ve en son olarak da Bingöl ve Zonguldak çevresindeki su baskınları ve toprak kaymaları; kıyılardaki yapılaşmalar ve verilebilecek başka örnekler, temelde birer mühendislik hizmeti ürünüdür.
Üstelik de bu örneklerin hemen hemen tümü kamu kurum ve kuruluşları tarafından ya da bu kurum ve kuruluşların gözetiminde gerçekleştirilmiş yatırımlara ilişkindir. Başka bir söyleyişle; ilke olarak “kâr amacı gütmeyen” kuruluşların etkinlikleri ve yatırımları sırasında da mühendislik hizmetlerinden gerektiğince yararlanılmaması, Türkiye’deki çevre sorunlarının önlenmesi ve çözümlenmesine yönelik tartışmalar yönünden kesinlikle sorgulanması gereken bir olgudur. Kuşkusuz, çevrenin ögelerini metalaştıran ekonomik-politik süreçlerin belirleyici olduğu koşullarda bu sorgulamanın tek başına yapılabilmesi olanaklı değildir. Ayrıca; kendisini ve dolayısıyla geleceğini doğrudan ilgilendiren süreçlerin tasarlanması ve yaşama geçirilmesine demokratik katılım olanağı verilmeyen yurttaşların, bu arada da mühendis ve mimarların sözkonusu sorgulamayı kendiliklerinden yapması da, ne denli anlamlı yargılara ulaşılırsa ulaşılsın belirleyici bir etkenliğe kavuşamamaktadır.

Bu nedenledir ki, Türkiye’de mühendislerin en azından birey olarak Nermi Uygur’un şu dizelerindeki olguyu göz önünde bulundurmaları yararlı olacaktır:

“Teknikte her yapılabileni yapmaya kalkışmak;
delilik
aptallık
saygısızlık
sevgisizlik
cinayet
Teknik alanında;
yaptığın için
yapmadığın için
gereği gibi yapmaktan kaçındığın için
yapar görünüp yapmadığın için
alçakça sorumlusun hep.”

1 James O’Conner/Alexander Cockburn, “Sosyalist Ekoloji Ne Demektir; Neden Başka Türlüsü Olamaz?” (Çeviri: Aydın Pesen), 11. Tez, 1991/1, s. 160.
(*) Birleşmiş Milletler’de oluşturulan Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nun hazırladığı “Ortak Geleceğimiz” adlı rapordan bu amaçla yararlanılabilir.
2 Nilüfer Göle, Mühendisler ve İdeoloji (Öncü Devrimcilerden Yenilikçi Seçkinlere), (Çeviri: Eli Levi), İletişim, 1986, s. 35-36.
3 J. Kenneth Galbraith, Ekonomi Kimden Yana, Altın Kitaplar, (Çeviri: Belkıs Çorakçı), s. 126.
4 Ömer Sakalsız, “Teknokrattan ‘Yurttaş’ Mühendise”, 11. Tez, 1987/5, s. 218.
(*)       Bu “yepyeni” nitelemesinin farklı biçimde anlaşılması ve dışsal olarak değil de, içsel bir dinamik sonucu ortaya çıktığının gözönünde bulundurulması uygun olacaktır.
5 Algan Hacaloğlu, “Türkiye’de Mühendislik Hizmetleri” TMMOB Makine Mühendisleri Odası 1987 Sanayi Kongresi Bildirileri, 9-15 Kasım 1987, s. 536.
6 Bülten, Ekim 1954, TMMOB Yayını, Ankara.
7 Aydan Bulca, Haber Bülteni, 1 Ağustos 1975, TMMOB, Ankara.

*Birikim Dergisi’nin Eylül 1991 tarihli 29. Sayısından alınmıştır