Küresel Su Krizi, HES’lerin Günümüzdeki Asıl Yapılış Amacı ve Enerji Sorununa Alternatif Çözüm Önerileri / Derleme – Taner Aktekin*

HES’lerin anlamı günümüzde sadece enerji üretmek midir? Ayrıca Türkiye genelinde yapılması planlanan 600den fazla HES (Karadeniz 341, Akdeniz bölgesi 225, Doğu Anadolu 30, Güneydoğu Anadolu 20) ten üretilecek enerji Türkiye’deki tüketim payının yüzde olarak ne kadarını karşılar? Temelde sorun aslında nedir? Bu gibi sorulara cevap vermek için bu yazıyı yazdım. Ülkemizde toplumumuz, sanayimiz ve ekonomimiz için mantıken uygulanması gereken enerji politikalarını öne sürdüm; olabildiğince bilimsel verilere ve pratikteki sonuçlara dayanarak bunu belli bir mantık çerçevesinde açıklamaya çalıştım. Son olarak da enerji sorununa birtakım alternatif çözüm önerileri sundum. Öncelikle suyun ticarileştirilmesi konusundan giriş yapıyorum.
Kullanılabilir içme sularının kirletilmesi, yeraltı sularının geri dönüşümsüz olarak kullanılması, suların akış yönlerinin değiştirilmesi, iklim değişikliklerinin su kaynaklarına etkisi (küresel ısınma), sanayide tasarrufsuz su kullanımları ve endüstriyel tarımda vahşice suyun sondajlanması sonrasında içilebilir içme suların yüzdesinin tüm dünyada azalmasıyla başlayan süreci irdelersek küresel su krizinin boyutunu görebiliriz.
  • “Çin’de büyük ırmakların %80 i o kadar kötü durumda ki artık sudaki canlıların yaşamını sürdürmesine izin vermiyor ve şaşırtıcıdır ki büyük kentlerin altındaki bütün yer altı su sistemlerinin %90 ı kirletilmiştir.”
  • “Hindistan’daki ırmak ve göllerin % 75 i içilemeyecek veya yıkanılamayacak kadar kirlidir.”
  • “Avrupa Komisyonu’na göre, Avrupa’daki tüm yüzey sularının %20 si ‘ciddi tehdit altında’ ve BM de buna Avrupa’daki 55 büyük ırmaktan sadece beşinin artık ‘bozulmamış’ olduğunu ekliyor.”
  • “ABD’nin nehir ve akarsularının % 40’ı, balık avlama, yüzme yada içme için çok tehlikelidir. Göllerin % 46 sı da aynı durumdadır. Haliçlerin ve koyların üçte ikisi orta veya ciddi derecede bozulmuştur.”
  • “Latin Amerika’ ve Karayip adalarında 130 milyon insan güvenli içme suyuna sahip değildir ve (550 milyonun) yalnızca 86 milyonu yeterli kanalizasyon sistemlerine bağlıdır.”
  • “Afrika nüfusunun üçte birinden fazlası şu anda güvenli içme suyuna ulaşma imkanından yoksundur ve on beş yıl içinde her iki Afrikalıdan birisi ciddi su riski ile karşı karşıya olan bir ülkede yaşıyor olacak.
Özetlediğim bu konuya ek olarak; çoğu ülkede suyun arıtılması işlemleri de yetersiz kalmaktadır.
Bu konuya dönem dönem getirilmeye çalışılan çözümler;
“Su krizini hafifletmek için geleceğe yönelik tedbirlerin alındığı yerlerde çoğu ülke ve uluslararası finans kurumları, baraj, derivasyon ve deniz suyunu arıtma (desalination) gibi yüksek teknolojik çözümleri öne çıkarıyorlar. Her ne kadar bunların olmadığı bir dünyayı düşlemek kolay olmasa da, uzun vadede bunların tümü sorunun bir parçasıdır ve ihtiyacımız olan cevapları veremezler. Tersine, bu pahalı teknolojilerin hepsi, küresel su krizini daha da derinleştirerek yer aldıkları ekosistemlere büyük zarar verme potansiyeline sahiptir.”
Barajlar: Dünyanın dört bir yanına 45binden fazla büyük baraj, yaklaşık 2 trilyon dolar gibi bir maliyetle inşa edilmiştir. Her ne kadar barajlar elektrik üretimi, su ihtiyacını karşılama, taşkınların kontrolü ve su ulaşımını kolaylaştırma gibi birtakım yararlar sağladığı söylense bile; bu büyük barajlar, su altında kalmış toprakların organik maddelerini ve çürümekte olan bitki örtüsünü tutar; bu maddeler de sera gazlarının önemli bir kaynağı olan metan gazını üretir. Yani sera gazı salınımı artırır ve dolayısıyla küresel ısınmayı önemli ölçüde artırır ve tatlı su kaynaklarına en büyük tehditlerden birini oluşturur. Ayrıca büyük barajlar ırmakların akış düzenini ve sudaki yaşam ortamlarını bozar ve biyoçeşitliliği azaltır.
Derivasyon Kanalları: Su krizine yönelik başka bir yüksek teknolojik yanıt da, suyu doğada durduğu yerden alarak onu uzaktaki büyük kentlere ve endüstriye taşımaktır. Geçmişte su, su kanallarıyla taşınırdı. Oysa şimdi su dev borularla kaynağından çok uzaklara taşınabiliyor. Tıpkı günümüzde muazzam miktarlarda petrol ve gaz taşıyan boru hattı ağı gibi, dünyanın her yerinde suyu bir yerden başka bir yere taşıyacak büyük boru hattı ağları inşa ediliyor. Bu, koordine edilmiş bir planlama yada ekolojik bakımdan ne anlama gelebileceğine dair bir bakış açısı olmaksızın yapılıyor.Bu boru hatları çok pahalıya mal oluyor ve tıpkı enerji boru hatları gibi çevreye zarar veriyor.Su, ekosistemin can damarı olarak kendisine ihtiyaç duyulan bir havzadan alınırken, bu; kısa vadede su seviyesinin aşağı çekilmesi sonucunu doğurur, uzun vadede ise suyun tamamen tükenmesiyle sonuçlanabilir.Bu senaryo şu anda bile kırsal, yerli ve çiftçi topluluklarının ihtiyaçlarını büyük kentsel merkezlerle karşı karşıya getiriyor Aynı zamanda bir ülke diğer ülkelerce de üzerinde hak iddia edilen yer altı sularını çektiğinde, ülkeler arasında gerginliğe de neden oluyor. Ve su sistemleri satılan, gasp edilen yada düpedüz çalınan kırsal bölgelerin çölleşmesinin başlıca nedenidir.
Deniz Suyunun Arıtılması: Su endüstrisi tarafından heyecanla, su sıkıntısı çeken kimi ülkelerin hükümetlerince de istemeye istemeye dile getirilen üçüncü teknoloji ise deniz suyunun arıtılmasıdır. Deniz suyunun arıtılması; tatlı, içilebilir su yaratmak için deniz suyunu veya acı suyu buharlaştırma yada tuzlu suyu ince zar filtrelerden geçirme suretiyle tuzunun alınması işlemidir. Uluslararası Desalinasyon Birliği’ne göre; halihazırda dünya çapında 155 ülkede toplam günde 47milyon metreküp su üretme kapasitesine sahip deniz suyu arıtma tesisi vardır. Bu tesislerden iki bini Suudi Arabistan’dadır ki bu, dünyanın arıtılmış deniz suyu üretiminin dörtte birini oluşturur. Bu bir tesadüf olamaz. Deniz suyunun tuzundan arındırılması işlemi çok pahalıdır. Ve U.D.B ‘nin açıklamasına göre; küresel talep tahminen her yıl % 25 artacaktır. Öyleyse deniz suyunu arıtmanın, bazılarının iddia ettiği gibi sahiden çözüm olup olmadığını belirlemek çok önemlidir. Bu teknolojinin yakından sorgulanması, çevreye ve insan sağlığına yönelik önemli tehlikeleri açığıa çıkarır. Birincisi; deniz suyu arıtım tesisleri büyük oranda enerji-yoğun tesislerdir ve yerel enerji şebekelerine büyüjk bir ek yük bindirir. Dünya çapında sera gazı salınımlarını çok büyük oranda artırır, ki bu da tesislerin çare olsun diye inişa edildiği su kıtlığı krizini daha da şiddetlendirir.
İkincisi; bütün deniz suyu arıtma tesisleri ölümcül bir yan ürün, tatlı su üretiminde tuz erozyonunu önlemek ve temizlemek ve ters ozmoz zar süzgeçlerini korumak için kullanılan kimyasallar ve ağır metallerle karışmış zehirli bir derişik tuzlu su bileşimi meydana getirir. Tuzdan arındırılmış her bir litre suya karşılık bir litre zehir geri denize boşaltılır. Dünya çapındaki mevcut deniz suyu arıtma tesisleri, günde yirmi milyar litre atık üretir.
Üçüncüsü, deniz suyu arıtma sistemini besleyen su, ters ozmoz sürecinde süzülemeyen tehlikeli kirletilmiş maddeler içerebilir.
Tüm bu sorunlara rağmen siyasi liderler önlemler almıyor, çevrecileri dinlemiyorlar ve alternatif çözüm önerileri geliştirmeye yeltenmiyorlar. Üstüne üslük belli başlı yasaları delip daha büyük su ve çevre kirlenmelerine neden oluyorlar. Bizim ülkemizde de birçok örneği mevcut, daha fazla irdelemeyeceğim.
Tüm bu saydığım çözüm önerileri suların daha fazla kirlenmesine, küresel iklim değişikliklerinin artmasına ve su krizinin derinleşmesine neden oldu. Peki sonrasında ne oldu?
Ulusötesi Şirketlerin Suya Gözünü Dikmesi
Büyük tekel şirketlerin; Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve Birçok tekelci sermayedarın beraber kurdurduğu ve parasal destek verdiği fonlardan destek alan ajanslar, şirketlerin çıkarlarını korumak için büyük ulus ötesi su şirketlerinin bir araya gelerek kurduğu Dünya Su Konseyi ve Aquafed (daha çok BM, DB ve AB gibi uluslararası örgütlerle özel sektörü birleştirmek; yani lobi görevi yapmak amacıyla kuruldu) ortaya çıktı. Amaç neydi? Suyun özelleştirilmesiyle ilgili yoksul veya gelişmekte olan ülkelerin, güney ülkelerin devletlerine borç verip veya para hibe edip su ve altyapı sistemlerinin özelleştirilmesi için baskı yapılması, veya kurdurulan danışma şirketleri ve ajanslar aracılığıyla belediyelerin görüşülerek ikna edilmeye çalışılması gibi amaçlar vardı, ki bunları yaptılar. Ayrıca suları elinden alınacak halktan gelecek tepkileri sönümlemek, özelleştirme politikalarının önünün tıkanmasını engellemek ve tabanla uzlaşı sağlamak için STK’lar kurdurup uluslararası anlaşmalarla da bir dizi önlemler aldılar.
Son olarak küresel düzeyde su politikası uzlaşısı amacıyla dev küresel forumlar düzenlediler. Bu forumlar düzenlenirken kullanılan söylemler ; ‘sürdürülebilirlik’, ‘bin yıllık kalkınma’ , ‘suyun verimliliğini artırma’ ve ‘herkes için kaliteli su’ , ‘ STK’ların devreye girip uzlaşma sağlaması’ , ‘su güvenliği’ vs gibi temalar üzerine oldu genelde. Asıl olan ise sermayenin güvenliği garanti altına alarak sulara erişim hakkının ve dağıtım hakkının tamamen birçok uluslararası tekelci sermayeye devredilmesidir. Enerji üretiminden önce birincil amaç budur. Ayrıca su dağıtımının belediyeler eliyle değil özel sektör eliyle yapılması ve fiyatların piyasanın elinde şekillenmesi istenmektedir (Özelleştirmelerle gelecek/gelen fahiş zamlar vb. buna çok basit bir örnektir). Başta Karadeniz Bölgesi olmak üzere Türkiye’nin akarsu ve nehir ağlarına sahip olan her bölgesi su kullanım hakkı şirketlerce gasp edilerek talan ediliyor. Yerli veya yabancı sermayelerin geçen sene Türkiye’de düzenlenen 5.Dünya Su Forumunda ve yine düzenlenen diğer uluslararası ekonomik-ticari zirvelerde aldıkları güvenlik teminatlarının da bu konuda etkisi büyük.
Enerji sektöründe nedense bir patlama yaşanmaktadır HES’lerde… Örneğin toplamda 341 adet HES kurulması planlanıyor Karadeniz Bölgesi’ne ve hepsinden elde edilecek enerjinin ülkenin enerji gereksiniminin yaklaşık %3 ünü oluşturacağı söyleniyor. Mantıken baktığımızda da bir çözüm değil bu küçük akarsular, nehirler üzerine kurulacak HES’ler.
Bir HES temel atma merasiminde Çevre ve Orman Bakanı Eroğlu’nun itirafı:
“Bizim yapmaya çalıştığımız ekonomik büyümenin talep ettiği enerji ihtiyacını karşılamak ama aynı zamanda yerli ve yenilenebilir kaynakları en üst seviyede değerlendirmektir. İşte bu sebeple Su Kullanım Hakkı Anlaşması ülkemiz için bir milattır” (HES Temel Atma Merasimi Veysel Eroğlu’nun Konuşma Metni 03 Nisan 2008 – Karabük)
Ekonomik büyümenin halka yansıması ne? Bu gibi sistemi koruyucu ve sermayenin saldırılarını haklı kılacak sözleri çok duyuyoruz günümüzde. Her şeyi arz-talep döngüsüne bağlayıp olağan kılmaktan bıkmadılar, usanmadılar.
HES’ler yapıldıktan sonra derelerin/nehirlerin ve çevrenin haliyle ilgili bir örnek:
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=32277
EMO yakın zamanda HES’ler için bir komisyon kuracağını açıkladı. Güzel bir gelişme:
http://www.politeknik.org.tr/site/index.php/tmmob-haberleri/1968-emo-hesler-icin-komisyon-kuruyor.html
Ülkemizde Kullanılan Enerji Kaynakları ve Kurulu Santraller
[Enerji birimi olarak GWh (gigawatt-saat) , güç birimi olarak MW (megawatt) kullanılmıştır. Ayrıca: Enerji = Güç x Zaman ]
Öncelikle sistematik olarak; insanların yaşam alanlarına ve çevredeki diğer canlılara zarar verecek; gereksiz sanayi kirliliklerine yol açacak ve çevreyi tahrip edecek santrallerin kurulmasına karşı olmalıyız. Bunun için ülkemizde enerji tüketim oranlarına ve kayıp oranına değinecek; sonra santrallerin ve enerji aktarma amaçlı kullanılan hatların verimsizliğine dikkat çekeceğim ve ülkemizde ek santrallerin kurulmasının gereksizliğini anlayacağız böylece.
Sektörlere göre Türkiye’nin elektrik tüketimi ve kaynağa göre Türkiye’nin elektrik üretimi:
 
Verilerden de görüldüğü üzere; GWh olarak en büyük yüzdeyi endüstriyel alandaki tüketim oluşturuyor. Fabrikalardaki verimlilikler ülkemizde bilindiği kadarıyla çok düşük. Ülke sanayiisi; toplum ve kalkınma için çok önemsediğimiz bir şey. Fakat aşırı tüketim ve enerjide verim kayıpları anında topluma, halka yansıyacak kadar tehlikelidir ve bize elektriğe zam olarak, kısıtlı enerji kullanımı olarak geri döner. İnsanın en temel hakkı olan enerji hakkı, giderek pahalılaşıyor ve gittikçe gerekliliği artan bu meta; çözümsüz politikalar yüzünden aynı zamanda gittikçe erişilemez hale geliyor. Sadece toplum mu suçlu bundan. Tüketimi yapan biz olduğumuza göre biz diyeceksiniz. Hayır. Bu suçun çok büyük bir kısmı ülkede çözümsüz enerji politikaları uygulayan hükümette ve enerji sektörüne gözünü dikmiş olan; günümüzde saldırılarını iyice artırmış olan Uluslarlararası/Ulusal Sermaye gruplarında. Neoliberal kapitalizmin etkisiyle mantığı sadece arz-talep dengesi olan bu sistem gittikçe daha da farkettiğimiz oranda yaşam alanımıza saldırır hale geldi. En basit haklarımız olan su hakkı, barınma hakkı, enerji hakkı, ulaşım hakkı gibi aslında mühendislerin etkin çalışma alanlarını da ilgilendiren bu haklar üzerindeki kayıplarımız giderek artıyor. Kamusal alanın tasfiyesi; enerji sektöründe de dizi halinde meydana gelen özelleştirmeleri de beraberinde getirdi.
Özelleştirme ve enerji alanının piyasalaştırılması:
“AKP hükümetinin enerji alanının piyasalaştırılmasına dönük büyük hamleleri 2008 yılında başladı. Bu kapsamda elektrik dağıtım şirketlerinin özelleştirilmesi planı, bu şirketlerin sermaye için karlı bir alan haline dönüştürmek için maliyet bazlı fiyatlandırma ve otomatik zam uygulamasının yürürlüğe sokulmasıyla başladı. Bu uygulamalardan sonra elektrik faturaları periyodik bir biçimde zamlandı. Elektrik Mühendisleri Odası(EMO), son ihalelerden sonra, 2008 yılından itibaren yapılan zam oranını %72 olarak açıkladı. EMO yaptığı açıklamada, kamu yararı hiçe sayılarak yapılan son ihalelerle de ilgili iptal istemiyle yargı sürecini başlatacaklarını duyurdu.”
Bu açıklamadan özet olarak anladığımız şey; enerji alanı piyasanın eline bırakıldığı zaman insanların enerji hakkından mahrum kalacağıdır. Fahiş zamlar en basitinden hepimizin bir şekilde cebini yakıyor değil mi?
Mesleki ve sosyal alandaki tüketimle konutsal alandaki tüketim oranlarını topladığımız zaman yine büyük bir enerji tüketiminin de bu alanlarda olduğunu görüyoruz. Sokak lambaları ve yollardaki diğer enerji gereksinimleri, mesleğimizi icraa ettiğimiz ve sosyal faaliyetlerimizi gerçekleştirdiğimiz, kapalı-açık alanlarda tüketilen elektrik, konutlarımızda tükettiğimiz elektrik bu 2 tüketim alanına örnekler. Buradaki tasarruflar ne derecede olabilir, neler yapabiliriz? Bu sorulara cevaplar aramadan önce verileri irdelemek; ülkemizde üretilen-tüketilen enerji toplamına ve kurulu gücün [MW olarak] durumuna vs bakmak da gerekiyor.
Türkiye’de toplam elektrik üretimi 191558 GWh, toplam tüketim ise 152791 GWh olarak görülüyor 2007 verilerine göre (http://www.iea.org/stats/electricitydata.asp?COUNTRY_CODE=TR). Kayıpların çokluğu ise göze hemen çarpıyor. 26647 GWh kayıp enerji var ortada.
Türkiye’de toplam kurulu güç 36824 MW. Doğalgaz santralleri ise 2004 yılı verilerine göre 10131 MW ile toplam kurulu gücün %27.5 ini oluşturuyor.Ayrıca doğalgaz enerjisine yatırım 2004-2007 yılları arasında da devam etmiş ve tahmini olarak 2007 yılında bu kurulu güç artarak 15000 MW e ulaşmış (http://www.globalenerji.com.tr/hab-23000201-2,31@2300.html).
“Isı enerjisini elektrik enerjisine çevirmenin en çok kullanılan iki şekli gaz türbinleri ve buhar türbinleridir. Buhar türbinlerini döndürmek için su ısıtılır ve buharlaştırılır. Suyu ısıtmak işlemi temel olarak suyun enerjisini arttırmaktır. Bunun için kömür, odun, çöp aklınıza gelebilecek daha pek çok şey yakılabildiği gibi, nükleer reaksiyonlar veya güneş enerjisi de kullanılabilir. Su buharlaştırıldıktan sonra türbine gönderilir ve buharın sahip olduğu enerji, türbinde önce mekanik enerjiye sonra da jeneratörde elektrik enerjisine dönüştürülür. Gaz türbinlerinde ise sıkıştırılan havanın, doğalgaz benzeri yakıtlarla tepkimeye sokulmasıyla (yanmasıyla) enerji açığa çıkar, yanma odasından çıkan bu sıcak gaz karışımı ise türbini döndürür, elektrik üretir.
Buhar türbinlerinin elektrik üretmeye hazır hale gelmesi birkaç gün sürebilen bir işlemdir, gaz türbinleri ise saniyeler içersinde devreye girebilirler. Aynı zamanda gaz türbini santrallerinin ilk kurulum maliyeti buhar türbinli santrallere göre çok daha azdır. Öte yandan gaz türbinleri ile elektrik üretmek, özellikle doğalgaz ithal eden bir ülkeyseniz çok pahalıdır.”
Fosil enerji kaynaklarının sınırlı olduğunu ve çevreye verdiği zararları da göz önüne aldığımızda; elimizdeki mevcut santrallerin çevreye verdiği zararları önleme; tasarruf, verimlilik konularını 1.planda tutmak mantıklı olacaktır. ‘Gerekirse’ yenilenebilir enerjiye de yönelebilir. Nükleer enerji; çevreye verdiği zarar, korkunç geçmişi ve tamamen dışa bağımlılık getirmesi; doğalgazın dışa bağımlılığından kurtulacağız derken yine aynı konuma gireceğimizi eklediğimizde mantıksız bir çözüm önerisidir. Ayrıca Türkiye’nin enerji tüketiminin %13 ünü karşılayacağı söylenmektedir.
Tasarruf ve enerji verimliliği konusunda TMMOB ye bağlı meslek odaları EMO ve MMO nun çalışmalar yaptığını da ekleyerek ve bu vurguları tekrar ederek doğayla barışık birkaç çözüm önerisini aktarıyorum:
Doğayla Barışık Çözüm Önerileri
– Türkiye Elektrik İletim A.Ş. öngörülerinde açıklıyor: ” Tüm Türkiye’de evlerde tasarruflu ampullere geçilmesi durumunda %4-5 oranında enerji tasarrufu yapılabilir. Bu öneriyi küçümsememek lazım, size Küba’ dan bir örnek: Küba geçen üç yıl boyunca, 9 milyondan fazla akkor ampulü, tasarruflu ampullerle, büyük miktarda enerji tüketen 3 milyondan fazla elektrikli ev aletini yenileriyle değiştirmeyi başardı. Bu tedbirler ile yaklaşık 400 milyon dolar artırdı ve bir yıl için yaklaşık 1,2 milyon ton karbondioksit salınımını engelledi.
– Enerji tüketiminde düşük sınıflarda bulunan eski ev aletleri devletin hazırlayacağı bir dizi tasarruf politikası çerçevesinde toplatılıp yerine ucuz fiyatlara veya; ayrılan bütçe ve geri kazanılan enerji de hesaba katılarak ‘ücretsiz’ olarak yenileri halka teslim edilebilir.
– Sokak aydınlatmaları güneş enerjisi ile çalışabilir hale getirilebilir. Sokak aydınlatmaları ülke enerji tüketiminin %12’sine denk geliyor. Yani sokak aydınlatmaları güneş enerjisiyle çalışır hale getirildiğinde ciddi bir tasarruf sağlanabilir.
– HES yapılması istenilen dereler üzerine HES yerine akarsu tipi tribünler yapılabilir. Akarsu tipi tribünler derelerin üzerine kurulur. Akan su tribünden geçerek elektrik enerjisi ürettikten sonra su kendi yatağında akmaya devam eder. Bu akarsu tipi tribünler sayesinde çok büyük miktarlarda enerji elde edilemeyecektir ancak elde edilen elektrik bölgedeki köyün elektrik ihtiyacını ücretsiz olarak karşılamaya yetecektir.
– Enerji tasarrufuyla ilgili halka eğitimler verilebilir. Meslek odaları (EMO, MMO…) bu konuda çıkardığı broşürlerle bu eğitime destek verebilecek, hatta bu dersleri direk olarak halka verebilecek kapasitede olduğu görülmektedir (odaların enerji tasarrufu ve verimliliklerle ilgili broşürleri mevcuttur).
– Fabrikalardan atılan atık ısılar çevre bölgelerdeki kamu kurumlarına ( okul, hastane vb.) ; fabrikalara eklenecek dönüşüm sistemleriyle ve kurulacak ek tesislerle aktarılabilir ve ücretsiz olarak bu kurumların enerji ihtiyacı karşılanabilir.
– Bazı toplu kullanım alanlarında (sürekli kullanılmayan koridorlar, tuvaletler vb.) sensörlü lambaların kullanımı daha da yaygınlaştırılabilir.
– Ek olarak kamu hizmetlerinin tasfiyesi durdurularak özelleştirme politikalarının ülkemizde uygulanmakta olan sorunlu enerji politikalarını daha da açmaza sürükleyeceği göz önüne alınarak kamusal alanda yeni yatırımlar yapılmalıdır.
Kaynaklar:
– Mavi Sözleşme, Küresel Su Krizi ve Su Hakkı Mücadelesi – Maude Barlow / Çevre Mühendisleri Odası & Yordam Yayınları
– Politeknik – Halkın Sesi Gazetesi Özel Yazısı
– Fuat Ercan , Su Kullanım Hakkı Anlaşması: HES’leri ve HES’ler üzerinden değişimi anlamak
– Enerji Sorunu ve Sosyalizm – Birinci Bölüm: Türkiye’nin Enerji Sorunu / Beşinci Bölüm: Sosyalizm ve Enerji
– Dünyanın geri kalanı için bir örnek : Küba – http: //www.xweza.org/dunyanin-geri-kalani-icin-bir-ornek-kuba.html
– International Energy Agency – www.iea.org
Taner Aktekin*
Kocaeli Üniversitesi Makina Mühendisliği Öğrencisi
MMO Öğrenci Üye Komisyonu Üyesi