Kapitalizm iş cinayetleri tarihidir.
Tanım: İş Cinayeti
İş cinayeti, tabir olarak, literatürdeki iş kazası formlarından biridir. Önlenebilir özellikteki iş kazalarına dair, kazaya yol açan şeyin mevcut çalışma sistemi ve koşullarıyla ilgili olduğunu tespit eder. Dolayısıyla, bir kaza önlenebilir olduğu halde meydana geliyorsa, ihmalin varlığı kaçınılmazdır. Bu ihmalin adli bir vaka olarak çözümlenme sürecinde de cinayet soruşturması açılır, taksir, bilinçli taksir gibi hukuki terimler devreye girer. Yani suçluların bulunması için meselenin kişiselleştirilmesi gerekir. Bu bakımdan, ölümlü iş kazalarının bu türü, cinayet tabiriyle dile getirilir.
İş Cinayetleri: ‘Nedenlerin Nedenleri’
1. Sanayi Devriminden Sonra ‘İş’ Kavramı, Akademi ve Pazar
Sanayi Devrimi, bilimle teknoloji alanındaki devasa buluşların hem ürünü, hem de onların ‘pazarlanma’ ihtiyacına yönelik köktenci bir atılımdı. Bu bakımdan, Rockefeller’ların ‘halkla ilişkiler’ kavramı gibi yeni ilkeler edindi. Birbiri ardına keşfedilen yeni araştırma alanları bilimi baştan sınıflandırırken, söz konusu alanlarda üretilen her şeyin ‘metalaştırılması’ ihtiyacı giderek kendini daha çok hissettirdi. Buharlı gemilerin güvertelerinde sömürgeci ordular yerine toplu iğne kolileri taşıdığı ana kadar geçen emperyalist süreç, uğradığı bütün limanlarda ilk iş olarak kapitalist üretim makinesini kurdu.
Tüm bunlar olurken toplumsal yaşam ve onun en belirleyici aktivitesi olan çalışma yaşamı da tüm dünyada yeniden şekillendi. İnsanın ve toplumsal aktivitenin her noktasında kullanıma sunulan yeni teknolojilere ilişkin arz-talep düzlemleri, üretim açısından teknik beceriye sahip personelin istihdam sorununu doğurdu. Bunun karşılanmasının tek yolu, süreci tersine döndürerek üretimi bilime yönlendirmekti.
Mühendislik, böylesi bir noktada ortaya çıktı denilebilir. Her yeni bilimsel alan, o alanda üretilen metanın modellenmesini, teknik uygunluğunu ve karlılığını optimize edecek yeni bir disiplin ihtiyacı duydu. Bu noktada üniversite devreye girdi: ilk olarak kriptografi-elektronik, inşaat, makina, hammadde gibi alanlarda bölüm ve programları olan, zamanla her sektöre dönük şekilde genişletilen mühendislik fakülteleri kuruldu.
2. Küreselleşme ve Bologna Süreci
Kapitalizmin emperyalist niteliği pazar paylaşımı sorununu doğurduktan sonra, çıkan iki dünya savaşı ve soğuk savaşın ardından mücadelenin ‘kazananı’ ABD’nin hükümranlık dönemi başladı. Devasa tekellerce yönetilen tek kutuplu dünyaya ‘Yeni Dünya Düzeni’ (YDD) adı verildi. YDD yalnızca siyasi ve ekonomik bir hegemonya kurmadı; bir şekilde üretim ilişkisine hizmet edebilecek bütün alanları örgütleyen bir doktrini ortaya attı: neo-liberalizm. Buna göre, sanayi devriminden beri kaotik biçimde ilerleyen akademi-sermaye ilişkisi bir tertibe tabi tutuldu. ABD’deki yükseköğretim kurumları müfredatlarını, akreditasyon sistemlerini elden geçirdi, piyasanın ihtiyaçlarına göre kalifiye personel yetiştiren kurumlara dönüştü. Teknoloji üniversiteleri, özel kolejler açıldı. Bu noktada konuya ABD açısından baktığımızda, dünya tekellerini elinde bulundurması ile birlikte, bilim ve teknolojiye yapılan yatırımların niteliği, sürekliliği ve hacmi, ABD’yi süreçteki en etkin ülke haline getirdi diyebiliriz.
Kuzey Atlantiğin karşı kıyısı bu gerçeği 1999 yılında kabul etti: Avrupa’daki üniversiteler ABD standartlarını yakalama amacıyla radikal bir süreç başlattı. İtalya’nın Bologna kentinde yapılan bir dizi toplantı sonunda tarihe aynı kentin ismiyle Bologna Süreci olarak geçen, üniversitelerin lisans-yüksek lisans, müfredat, ölçme-değerlendirme ve mezuniyet programlarıyla sistemlerini kökten değiştiren, amaçlarından biri de üniversite-sermaye işbirliği olan çok katmanlı bir yola girildi. Çok geçmeden Almanya ve takiben Avusturya üniversite eğitimlerinde 3+2 (3 yıl lisans, 2 yıl lisansüstü) sistemi oluşturdu ve verilen derslerde ‘devamlılık esas’ hale getirildi. 2000 yılında ‘akademiye kapitalizmin çaktırmadan yedirdiği tatsız tuzsuz bir menü’ şeklinde eleştirilere maruz kalan sürece Türkiye 2004’te dahil oldu.
3. Üniversite-Sanayi İşbirliği: Mümkün Mü?
Üniversite-sanayi işbirliği, ilk bakışta endüstrideki kalıtsal sorunların AR-GE formülasyonlarıyla çözümüne yol açabilecek bir olgu gibi göründü ve ortaya atıldığı dönemde akademinin birçok seviyesinde hızlıca genel kabul gördü. Öte yandan, akademisyenlerin endüstriyel faaliyetlere danışmanlık yapma olanaklarını da genişletti. Her şey win-win ilişkisi gibi görünüyordu, küreselleşme heyulasının etkisi altına aldığı üçüncü dünya ülkeleri neredeyse hiç vakit kaybetmeden üniversite yerleşkelerini teknokentlerle, silikon vadileriyle doldurdular. Profesörler hem kaliteli hem de kazançlı projeler üretti, serbest pazar da üniversite yerleşkelerine laboratuvarlar, modern binalar inşa etti, bölümlere alet edevat aldı, ziyaretler düzenleyerek mezun olacak en başarılı ilk üçe iş sözü verdi. Kariyer günleri, holding fest’leri her yerleşkenin vazgeçilmezi oldu. Bahar şenliklerinde sponsorlu konserler, kuşe kağıda basılı görsel materyallerle duyuruldu. Öğrenci ayağı bu şekilde ikna edilirken, sanayi de personelini mesleki eğitimlere gönderdi.
Problem şuydu: bilginin iktidarı, kar etme düsturuyla çatıştı. Akademinin bilgi üretmek için özerkliğe, sanayinin de kar etmek için fizibiliteye duyduğu ihtiyaç sürekli artınca, zamanla işin pik noktasına gelindi ve balon patladı. Sesi de ilkin üçüncü dünya ülkelerinde duyuldu: sömürge tipi faşizmle ya da türevleriyle idare edilen, bilim ve teknolojiyi ithal eden ülkeler, küresel sermayenin güdümüne girdikçe akademiye yatırım yapmak yerine şirketlerini güçlendirmeyi seçtiler. Hal böyle olunca, üretilmeyen bilgi de dışarıdan devşirildi (Bunun Türkiye’deki en belirgin örneği, yetkin/uzman mühendislik ve yabancı mühendis istihdamı tartışmalarıydı). Gelinen nihai noktada üniversiteler var olan bütün niteliklerini kaybetti, saygınlığı ve itibarı gitgide azaldı, yeni kurulan fakültelerin orta öğretim kurumundan farkı kalmadı.
4. Bilim Teknik-İş Kazası İlişkisi
Öte yandan, çalışma yaşamında gitgide derinleşen işsizlik, güvencesizlik, taşeron sistemi gibi çarpıklıklar her sektörde kalıtsal hale getirildi. Özellikle büyük yatırımların karlılığını artırmak için bu yol seçilince, icra esnasında nitelikten çok nicelik ön plana çıktı. Bu da hem üretilen metanın, hem de onu üreten personelin niteliğini belirledi. Yani süreç tersine işledi: bilim sanayiyi belirlerken, kapitalizm fonksiyonuyla sanayi bilimi yok etti. Teknik bilgi ve beceri, etik, meslek onuru, çalışma ahlakı gibi kavramlar yerini verimlilik, işletme, oryantasyon, esneklik ve rekabete bıraktı.
Sonuçları korkunçtu…
Bir örnek üzerinden ilerlersek, Türkiye ekonomisinin lokomotifi olarak yükselen inşaat sektörü, ülkenin birçok noktasına karayolları, köprüler, kavşaklar, AVM’ler, iş kuleleri, kanallar, deniz dolguları, havalimanları, tüneller yaptı. Bu inşaatlar bizi en iyi bildiğimiz alanda Avrupa birincisi yaptı: iş cinayetleri.
Buradaki tablo istatistik değil, korku filmidir. Yalnızca 2014 yılında ampirik olarak her gün 607 iş kazası yaşanmış, bu kazalarda her gün 5 insanımız hayatını kaybetti. Dolayısıyla, iş kazaları ülkemizde ve bölgemizde insan hayatına kast eden başka bütün nedenlerden daha öldürücü ve çözülmesi bakımından en az diğerleri kadar acil öneme sahip. Öte yandan, örneğin 2014’teki Soma Katliamı, dünyadaki en büyük maden facialarından biri olarak literatürdeki yerini alırken, takip eden 4 yıllık süreçte kazaya yol açan sistematik sorunların hiçbirinin kalıcı bir çözüme kavuşturulması şöyle dursun, derinleştirilerek sürdürülmesi, faciadan hiçbir ders çıkarılmadığının ispatı niteliğini hala koruyor.
Bütün bunlar bize şunu gösteriyor: iş cinayetleri, eğitim zaiyatı kavramına benzer şekilde, artık çalışma hayatının bir parçası olarak görülüyor ve bu durum günden güne daha da kanıksatılıyor. Yaşanan ölümler istatistik olarak tutulup işletme verimliliğine ilişkin bir veri şeklinde değerlendiriliyor, işçi sağlığı ve iş güvenliği kavramı işyeri duvarına asılması zorunlu birtakım standart belgelerinden ibaret olan prosedürlere indirgeniyor, emniyetli çalışma şartlarının sağlanabilmesi yatırım hacmi ve firma itibarı korelasyonunda bir fonksiyon gibi algılanıyor. Yani bilim, kapitalist endüstrinin ‘arkasını topluyor’. İş cinayetlerinin sistematik nedenlerine odaklanan proaktif bir yaklaşım yerine, yalnızca istatistik ve sınıflandırma temelinde, sonuçlar üzerinden hareket eden, veri analizinden beslenerek yeni bir sektör yaratmanın peşinde koşuyor: İSG hizmetleri.
5. Sonuç Yerine: “İş Cinayetlerinde Devamlılık Esastır”
Toparlarsak, amacı insan hayatını iyileştirmek olan mega projeler çağımız, pratikte seçkin sınıfın plaza camlarını işçi sınıfının kanıyla siliyor. Alın terinin, emeğin, insanlık onurunun yerlerde süründüğü bir dönemde, önleyicilik üzerine tartışma açıp bilimselliği savunmak suçken, iş cinayeti işlemek serbestleştiriliyor. Bu koşullar altında, yani mühendisliğin uygulanabilirlik sorunu ile iç içe geçen çalışma yaşamındaki sömürü düzeninde yakın gelecek açısından umutlu şeyler söyleyebilmek olanaklı değildir. Bununla beraber, mühendisliğin kapitalizmde uygulanabilirlik sorunu içsel bir olgudur. Temel argümanı bilim ve tekniğe dayanmak olan, çevreye, insana, topluma, doğaya ve hayatın kendisine çözümler üretmeyi amaçlayan bir mesleği, kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı kaosun okulunda öğrenip, şantiyesinde bu değerlerle icra etmek olanaklı değildir. Bilimin temel ilkesini tekniğe uygulama şansı bulacağımız çağı açana dek de bu paradoks daha çetrefilli bir hal alacaktır. İş cinayetleri bir istatistik, işçiler ücretli köle olarak görüldüğü sürece üretilecek her yeni sistem kendi içinde aynı çelişki ve paradoksu barındıracaktır. Bugünün ‘kalkınma düşmanları’ ilan edilenler olarak yaptığımız her analiz, sunduğumuz her veri ve önerdiğimiz her çözüm bilim ve tekniği serbest piyasa ekonomisinin ihtiyaçlarına göre kullanma eğilimini ilkel ideolojiyle bütünleştiren, müteahhitliği mühendisliğin, paranın gücünü tekniğin üzerine koyan zihniyetin betondan kalelerine atacağımız ahşap bir oktan ibarettir. Ancak uçları demirdendir, çoğulluğu çeliğe iradesiyle özünü verir.
Ragıp Varol – Maden Mühendisi