“Bu kitap insanlığın fotoğrafıdır”
–Gabriel García Márquez
Sebastião Salgado’nun 1986-1992 yılları arasında yaklaşık 26 ülke gezerek adeta çekmediği, yarattığı bu muhteşem yapıt Workers için, şimdiye kadar zaten olumlu ve olumsuz onlarca makale yazılmış ve fotoğraflar yetkin kişiler tarafından yorumlanmış.
Salgado’nun hayatıyla ilgili Brezilya’da köylülere toprak bağışlamasından tutun da rahat ve konforlu yaşamını terk edip hayallerinin peşinden koşmasına değin efsaneleşmiş hikâyelerini bolca bulmak mümkün.
Asıl beni çeken şey, Sevgili Emek Erez’in Gazete Duvar’da yayınlanan ‘Sebastiao Salgado’nun gözü neler gördü?’ yazısı! “Trajedinin fotoğraflanmasının ‘ahlâki’ olup olmadığı konusunda bir tartışma sürüp gidiyor zaten” cümlesini oldukça önemseyerek, konunun sanatsal kritiğini sanatçılara bırakıp, bir işçi-mühendis olarak çıplak gerçeklik üzerinden biraz ilerlemek istiyorum..
Trajedinin fotoğraflanması -ki eğer trajedi insanların emeklerinin, duygularının, bilgilerinin, kültürlerinin, yaşamlarının sömürülmesi demek ise, gayri iradi ve mecbur bırakılarak maruz kaldıkları hayatsa, ‘bunun adı sadece fotoğraflamak değil, ifşa etmek, duyurmak demek’ olmuyor mu?
Biraz bu tarafından bakarak hayata, olup biteni nasıl ve nereden okumamız gerektiği üzerine düşünerek, çekilen trajedinin içine girerek, çamuru koklayarak kendimi Latin Amerika’da, Kuzey Kivu’da buldum. Elimdeki cep telefonuna bakarken üzerinde biriken hikayeyi düşünmekten kendimi alamaz halde!
Teğet yaşanan hayatlarımızda mesafeyi birbiriyle çakışacak kadar daraltmanın çarpışmak demek olmasının, yani ‘yaşamak’ olduğunu nasıl yorumlayacağımız bizim hikayemize dahil, insanlığın kümülatif hikayesine! Bazılarımız ise o hikayeleri çok güzel anlatıyor, Salgado gibi…
“Kimsenin fotoğraflarımdaki ışığı veya renklerin paletini takdir etmesini istemiyorum. Fotoğraflarımın insanları tartışmaların içine sürüklemesini, ses getirmesini ve insanları bilgilendirmesini istiyorum” derken, “Unutmayın bunlar yaşandı!” demek istiyor belki de. “Siz tanık olmasanız da yaşandı, size ‘kanıtları’ getiriyorum” diyor!
Bakmayı neden önemsememiz gerektiğini, neden sadece fotoğraf karelerini, her fotoğraf karesi “anlarımız” olsun, izlemeyip içlerine girmemiz, orada nefes almamız, koklamamız, o karenin içinde ki her şeye neden dokunmamız gerektiğini söylüyor Salgado.
Bir çağdaşı olarak Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nda Salgado’nun özellikle Brezilya’da altın madenlerinde çektiği fotoğrafları adeta dile getiriyor: “… Aptallığa oldukça benzeyen bir suskunluk içindeydik…” diyerek başladığı bu efsane kitap, Latin Amerika ülkelerine neden ‘gelişmekte olan ülkeler’ dendiğini ve işçi sınıfının acımasızca yoksullaştırılmasına neden ‘gelirin gerileyen yeniden dağılımı’ dendiğini, kelime kelime, kitabın adını hücrelerinizde hissedeceğiniz kadar ince bir üslupla dillendirmiyor sadece, Salgado’yu madenlere çeken şeyin ne olduğunu ve neden insanları düşünmeye, tartışmaya ve konuşmaya çekmek istediğini de pekala tarif ediyor.
Latin Amerika’nın Kesik Damarları’ndan çekilip alınan sadece madenleri, petrolleri, kahve ve kakaoları değil, halkların dilleri, kültürleri, özgürlükleri, dansları, aşları, aşkları, emekleri, hayalleri aynı zamanda… Salgado’nun fotoğraf gelirlerinden kazandığı parayla satın aldığı toprakları Brezilya’da ki yoksul köylülere neden bağışladığı sorusunun altında romantize edilemeyecek kadar derin ve köklü bir öykü yatıyor, gerçek, trajik bir öykü!
Galeano’nun Zamanın Ağızları kitabında yer verdiği ‘Zamanın Zamanları’ hikayesi tam olarak büyüteç tutulmuş bir Salgado hikâyesi:
“O da bir hayalet. Saint Elie halkı ölüler bile kalkmak istemediğinden mezarlığı bile olmayan bu terkedilmiş madende taşları öğüterek, kumları eşeleyerek çamurların içinde yaşamayı sürdüren birkaç ihtiyarı böyle çağırıyordu.
Bu madenci yarım yüzyıl önce çok uzaklardan geldi, Cayeno Limanı’na vardı ve vaat edilmiş toprakları aramaya girişti. O zamanlar burada altın meyveli bahçe çiçeklenmişti ve altın açlıktan ölen herhangi bir yabancıyı kurtarıp iyice tombullaşmış olarak evine geri yolluyordu; eğer şans isterse.
Şans istemedi. Ama bu madenci burada yaşamayı sürdürdü; bir paçavradan başka elbisesi olmadan, hiçbir şey yemeden, sivrisinekler tarafından yenerek yaşadı. Hiçbir şeyi arayarak, tablanın önüne oturup onu güneşin acımasızlığından ancak koruyabilen kendisinden daha ince bir ağacın altında gün be gün kum eleyerek yaşadı durdu.
Sebastião Salgado hiç kimsenin uğramadığı bu kayıp madene varıyor ve onun yanına oturuyor. Altın avcısının yalnızca tek bir dişi kalmıştı, konuşurken ağzının gecesinde parıldayan altından bir diş:
⁃ benim karım çok güzeldir, diyor; kırık silik bir fotoğraf gösteriyor.
⁃ beni bekliyor diyor; kadın yirmi yaşında
kadın yarım yüzyıl önce, dünyanın bir yerinde yirmi yaşında.”
Zamandan, hayattan ve gerçekten soyutlanmış bir köle insan. Elinde tuttuğu tek insanca şey ise elli yıl uzaklıkta!
Bu hikayeyi Galeano’nun Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nda dediği “kurban-cellat ilişkisi, hazin diyalektik: onur kırıcı yapı uluslararası pazarlarda ve mali merkezlerde başlar ve her yurttaşın evinde biter” tespitine bağlamadan geçip gidemiyorum…
Üstelik Salgado’nun dünyanın birçok ülkesinde çok farklı kültürlerde ve coğrafyalarda madenciler, tarım işçileri, liman işçileri ve daha niceleri olmak üzere zamandan ve mekandan bağımsız, esasında aynı cellatların ve kurbanlarının fotoğraflarını çekerek, “ne İspanya’da, Fransa’da madenlerdeki kurbanların Brezilya’daki kurbandan farkı var ne de cellatların!” diyerek adeta fotoğraflarıyla Galeano’ya selam çakıyor. Sanırım rahatlıkla diyebiliriz ki; Galeano, yurtsuz, hayalsiz, aşksız bırakılmış, hayatının esasında kaybolan hüzünlü fotoğrafına bakan Altın Avcısı’nın sınırları aşan hikayesini yazıyor, sadece evine değil kalbinde bir yerlere de çoktan çöreklenen trajediyi ise Salgado fotoğraflıyor!
Ne dersiniz, bu fotoğraf Altın Avcısı’nın hayalinin fotoğrafıdır belki!
İspanya’dan Latin Amerika’ya…
Salgado fotoğrafların sadece buzdağının görünen yüzü olduğunu söyler ve o fotoğrafların arkasındaki gerçek hayatın oldukça farkında ve içindedir.
Bir an düşünmekten alamıyorum kendimi etrafıma bakarken, ‘nesneleştirmeden’ hayatı, bütün gerçekliği ile kavrayıp, an’da ölümsüzleştiren bir fotoğrafçı gibi, Salgado gibi bakmak dünyaya! Sanırım en tarif edilmez tarafı bu, Salgado’yu tanımaya karşı koyamıyor oluşun!
Üretim araçları, yöntemleri belki aynı değil ancak hikaye aynı! Gelişen ve inanılmaz hızla değişen teknoloji toplumlarında görünen sadece işin süslü yanları. Christian Fuchs’ın ‘dijitalleşmenin kapitalist biçimde gerçekleştiği dünyada emek nasıl değişiyor?’ sorusunun cevabını aradığı Dijital Emek ve Karl Marx kitabında verdiği şu örnek sanırım yeterlidir: “Kuzey Kivu’da mobil telefon ve bilgisayar üretimi için mineral çıkarılan madenlerde çalışan Muhanga Kawaya’nın “küçücük delikte sürünürken, ellerinizi ve parmaklarınızı kullanarak kazıyorsunuz ve nihayet delikten çıktığınızda elinizdekini almak için asker bekliyor.!”
Altın Avcısı’yla Muhanga arasında benzerlik size de hatırlatmıyor mu o sarsılmaz gerçeği, Anlatılan sizin hikayenizdir!
1844 El Yazmaları’nda Marx, “Politik iktisat, işçiyle (emek) üretim arasındaki dolaysız ilişkiyi göz önüne almayarak, emeğin kendi içinde yatan yabancılaşmayı gizler. Emek zenginler için gerçekten çok güzell şeyler yaratır – ama işçi için ürettiği yalnız yoksunluktur. Emek saraylar üretir – ama işçi için ürettiği izbelerdir. Güzellik üretir – ama işçi için, çirkinlik! İnsan emeğinin yerine makinalar koyar – ama işçilerden bazılarını barbarca bir çeşit çalışmaya iteler ve başka işçileri de makinalaştırır. Zeka üretir – ama işçi için ürettiği aptallık, budalalıktır. Emekle ürünleri arasındaki dolaysız ilişki, işçiyle kendi ürettiği nesneler arasındaki ilişkidir.” diyerek tek altın dişi olan Altın Avcısı’nın hikayesinde ki yabancılaşmayı tariflemişti zaten! Kendi alınterini dökerek yarattığı ürünün ve emeğinin, karşısına yabancı bir güç olarak, bir düşman olarak dikilişinin hikayesi!
Fotoğrafların renklenmesi dışında hikayelerin farkları yok!
Eduardo Galeano Salgado’yu şöyle anlatmakta haklıdır sanırım: “Salgado’nun fotoğrafları insan acısının çok yüzlü bir portresini sunuyor. Aynı zamanda bizi insan onuruna saygı duymaya davet ediyor. Bu açlık ve acı görüntüleri, yabani açık yürekliliğin ürünleri ama aynı zamanda saygılı ve edepli. Sefalet turizmiyle hiçbir ilgisi yok. Bu çalışmalar insan ruhunu lekelemiyor, onu açıklamak için nüfuz ediyor. Hayırseverlik dikeydir, aşağılar. Dayanışma yataydır, yardım eder. Salgado içeriden fotoğraf çekiyor; dayanışarak.”
Yukarda ki pasajdan cımbızlayarak ‘Hayırseverlik dikeydir, aşağılar. Dayanışma yataydır, yardım eder’ cümlesini, Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nda kurduğu şu soruya bağlamak istiyorum; “bizi felçli bırakanların tekerlekli sandalyelerini kabul mü edeceğiz?”. Asıl soru bu iken nasıl oluyor ve ne zaman biz tekerlekli sandalyenin bir ihtiyaç olduğu ve bize tekerlekli sandalye bağışlayanların büyük hayırseverler olduklarını düşünmeye başladık? Bu trajikomik durum gerçeğin katman katman yer değiştirerek birbirinin yerini nasıl aldığını ve bizim nasıl gerçeğe ve kendimize yabancılaştığımızı izlememizi sağlıyor.
Salgado sadece bakmayı değil dokunmayı da seçti diyebiliriz belki, belki dokunmak yabancılaşmaya meydan okuma şeklidir, fotoğraf çekmek ise dayanışmak!
Gözlerimizden süzülüp bize değen gerçekleri reddetmeden görüp, yüzleşme niyeti ve cesaretimiz bizi mutlu edecek olan şeydir belki, kim bilir! Salgado’nun fotoğraf makinasını alıp madenlere giderek hayata temas etme cesareti göstermesi gibi!
Hayata gerçek gözlerle, anlayarak, düşünerek ve değer katarak bakmak belki biraz daha yaşanası bir dünyanın kapılarını aralar. Ahlaki olan tek şey hayata hakikatle bakmak, dokunmak sanırım ve kadrajı bu açıda tutmakta ısrarlı olmak!
Nihal Tanbay
Makina Mühendisi