İnşaat Mühendisleri Odası: “17 Ağustos depreminin üzerinden 17 yıl geçti, tehlike sürüyor”

Dünyanın oluşumundan bugüne kadar depremler hep vardı bundan sonra da sürekli olarak var olacaktır. Ülkemiz, 17 Ağustos 1999 tarihinde son yüzyılın en büyük felaketlerinden birini yaşadı. Doğu Marmara`da büyüklüğü 7.4 olan ve yaklaşık olarak 45-50 saniye devam eden bir deprem oldu. Merkez üssü GÖLCÜK olan bu deprem büyük bir afet ortaya çıkardı.

Türkiye yaklaşık olarak dünyadaki depremlerin 1/5`ini oluşturan Akdeniz-Alp-Himalaya adıyla anılan en etkin deprem kuşağı üzerinde yer almaktadır. Ülkemizi kuzeyden güneyden ve batıdan saran bir deprem kuşağı topraklarımızın %92`sinde deprem tehlikesi yaratmaktadır.

Deprem riskinin yüksekliği nedeniyle ülkemizde her yıl yıkıcı olan bir depremle karşılaşıyoruz. 1900 yılından bu yana topraklarımızda yıkıcı nitelikte 150`den fazla deprem olmuş, 100 bin mertebesinde insanımız hayatını yitirmiş, çok sayıda insanımız yaralanmış ve 700 bin kadar yapımız ağır hasar görmüş veya yerle bir olmuştur.

17 Ağustos 1999 Gölcük ve 12 Kasım Düzce Depremleri binlerce insanımızın ölümüne ve yaralanmasına milyarlarca liralık mal kaybına neden olmuştur. Bu depremler ülkemizin en doğusundan en batısına en kuzeyinden en güneyine kadar her aileyi yakın veya uzak ölçüde etkilemiştir. Depremin yol açtığı yıkımlar Kocaeli, Yalova, Sakarya, Bolu, Düzce illeri başta olmak üzere İstanbul, Bursa, Tekirdağ, Eskişehir ve Zonguldak illerinde de can kayıplarına ve hasarlara neden olmuştur. Ayrıca yapılarda meydana gelen kimyasal madde sızıntıları ve yangınlar insanların zehirlenmesine ve bir çevre felaketinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Sadece Yalova ve Adapazarı`nda ortaya çıkan yıkımın ulaştığı boyut son 35 yılda ülkemizde yaşanan depremlerin her birinin birkaç katına çıkmıştır. Büyük yıkımın merkezi olan GÖLCÜK`te ise 1939 Erzincan Depremi ile kıyaslayabileceğimiz bir yıkım yaşanmıştır.

Doğu Marmara Bölgesi kentleşmenin ve sanayileşmenin çok yoğun olduğu, ticaret eğitim ve sağlık yapıları ile birlikte alt yapısı diğer bölgelere göre oldukça gelişmiştir. Sanayide yaratılan katma değerin oldukça yüksek olduğu bu bölgelerin birinci derece tehlikeli deprem kuşağında olduğu uzun bir süredir biliniyordu. Üstelik Kuzey Anadolu Fay Hattının batı tarafında önemli ölçüde enerji biriktiği de, bilim çevreleri tarafından ifade edilmesine rağmen deprem gerçeği ülke ve kent yöneticileri tarafından yok sayılıyordu.

Deprem Türkiye nüfusunun 1/3`ünün yaşadığı bir bölgede etkisini göstermiş ve on beşten fazla il ve ilçe merkezinde önemli ölçüde hasara neden olmuştur. Daha önce de ülkemiz büyük depremlere tanıklık etmesine rağmen 1999 depremleri niteliği ve ortaya çıkardığı sonuçlar bakımından bir dönüm noktası olarak görülmüş ve ülkemizin geleceği açısından bir MİLAT olarak kabul edildi.

17 Ağustos 1999 Gölcük Merkezli Doğu Marmara Depreminin üzerinden 17 yıl geçmesine rağmen ne yazık ki, mekan ve çevre güvenliği olan bir yapılaşma düzeni oluşturulamadı. Toplumsal yaşam deprem tehlikesini dikkate alarak deprem riskini giderici özellikte düzenlenmedi. Aradan geçen 17 yılda çok şey söylendi çok şeyler yazıldı, fakat uygulama alanında deprem gerçeği ile sağlıklı bir şekilde yüzleşilemedi. Hatta deprem gerçeği kimi zaman unutuldu veya unutturuldu, kimi zamanda deprem kullanılarak akıl ve bilim dışı işler yapıldı.

Mühendislik biliminin gerekleri dikkate alınarak, yapı tasarım uygulama ve denetim evresinin sağlıklı bir şekilde işletilmesiyle doğa olaylarının afete dönüştüğüne pek tanık olmadık. Bu bağlamda, yapı stokunun oluşturulması evresinde dikkate alınması gereken yer seçimi kararlarından yapı tasarımına, yapı tasarımından yapı üretimi ve yapı denetimine kadar, bilimsel ve çağdaş ölçekte bütünlüklü bir düzen kurulmadı, kurulamadı. Dolgu alanları ve dere yatakları imara açıldı yerli yersiz yerlere AVM ve gökdelenler yapıldı. Yapılmaya da devam ediyor.

Kuzey Anadolu Fay Hattı ve İSTANBUL DEPREMİ

1999 depremleri önemli ölçüde can ve mal kayıpları ortaya çıkarmakla kalmamış, çok daha büyük bir tehlikenin henüz yaşanmamış olduğunu da ortaya koymuştur. Bu deprem Marmara Denizi`nin içinde olacak bir depremdir ve İstanbul`la birlikte çevre illeri de önemli ölçüde etkileyecektir. Bu nedenle bilim insanları İstanbul Depremi ile ilgili olarak çeşitli çalışmalar yaptılar yapmaya da devam ediyorlar. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki, yaşayacağımız İstanbul Depremi 7 (yedi)ve üzeri büyüklükte olacaktır. 17 Ağustos 1999 Gölcük Merkezli deprem İstanbul`a oldukça uzakta olmasına rağmen, Avcılar başta olmak üzere İstanbul`un çeşitli semtlerinde çok sayıda yapı hasar görmüş, çok sayıda can ve mal kayıpları ortaya çıkmıştır.

Bilim insanları İstanbul Depremi ve ülkemizin diğer yerlerinde yaşanacak olan depremleri afet yönetimi açısından da inceleyerek, gerekli önlemlerin alınması gerektiğini ortaya koymuşlardır. Ayrıca her afetten sonra sık sık yapılan “yara sarma” anlayışından kurtulup bilimin tekniğin ve aklın gerektirdiği işleri yapmak gerekir. Bu bağlamda, afet öncesi alınacak önlemlerle, afet zararlarını kabul edilebilir sınırlara indirmek ve yapılması gerekenleri belirleyip yapmaktır.

Bu kapsamda İstanbul Anakent Belediyesi`nin 2003 yılında dört üniversiteye yaptırmış olduğu İstanbul Deprem Master Planı (İDMP)çalışması son derece önemli bir çalışmadır. İTÜ, YTÜ, ODTÜ ve BÜ ‘nün yapmış olduğu bu çalışma aynı zamanda, diğer kentlerimiz açısından da dikkate alınması gereken bir çalışmadır.

2004 yılında Bayındırlık ve İskan Bakanlığı`nın yapmış olduğu “1.Deprem Şurası” çalışmalarına ve yine 2009 yılında aynı bakanlığın yapmış olduğu “Kentleşme Şurası” çalışmalarına çok sayıda bilim insanı ve uzman katılarak son derece önemli çalışmalar yaptılar.

İnşaat Mühendisleri Odası, gerek İstanbul Anakent Belediyesi`nin yaptırdığı İDMP çalışmalarına, gerekse 1.Deprem Şurası ve Kentleşme Şurası çalışmalarına katılarak, genel olarak afet zararlarını azaltmak, özel olarak da olası İstanbul Depreminin can ve mal kayıplarının azaltılmasına ilişkin bilgi ve deneyimlerini paylaşmış ve son derece önemli raporların ortaya çıkmasına katkı koymuştur.

Ne yazık ki, yapılan bu çalışmalar devlet bürokrasisinin sürekli olarak değiştirilmesi ve “LİYAKAT ölçüsüne bağlı kadrolar yerine” söz dinleyen ve “arka bahçe” olan kadroların göreve getirilmiş olması; ayrıca rant anlayışının “depremin” önüne geçmesi nedeniyle “deprem zararlarını azaltmak ve planlı bir kentleşmeyi” sağlamak için hazırlanan raporlar da uygulama alanı bulamamıştır.

Üstelik 8500 yıllık bir tarihsel geçmişi olan ve önemli uygarlıklara başkent olarak tanıklık etmiş olan bir kenttir İSTANBUL. Kentin bütünlüklü bir çerçevede masaya yatırılarak yeniden planlanması ve bu planın uygulanması bilim çevrelerinin ve meslek odalarının fikir birliği içinde oldukları bir konuydu. Ayrıca er veya geç büyük bir deprem yaşayacak olan İstanbul`un depreme hazırlanması ve çarpıklıklarının giderilmesi, diğer kentlerimiz açısından da önemli bir örnek veya şans olabilirdi.

İnsan kontrolünün dışında bulunan ve yüzyıllardır olduğunu bildiğimiz bir deprem gerçeğimiz var. Bu nedenle alınacak önlemler ve bu önlemlerin ortaya çıkaracağı olumlu sonuçlar ancak, hasar görebilirliğin ve toplum değerlerinin zamana bağlı olarak olumlu yönde değiştirilmesi yoluyla mümkün olabilir. Bu bilinenlerin altını sürekli olarak çizdik.

· Ülke ve Bölge Düzeyinde: Tüm sosyo-ekonomik verilerden yararlanan tüm sosyal katmanların katılımına açık yerleşim politikaları ve bölge planları yapılmalıdır.

· Kent Ölçeğinde: Tüm mühendislik ve mimarlık hizmetleri kullanılarak ve risklerin dışlanması ile arazi kullanım planlarının yapılması, sağlıksız bölgelerin sağlıklı hale getirilmesi veya yeniden üretilmesi gereklidir.

· Bina Ölçeğinde: Tarihsel ve sosyal çevreye uyumlu, insanla barışık, uygun bir mühendislik ve mimarlık teknikleri ile tasarım yaparak yapı üretimi ve denetimini bilim ve bilgi ölçeğinde yapmak gereklidir.

Yukarıda altını çizdiğimiz üç ana başlıkla ilgili ya hiçbir çalışma yapılmadı, ya da yapılmış olan çalışmalar dikkate alınmadı.

Ne yazık ki, rantı yüksek İstanbul`da gerçeklerle yüzleşerek planlı ve yaşanabilir bir kent ortaya çıkarmak yerine deprem başta olmak üzere birçok afete açık bir İstanbul yaratıldı. Yok sayılan yapı stokunun deprem riski taşıması sorunu “deprem odaklı kentsel dönüşüm aldatmacası” ile inşaata dayalı ekonomik model sürdürülerek, depremin kendisini hatırlatması başka bir depreme kadar unutuldu.

Kentleşme Yapılaşma ve Sosyolojik Gerçekler

Türkiye gelişmekte olan bir ülkedir. Kırdan kente göçün sürdüğü kentleşme sorununun çözülmediği bir ülkedir. Gelir dağılımı gelişmiş ülkelere göre çok düşük olmakla birlikte, halkın gelir dağılımı arasındaki oranda oldukça fazladır. Ekonomik kaynakları oldukça sınırlı bir ülkenin insanlarıyız. Bu ekonomik sosyolojik ve coğrafi verilerin bizleri oldukça ekonomik bilimsel ve akılcı davranmaya zorlaması gerekirdi. Ne yazık ki uzunca bir süre ülkemiz geneline yönelik bütünleştirilmiş bir afet risk haritası yapılmamıştır.

Eskiden patates üretilen tarlalara ve dolgu alanlarına otomobil fabrikaları kurulmuştur. Oysa dünyanın hiçbir yerinde birinci sınıf sulu tarım toprakları ve dolgu alanları olan yerler yapılaşmaya açılmaz. Ayrıca kurulan endüstri tesislerinin çevresi er veya geç bir zamanda mutlaka yapılaşır. İfade etmek gerekir ki, bu tür kararların ne teknik, ne bilimsel, ne ekonomik, ne de sosyolojik dayanaklarını, ne de bu kararları denetleyecek bir otorite kurulmamıştır. Bugün de çok farklı bir durumda değiliz.

Ülkemizin ekonomik gelişmedeki çarpıklığı yaşamın her alanını belirlemektedir. Kuralsızlığın kural haline geldiği/getirildiği bir toplumsal yapılanma içerisinde yaşamaktayız. Geniş toplumsal kesimler devletten umudunu kestikleri için “kaderciliğe” sığınmak zorunda kalmışlardır. Toplumun bu kesimleri zaman zaman yağmadan aldıkları payla, bireysel çıkarları uğruna oldukça cüretkar girişimlere yönelmişlerdir. Yaşanan afetleri ise kaderci bir tevekkülle kabullenmişlerdir. Çünkü bu alan onlara açılan bir kapıdır. Toplumun önemli bir kesiminde “Yap-yerleş-kullan ve yağmadan payına düşeni sende al” anlamında çok dillendirilmeyen bir kabullenme oluşmuştur.

Ayrıca yapı üretim sürecindeki eksiklikler ve mevcut yapıların deprem dayanımlarının olmaması, kentleşme ile ilgili politikaları ve afete hazırlık konusunu gündemin dışına itmiştir. İlgili mevzuatlar geniş bir yelpazede ortaya çıkan yetersizlikler ve hatalar defalarca dillendirilmiş olmasına rağmen dikkate alınmamıştır.

Her alanda ortaya çıkan kuralsızlık imar ve yapı alanında çok daha fazla görülmüştür. Kaçak ve mühendislik hizmeti almadan oldukça fazla sayıda yapı üretilmiştir. Mühendislik uygulamaları birer formaliteye dönüştürülmüştür.

17 Ağustos Depreminin ortaya çıkardığı ağır bedelden yeterince ders alınmaması, 2011 yılında yaşamış olduğumuz Van-Erciş Depremi`nin acı yüzüyle bir kez daha gün yüzüne çıkmıştır.

Geleceği Nasıl Kurgulayacağız?

Geleceği ancak ve ancak bugün var olan bilim ve mühendislikle ilgili bilgileri kullanılabilir bilgiye dönüştürdüğümüzde düzenleyebiliriz. Alanımızda bulunan bilimsel ve akla dayalı bilgilerin toplumsal alanda kullanılabilir bir bilgiye ve bu bilgilerin uygulamaya dönüşmesi gerekir. Sorun bu bilgilerin paylaşma ve sahiplenilmesinin yanında, bu bilgilerin kullanılabilmesinin de sağlanması sorunudur. Bugün “eski” olan bilgi ile “yeni” olan bilginin toplumsal platformlarda tartışılmasını sağlamak ve ikna yoluyla “yeniye” olan ilginin algılanmasını sağlamak oldukça önemlidir. Yeni olan bilgi eski alışkanlıkları ve eski düşünce biçimlerini zorlayarak kendi içinde çatışan bir mekanizma yaratır. Bu içsel tartışmayı aşmak için kullanılmayan fakat var olan bilginin tartışılarak bilince çıkarılması ve uygulanabilir bir hale getirilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla yaşadığımız süreçte var olan bilginin kullanım değerinin toplumsallaştırılmasını zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle her toplumsal örgütün ve bireyin bu yeni bilgiyi aktarabileceği araçları devreye sokması gerekmektedir.

Ülkemizde genel olarak davranış ve örgütlenme biçimleri “kaderci” bir anlayış ve var olan alışkanlıklarla sürdürülmektedir. Bu kadercilik tanımı, toplumu oluşturan bireylerin inançları ile ilgili değildir. Toplumsal örgütlenme, özellikle afetlere karşı alınan kurumsal tavır ve etkinlikler, yerel ve merkezi yönetimin yönlendirmesiyle, yönlendirenlere benzeyen bir anlayışa bürünürler. Özellikle iletişim araçlarının etkin bir şekilde kullanılmış olması, var olan alışkanlıkları sabitlemekte yeni bir davranış şekline insanın veya toplumun yönelmesini oldukça zorlaştırmaktadır. Bu etkinlik -maalesef- çoğu zaman yara sarma veya mevcudu koruma şeklinde ortaya çıktığı için, yeni bir anlayışa veya sorgulama alışkanlığına dönüşmeden kaybolup gitmektedir.

17 Ağustos 1999 Depreminin Ortaya Çıkardığı Gerçekler ve Yapı Stokumuzun Durumu

Bugüne kadar birçok deprem yaşadık bundan sonrada yeni depremler yaşayacağız. Bir doğa olayının afete dönüşmesi insan kaynaklı eksiklikler ve hatalar zincirinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Çünkü afet, bir olayın kendisi değil doğurduğu sonuçlar olarak ifade edilmektedir. Sorun depremin kendisinde değil yapı stokunun riskli olmasıyla ilgili bir konudur. Mühendislik bilimi ve bilgisi dikkate alınarak üretilen yapılar depremlerde bir afet yaratmazlar. Ülkemizde bulunan yapı stoku genel olarak 6-6.5 büyüklüğünde olan bir depremde bile can ve mal kayıplarına neden oluyor. Sorun depremin kendisinde değil, depreme dayanıklı yapı üretilmemiş olmasında yatmaktadır. Deprem yönetmeliklerini dikkate almadan üretilen projelerin ortaya çıkardığı yapılar sorunlu yapılardır. Ayrıca yapı üretim sürecinde yeterli ölçüde denetlenmeyen yapılarda güvenli yapılar değildir.

17 Ağustos 1999 depremi ve daha sonra yaşamış olduğumuz depremler yapı stokumuzun deprem güvenliklerinin olmadığını ortaya koymuştur. Gölcük Merkezli Doğu Marmara Depremi`nde yapılarımızın %6`sı yerle bir olmuş, %7`si ağır hasar almış, %12`si de orta ölçekte hasar alarak oturulamaz hale gelmiştir. Bu depremde yaklaşık olarak 340 bin yapı önemli ölçüde hasar görmüş veya yerle bir olmuştur.

Yalova, Kocaeli ve Sakarya`da bulunan yapı stokunun%25`i kullanılamaz olmuştur. Okullar, işyerleri, endüstri tesisleri, köprüler, hastaneler, diğer kamu yapıları ve konut nitelikli yapılar önemli ölçü de hasar almış, can ve mal kayıplarına neden olmuştur.

Deprem diğer doğa olaylarından farklı olarak çok sayıda yerleşim yerlerini etkiliyor ve daha büyük hasarlara neden oluyor. Geçmişte kırsal alanları etkileyen depremlerin yaşandığı ülkemizde, ilk kez 1999 Doğu Marmara depremleri yoğun yerleşim yerlerinin bulunduğu alanları önemli ölçüde etkilemiştir.

Deprem sonrası ortaya çıkan zararları azaltmak için sadece yara sarma anlayışı ile hareket etmek, sorunun ana kaynağını ortadan kaldırmıyor. Sorunu sorun olmaktan çıkaracak olan deprem yaşanmadan önce alınacak önlemlerde saklıdır. Bugüne kadar yapılan çalışmalar, deprem öncesi alınacak önlemlerin deprem riskini önemli ölçüde azalttığını ortaya koyuyor.

Deprem anı ve deprem sonrasında yapılacak kurtarma çalışmalarının ve yara sarma çalışmalarının amacına ulaşabilmesi de, deprem öncesi yapılacak olan riskleri giderme-deprem zararlarını azaltma çalışmalarına bağlı olarak şekillenmektedir.

17 Ağustos 1999 Gölcük Merkezli Doğu Marmara Depremi, depremin merkezinden oldukça uzakta olan İstanbul, Tekirdağ, Eskişehir ve Zonguldak gibi illerimizi etkilemiş bu iller ve ilçelerinde can ve mal kayıpları ortaya çıkmıştır. İstanbul`da 3030 yapı ağır hasar görmüş bunların bir kısmı da yerle bir olmuştur. Toplam 30 bin mertebesinde yapı, şu veya bu ölçekte hasar almış 1000`ne yakın yurttaşımız da hayatını kaybetmiştir.

Gerek 17 Ağustos Depreminin ve daha sonra yaşamış olduğumuz depremlerin ortaya çıkardığı acı gerçekler, gerekse İnşaat Mühendisleri Odası ve üniversitelerin yapmış oldukları incelemeler yapı stokumuzun sorunlu olduğunu ve deprem güvenliklerinin olmadığını ortaya koymuştur.

Ülkemizde kaçak ve mühendislik hizmeti almadan üretilen çok sayıda yapı var. Ayrıca bu yapılar mühendislik hizmeti almış olsalar bile zamanla eskiyip yıpranır, onarım ve güçlendirmeye ihtiyaç duyarlar. Başta İstanbul olmak üzere birçok ilimizde yeni yapılar yapılmış olsa bile, 17 Ağustos 1999 depreminde var olan yapı stoku bugün de varlığını koruyor ve bu yapıların depreme karşı risk durumları devam ediyor.

Üstelik İstanbul`un yaşayacağı bir depremde, İstanbul`da bulunan bu yapıların ve çevre illerde bulunan yapıların büyük risk taşıdıklarını da ifade etmek gerekir.

Bugün Bir Afetten Beş Afet Yaratan Bir İstanbul Var

Bugün, İstanbul Alışveriş Merkezlerine(AVM ) ve gökdelenlere teslim edilmiştir. Deprem sonrası toplanılacak boş alan kalmamış yaşadığımız dairelerin içerisi dışarıdan daha güvenli bir hale gelmiştir. 17 Ağustos 1999 Depremi`nden sonra İstanbul`u depreme hazırlamak için dönemin valisi başkanlığında, 14 kişiden oluşan İL AFET MERKEZ KURULU oluşturulmuştur. Bu kurul İstanbul`da bulunan yapı stokunun deprem güvenlikli hale getirilmesi için çalışma yaparken, bir başka gerçeği görmüştür. Yapı stokunun deprem güvenliğinin sağlanmasının yanında deprem sonrası toplanma alanlarına ve çadır kurulacak boş alanlara ihtiyaç vardır. Üç yıl içinde 493 boş alan belirlemiştir. Bu alanların ¾`ü AVM ve gökdelenlere dönüşmüştür.

İstanbul`da bulunan diğer kamu arazileri ve özelleştirme kapsamına alınan kamu kurumlarına ait bina ve araziler, başta TOKİ olmak üzere satılarak yapılaşmaya açılmıştır. Ayrıca parsel bazında yapılan imar değişiklikleri orman alanlarının ve su havzalarının dere yataklarıyla birlikte yapılaşmaya açılması yeni risk alanları oluşturmuştur.

Bu durum bir yandan doğal kaynaklarımızı tüketirken, diğer yandan da doğal olayların afete dönüşmesi için bir fırsat yaratmıştır. Kentlerimizin açık ve kapalı alanları aynı zamanda birer yaşam çevresi olarak görülmesi gerekirken, bu anlayıştan giderek uzaklaşılmış, kentlerimiz başta İstanbul olmak üzere sadece mekan düzeyinde ele alınmıştır. Kentsel dönüşüm projeleriyle birlikte deprem afetine karşı hazırlanan İstanbul beş afetle karşı karşıya kalmıştır.

Kamusal ve kamu yararı için kullanılan alanların birçoğu bugün “kentsel dönüşüm” adı altında plan bütünlüğünden koparılarak ranta teslim edilmiştir. Doğal kaynakların yanlış kullanımı kaynakların tükenmesine ve doğal afetlerin giderek artmasına neden olmuştur. Bugün İstanbul beş afetle karşı karşıya gelmiştir.

· Deprem güvenliği bakımından 1999 yılından daha iyi durumda değiliz.

· Sel ve su baskınları giderek artıyor.

· Isı adaları oluşuyor yaşam alanları daha da sorunlu hale geliyor.

· Hava kirliliği her geçen gün biraz daha artıyor.

· Kentsel dönüşüm uygulamaları sosyal ve toplumsal sorunları daha da artırıyor.

Bugün ulaşım sorunundan, deprem sorununa, doğal dokunun korunmasından, tarihi yapıların güçlendirilerek geleceğe devredilmesine, İstanbul`un siluetinin bozulmamasına kadar önemsenmesi gereken alanlar birer sorun alanları olarak karşımızda duruyor.

Ayrıca İstanbul`un bu kadar büyümesi ve daha da büyüyecek olması yeni sorun alanları yaratıyor. 3. Köprü, 3.Havaalanı, İki Yakaya İki Kent, Boğaz Tüp Tünel Geçişi gibi projeler, İstanbul`u daha da büyütecek ve yeni sorun alanları yaratacaktır. 25 milyona ulaşacak bir nüfusu kaldıramaz bu kent. Nüfus aritmetik olarak artarken, ulaşımdan diğer alt yapı sorunlarına kadar yeni sorun alanları oluşuyor ve bu sorunlar geometrik olarak artıyor. Su, yağmur suyu, doğal gaz ve atık su kanalları artık yetersiz kalıyor.

Bugün İstanbul başta olmak üzere plan kavramı geri itilmiş, patronaj ilişkileriyle yeni imtiyazlar sağlanmıştır. İmar planları kentsel rantın dağıtılması noktasında bir araç olarak kullanılmıştır. Üretime dayalı bir ekonomik model yerine, ihtiyaç temelli olmayan inşaata dayalı bir ekonomik model tercih edilmiştir. Bu tür uygulamalar siyasal sistemi bir rant dağıtıcısı olarak karşımıza çıkarmıştır.

Kentsel Dönüşüm

Bugün kentlerimizin var olan dinamikleri kentlerimizin yenilenmesini zorunlu kılıyor. Kentsel dönüşüm konusu sosyal, ekonomik, fiziksel ve psikolojik faktörlerin bir bütünlüğü içinde ele alınmalıdır. Kentsel dönüşüm sadece fiziksel mekan çerçevesinde ele alınamaz. Sosyal adalet, sosyal gelişim, sosyal bütünleşme, tarihi ve kültürel mirasın korunması, zarar azaltma ve risk yönetimi ile birlikte kapsamlı ve bütünleşik bir şekilde ele alınmalıdır. Dünyada çok geniş bir şekilde ele alınan kentsel yenileme ve dönüşüm konusu, geleceğe yönelik öngörüleri ve geleceği bugünden kuracak yeni yaklaşımlarla ele alınmaktadır. Bu konunun bizdeki karşılığı ise sağlıklı bir çevre ve yaşanabilir bir kent yaratmak yerine, yeni bir rant düzeninin oluşturulması olarak görülmektedir. Kentsel dönüşüm ve kent yenileme, bütünlüklü bir planlamanın sonucu olarak değil kentsel planlamanın kendisi olarak ortaya çıkmaktadır. Gerek TOKİ` ye devredilen, gerekse özelleştirme kapsamına alınarak özelleştirilen ve yapılaşmaya açılan kamu arazi ve arsalarının tükenmesi, yeni inşaat yapılacak boş alanlar bulmayı gündeme getirdi. 6306 Sayılı Afet Riski Altında Bulunan Alanların Dönüştürülmesi Yasası çıkarıldı. Bu yasa ortak akıldan ve estetikten, yaşanabilirlikten ve sürdürülebilir bir yaşamı hedeflemekten oldukça uzaktır.

Kentlerimiz başta İstanbul olmak üzere inşaat projelerinin birer “ARAZİSİ” haline dönüştürülmüştür. İnsan, tarih, doğal çevre, orman, dere, su ve geçmişe tanıklık eden ne varsa yok edilmiştir. Yeni bir İstanbul yaratmak adına ormanlarımız ve su havzalarımız da birer “ARAZİ” olarak görülmüştür.

İstanbul`u depreme hazırlama düzeninin adına da “Deprem Odaklı Kentsel Dönüşüm” denmiştir.

Askeri Alan Ve Arazileri Yapılaşmaya Açılmamalıdır?

İstanbul`da bugün boş alan ve yeşil alan yok denecek kadar azalmış durumda. Askeri alanlar ve mezarlıklar hava alma koridorları olarak kaldılar. Arazi mülkiyetinin %10`unu askeri alanlar oluşturuyor. Bu alanların bir kısmı orman niteliğini korudukları için henüz yapılaşmamış durumda. 540 bin hektar alana sahip İstanbul`da bu arazilerin yaklaşık 56 bin hektarlık kısmı askeri alanlardan oluşuyor.

2000 sonrası dönem de kent merkezinde bulunan kamu mülkiyetindeki tüm alanlar plan tadilleriyle dönüştürüldü, yerlerine AVM ve gökdelenler yapıldı. 15 Temmuz darbe girişimine kadar askeri alanların dönüştürülmesiyle ilgili girişimlerin olduğunu biliyoruz. Zekeriyaköy 15. Füze Üssü, Zeytinburnu Tank Fabrikası, 1453 Konutlarının bulunduğu yerlerin mülkiyeti TOKİ kanalıyla devredilerek yapılaşmaya açılmıştı. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası askeri alanların, kent dışına çıkarılacağının açıklanmış olması kent yağmasından önemli paylar alan çevrelerin iştahını kabartmaya başladı.

Bu alanların bundan sonra da darbe girişiminin birer aracı olabilecekleri varsayımı, bu alanların boşaltılması durumunda AVM ve Gökdelenlerin yapılması varsayımından çok daha düşüktür. Bugünkü yönetimin boşaltılacak alanları sosyal donatı alanı olarak düzenleyerek, kamusal alana dönüştüreceklerine inanmak çok kolay değil.

Özetleyecek Olursak,

· 2001 yılında çıkarılmış olan 4708 Sayılı Yapı Denetim Yasası kapsamında 12 yıl fiilen proje mühendisliği yapmayanlara proje denetçi belgesi verilmiyordu. Bu süre daha sonra 5 yıla bugün ise 3 yıla indirilmiştir. Üç yılda üç proje yapanlar proje denetim belgesi alıyor ve yüksek yapıların projesini bile denetliyorlar. Mesleki yeterliliği meslek odası tarafından sertifikalandırılmayan bir mühendisin, proje denetim mühendisliği yapamaması gerekir.

Ayrıca mal sahibi adına kendisini denetleyecek olan Yapı Denetim Kuruluşunu, işin yapımını üstlenen müteahhit seçtiği için daha işin başında denetim mekanizması tıkanıyor.

· Bugün ülkemizde plan kavramı geri itilmiş patronaj ilişkileriyle yeni imtiyaz alanları oluşturulmuştur. İmar planları depreme dayanıklı yapı üretmek için değil, kentsel rantın dağıtılması noktasında bir araç olarak kullanılmaktadır.

· Başta İstanbul olmak üzere kentlerimiz inşaat projelerinin birer ARAZİSİ” haline dönüştürülmüştür. İnsan, tarih, doğal çevre, orman, dere, su ve geçmişe tanıklık edecek ne varsa yok edilmiştir. Yeni bir İstanbul yaratmak için ormanlarımız ve su havzalarımız da birer “ARAZİ” olarak görülmüştür.

· İstanbul başta olmak üzere kentlerimizde bulunan yapılar bir mühendis, bir mimar ve kent plancısı anlayışıyla ele alınmıyor. Depreme dayanıklı yapı üretmek bahanesiyle güçlendirilerek kullanılabilecek yapılar da yıkılıyor. YIK-YAP anlayışıyla yıkılıp yapılan yapılar özellikle İstanbul`da yeni sorun alanları yaratıyor. Daire alanları küçülüyor, daire sayısı ve kat yüksekliği artıyor. Daire sayısı ve nüfus arttığı için otomobil sayısı da artıyor, yeni ulaşım ve alt yapı sorunları ortaya çıkıyor. Kentin demografik yapısı bozuluyor, sosyal ve fiziksel eşikler aşılıyor.

· Kentsel dönüşüm ve kentsel yenileme konusu bütünlüklü bir planlamanın sonucu olarak ele alınmalıdır. Oysa kentsel dönüşüm konusu bugün kentsel planlamanın yerini almıştır.

· İstanbul` da yıkılıp yapılmayı bekleyen 2 milyon konutun olduğu ifade edilmektedir. Yaklaşık olarak yıkımdan çıkacak olan 200 milyon ton malzemenin, geri dönüştürülmesine ilişkin bir strateji belirlenmemiştir. Yıkımdan çıkan molozlarla deniz doldurulduğu için eko sistem bozuluyor.

· İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda ciddi bir sorun vardır. 2014 yılında 1886 işçi, 2015 yılında da 1732 işçi yaşamını yitirmiştir. Bunların 1/3`ü inşaat sektöründe çalışan işçilerdir.

· Yerel ve merkezi kurumlarda liyakata dayalı bir kadro istihdamından daha çok, cemaat, aşiret ve şirket ilişkileriyle işler yürütülmektedir.

· Can ve mal güvenliğini sağlayan bir mesleğin insanları olarak; fiziki şartları uygun olmayan, öğretim kadrosu son derece yetersiz ve laboratuvarı olmayan inşaat mühendisi diploması veren okullar açılmaktadır. Geçtiğimiz yıl 118 Üniversitenin, 188 bölüm ve programına 11.000 öğrenci alınmıştır. 529 puan alan bir öğrenci de, 196 puan alan bir öğrenci de inşaat mühendisi olacaktır.

İnşaat mühendisliği bölümlerine girmek isteyen öğrenciler için mutlaka kabul edilebilir bir ölçüde baraj sistemi uygulanmalıdır.

· İstanbul 7 ve üzeri büyüklükte bir depremi mutlaka yaşayacaktır. Yapı stokunun büyük bir kısmının deprem güvenliği yoktur. Bu yapılar sadece yıkılıp yeniden yapılmamalı, ekonomik olarak yeni yapılacak bir yapının maliyetinin %45`ini geçmeyen yapılar da güçlendirilmelidir.

· Halen kentimizde ve çevre illerinde güçlendirmeyi veya yıkılıp yapılmayı bekleyen okullar, hastaneler ve diğer kamu yapıları var. Bu yapıların deprem güvenlikleri sağlanmalıdır.

· İstanbul deprem afetine hazırlanırken 5 afetle karşı karşıya bırakılmıştır. İstanbul bugün depreme1999 yılından daha hazırlıklı bir durumda değildir.

· Deprem açısından 17 Ağustos 1999 yılından daha iyi durumda değiliz.

· Sel ve su baskınları giderek artıyor

· Isı adaları oluşuyor yaşam alanları daha da sorunlu hale geliyor.

· Hava kirliliği her geçen gün biraz daha artıyor.

· Kentsel dönüşüm uygulamaları sosyal ve toplumsal sorunları daha da artırıyor.

TMMOB İNŞAAT MÜHENDİSLERİ ODASI