Galataport Kruvaziyer Limanı projesi yakın zamanda açıldı. Uzun süren inşaat çalışmalarını ve öncesinde halka kapalı olan kıyı şeridini düşündüğümüzde kentlilerin uzun zamandır erişemediği bir kamusal alan. Uygulanan proje, iki söylem üzerinden meşrulaştırılmaya çalışıldı: Birincisi kıyı kullanımının uzun yıllar sonra açılması ikincisi de alanın barındırdığı birtakım kültür-sanat işlevleri. İkisi üzerinde de konuşulacak çok şey var, yüzeysel olarak değinilip geçilemeyecek kadar önemli söylemler.
İnşasında kamusal olanın öncülük etmediği alan, gerçekten kamusal olabilir mi?
Karaköy ve Salı Pazarı kıyıları kent sakinlerinin ihtiyaçları doğrultusunda kamusal bir mesele olarak mı kullanıma açılmıştır yoksa piyasa üzerinden şekillenen çıkarlar doğrultusunda mı? Sorgulanması gerekenin önce bu olduğunu düşünüyorum.
Devlet tarafından yok pahasına elden çıkarılan kamusal alanlar, bu iş birliği ile birlikte sermaye için kentte kolay hedefler haline gelmiştir. Neoliberal dönemde sermayenin, kolektif kullanım değerini de pazarlayabileceği mekanlara yönelmesi ve bununla birlikte kamusalı da metalaştırma-piyasalaştırma çabasının sonucudur Galataport.
Kamusallığı yok edilerek özelleştirilen Karaköy ve Salı Pazarı kıyıları; üst gelir grubunun harcama yaptığı, faaliyetleri sınırlandırılmış, kontrol altına alınmış bir karma tüketim mekanına dönüştürüldü. Sermayenin güdülerine göre şekillendirilen proje alanı; yerel kültüre ve yaşama dair izler taşımıyor, anlık olaylara, buluşmalara ve karşılaşmalara açık değil. Geçmişten süregelen kültürel ve mekansal katmanlar, tek projede silindi. Geriye kalan, gözetlenen ve yönetilen bir açık hava AVM’sinden farksız. Sonuç olarak kıyı şeridi, AKP iktidarı ve müteahhitleri eliyle özel mülkiyet ağına dahil edildi.
Kent bütününü değerlendirmekten uzak, parçacı planlama stratejileri neticesinde uygulamaya konulan bu mega proje; tarihi çekirdekte hem fizik mekanla hem de sosyal doku ile uyumsuz. Bu uyuşmazlık kent silüetini etkilediği gibi arka mahallelerdeki yaşamları da etkileyecek. Mesken-işyeri gibi karma işlevlere sahip olan Beyoğlu ve Tophane bölgesinde başlayan soylulaştırma dalga dalga yayılacak; apartların, otellerin ve kapalı lüks site konutların sıralandığı donuk kentsel mekanlar hızla üretilecek. Bu eşitsiz gelişmeler neticesinde ayrıcalıklı ve dışa kapalı hale gelen proje alanları, sermayenin istek ve zevklerine göre şekillenecek. Yapı adalarının toplu dönüşümü başlatılacak ve düşük gelir grupları bölgeden ayrılarak kent çeperlerine itilmeye devam edecek. Sosyal olarak da giderek derinleşecek bir bölünmüşlük yaratılacak.
Sanat: Galataport için!
“Sahamızın içinde yer alan 2 müze ve ortalarında bulunan 14bin m2lik park alanı ile beraber kültür-sanat hayatı için yeni bir destinasyon mekanı yaratıyoruz.” Galataport projesi yönetiminin Ağustos 2020’de yaptığı açıklamadan bir kesit. Sermaye ile sanatın ilişkisi çoğu zaman böyle süregelmiştir. Neoliberal mekan metalaştırmasında, soylulaştırmada; müzeler, galeriler vb. sanat mekanları bir meşrulaştırma aracı olarak adeta bir truva atı gibi kullanılıyor. “Kültür sanat destinasyonu’” denir çünkü tek başına bir tüketim mekanını pazarlayamazsınız. Karma kullanımlarla imajı pazarlar, mekanı daha da ‘steril’ hale getirirsiniz. Yıldız mimarların tasarladığı müze vb. yapıları ile kültür endüstrisi, sermaye ekseninde oyuna dahil edilir. Renzo Piano’nun İstanbul Modern’i yenilemesi ya da Emre Arolat’ın tasarladığı müze… Bu yapıların ikisi de bütüncül tasarımdan uzak ve kıyıda anıt yapıların önünü kapatarak kent silüetini bozduğuna dair tartışmalara konu oldu.
Endüstriyel miras alanlarının yani boşalan sanayi alanlarındaki yapıların korunup yeniden işlevlendirilerek kültür endüstrileri alanlarına dönüşümü desteklenebilir. Buradaki esas soru bu alanları kimin için kurduğumuzdur? Bir yerdeki etkinliklerin ücretsiz olması oranın kamusal alan olması için yeterli midir? Potansiyel kültür, sanat ve festival alanı olarak işaretlenen bu mekanlar eğer kıyıda ve tarihi bir kent merkezinde kamusallıktan çıkarılan-özelleştirilen bir rant alanını meşrulaştırmak için öne sürülüyorsa; bu politikanın sanatçıların üretimlerini desteklediğini ve kentin yaratıcı kapasitesini beslediğini söyleyebilir miyiz?
AKP’nin kültür politikasına damgasını vuran iktidar anlayışının bir sonucu da Galataport’tan Taksim Meydanı’na uzanan Beyoğlu Kültür Yolu
Her ideoloji kendini hakim kılmak için öncelikle mekan üzerinde temsillerini var etmek zorundadır. Üzerine siyasi söylemler geliştirilen mekan, iktidarları güçlendiren sembollerle donatılır. AKM’nin yıkımı, Taksim Meydanı’na inşa edilen cami projesi hatta Beyoğlu’nun tüm dönüşümü bununla ilgilidir. Sadece sermayeye alan açılmakla kalınmadı, kent merkezinde bir kültürel iktidar savaşı başlatıldı.
Özellikle 2000’li yılların başından itibaren kültür alanının yönetimine ilişkin izlenen politikayı iki temel durumla özetleyebiliriz. Kültürel altyapıların işletilmesi konusunda kamunun yerini özel sektör girişimlere bırakması ve kent mekanına siyasal simgeler yerleştirilerek dönüştürülen alanlar. Neoliberal politikalara eklemlenen ve düşlediği yeni toplumu mekan üzerinden inşa eden bu ideoloji, sonunda bize Beyoğlu Kültür Yolu’nu bıraktı.
Beyoğlu ve çevresinin geçmişten süregelen özgün, çok katmanlı, çoğulcu bir yaşam kültürü vardır. Burdaki odakları bir bir yok eden AKP, Narmanlı Han ve Galata Kulesi’nin özgünlüğüne restorasyon adı altında zarar verdi. Emek Sineması’nı ve AKM’yi yenileme adı altında yıktı. İstiklal Caddesi’ndeki yapı müdahaleleri (tabelalar, cephe boşlukları, kat arttırımları vb.) denetlenmedi ve sonunda meydana inşa edilen cami ile silüet tamamen bozuldu.
Kitapçılar ve zanaatkarlar, yerel dükkanlar soylulaştırmaya direnemedi bir bir kapandı. Kullanıcı dengesi bozuldu ve Beyoğlu canlı, erişilebilir bir kültür-sanat mekanı olmaktan bilerek çıkarıldı. Son haberlere göre Alkazar Sineması büyük bir coşku! ile uluslararası zincir bir firmaya devredildi. Refik Anadol’un sergisi ile açılışını yapan, yaratıcı tasarım ekibinin de öncülük ettiği bu emsal dönüşüm de gösteriyor ki Beyoğlu çoktan küresel sermaye ekseninde; üretemiyor ancak sadece tüketiyor!
Şimdi tasarlanacak hangi kültür rotası, ideolojik bir hesaplaşma olmanın ötesine geçerek buraya gerçek bir yaşamı getirebilir. İçleri boşaltılmış, bağlamlarından koparılmış mekanlar… Beyoğlu Kültür Yolu; yağmalanmış bir limandan başladı, yıkılarak zafer gösterisi yapılan AKM’ye uzandı.
Bizden çalınarak, bize bir lütuf gibi sunulan kıyılarımızı, sokaklarımızı, meydanlarımızı yeniden kazanmak zor değil; bu mekansal kararları hayata geçirecek bir bakış açısına ve iradeye ihtiyacımız var.
Meryem Taşdemir / Mimar