Biz büyüdük kirlendi dünya

Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi, Dünya Çevre Günü nedeniyle bugün İstiklal Caddesi’ndeki Şube binasında basın açıklaması yaptı. Şube Başkanı Ö. Eylem Tuncaelli’nin okuduğu açıklama metninde, yoğunlaşan çevre sorunlarının nedeni olarak,

5-16 Haziran 1972 tarihinde Stockholm’de Birleşmiş Milletler, yüzden fazla ülkenin katıldığı bir konferans düzenlemiş ve bu konferansta çevre-insan kavramına değinilmiş, dünyanın doğal dengesinin korunması için insan ve doğal varlıklara öncelik veren bir anlayışın egemen olması gereği ortaya koyulmuştur. Konferansın önemine istinaden, bu konferansta alınan kararların bir anlamda çevre koruma alanında milat olması gerçeğinden hareketle, konferansın toplandığı tarih, DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ ilan edilmiştir.
5 Haziran’ın Dünya Çevre Günü ilan edildiği 1972’den bu yana çevre sorunları giderek yoğunlaşmış, sorunların masaya yatırıldığı uluslararası toplantılar ise insanoğlunun geleceğinin değil; ulusötesi sermayenin karlılıklarının konuşulduğu toplantılar haline dönüştürülmüştür.

UNDP 2007 yılı raporunda; yoksulların çevrenin bozunumu, temiz ve kullanılabilir enerji kaynaklarına ulaşılamamasından ciddi etkilendikleri, çevre kirliliği ve kaynakların tükenmesinin insanlığı daha yoksullaştırdığı, eşitsizliği daha uçlandırdığı vurgulanmaktadır. 2007 verilerine göre Dünyada 2.6 milyar insan doğal afetlerin ve çevre kirliliğinin tehdidi altındadır. 1 milyardan fazla kişi ise hala temiz suya erişememektedir.

2008 yılında hala çevre yönetimine dair resmi bir politikası olmayan ülkemizde, gel-geç uygulamalarla gün kurtarılmaya çalışılmış; plansız ve programsızca atılan her adım bizlerin sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını gasp etmiştir. Başka dillerden uyarlanan mevzuatlarla çözümler üretmeye çalışan hükümet, mevzuatların politikaların uygulanmasında bir araç olduğunu unutmuş ve politika yaratmadan, amacı belirlemeden her tümsekte direksiyonu geri çevirebileceğini sanarak, sağa sola savrulmayı göze alan uygulamalara girişmişlerdir.

Avrupa Birliği üyelik süreci olarak adlandırılan bir dönem içerisinde olan ülkemiz, bir yandan yapısal ekonomik krizler yaşarken, bir yandan da Dünya Bankası ve IMF politikaları ile şekillenen ekonomik modellerin deneme tahtası haline gelmiştir. Bu noktada ekolojik tahribat ve yağma en üst noktaya erişmiştir. Orman arazilerinin, meraların, ovaların yapılaşmaya açılması ve satışı yönündeki girişimler, enerji ve madencilik alanlarında özelleştirme/yabancılaştırma uygulamaları ve sonucunda yaşanan çevresel sorunlar ülke gündeminde öncelikli konular haline gelmiştir. Kentler uluslararası tekellerin yeni iş ve yatırım alanları olarak “gözde” mekanlar haline gelirken, kentsel alt yapı projeleri, yatırımları ve hizmetleri yabancı sermayenin ilgi odağı olmuştur. Bu yönde yapılan yeni yasal değişiklikler (Belediye Yasası, Çevre Yasası vb.) ile ticarileştirme/özelleştirme süreçlerinde taşlar birileri için “yerli yerine” oturmuş/oturtulmuştur.

GATS süreci ile birlikte, çevre koruma/altyapı hizmetlerine yönelik yeni politikaların Türkiye gibi ülkelerde yarattığı yeni alanlar ve yeni yatırım biçimleri, teknoloji transferinin ötesinde yeni bir sömürü ilişkisi olarak şekillenmiştir. Kamusal hizmetlerin taşeronlaştırılması/özelleştirilmesi ile küreselleşmeye övgüler yazılırken; Antalya’da, Adana’da, Kayseri’de, İstanbul’da ya da Trabzon’da içme suyu şebekelerinden, su sayaçlarından, kanalizasyon arıtma tesislerinin işletiminden ve vergilendirilmesinden, çöplerin taşınmasından Fransız, Japon, Avusturyalı veya Alman şirketler “sorumlu” olmuştur.

Parası olanın kirletebilme hakkının yasa ile güvence altına alındığı ülkemizde, kamusal denetimin neredeyse yok seviyesinde olması, gazete manşetlerine taşınan faciaların tekrarlanır olmasını sağlamıştır. Denetimsiz ve ruhsatsız çalışmaya alışkın olan kuruluşlar, bir yandan çevreyi katlederken bir yandan da ölümlere neden olmaktadır. Yaşadığımız olaylar, kaza olarak açıklanamayacak durumdadır. Yaşanan her olayın hukuki karşılığı taammüden adam öldürmektir ve denetim mekanizmasında yer alan herkes bu cinayetlerin failidir.

KENTSEL DEĞİL RANTSAL DÖNÜŞÜM VE KENTE DAİR
1950’lerdeki hızlı sanayileşme çabaları içerisinde ucuz işgücünü barındırma işlevini üstlenen, bu işlevi sebebiyle de, devletin dokunmak istemediği mahalleler son yıllarda “kentsel dönüşüm” alanları olarak ilan edilmiştir. Yaldızlı “şehri dönüştürme, güzelleştirme ve halka ucuz sağlıklı konutlar sunma” söylemleriyle vaat edilen kentsel dönüşümün amacının şehrin rantı yüksek yerlerini “işgal etmiş” yoksul halkı yoktan var ettikleri yerleşim yerlerinden tasfiye etmek; buralarda yeni rant alanları yaratıp sermayenin hizmetine sunmak olduğu açıktır.

İstanbul için çözüme kentliyi yok sayan, ötekileştiren, yaşam alanlarından kovan kentsel dönüşüm projeleriyle değil; insanı, doğal, kültürel ve tarihi yapısıyla çevreyi korumayı hedefleyen, kapsamlı, katılımcı, sınıf ve mekan ayrımı gözetmeyen, yaşam alanlarını genişleten ve iyileştiren, çağdaş kentsel düzenleme çalışmalarıyla ulaşılabilir.

Hayatımızı değiştireceği iddiası ile tanıtımı yapılan projeler, sadece kentliyi yok saymamakta, kentin tarihi ve kültürel varlıklarının yağmalanması üzerine de oturtulmaktadır. Bunun son örneği Bizans Saray kalıntılarının üzerine inşa edilen oteldir. Haydarpaşa ve Süleymaniye de rantsal paylaşıma kurban verilmek istenen tarihi miraslarımızdandır. Bu amansız rantsal dönüşüm projelerinde İstanbul’un siluetini oluşturan yerlerin adının geçmesi, örneklerken bile insanın içini titretmektedir.

İnsanların rahat, etkin, ucuz ve zaman tasarruflu yöntemlerle ulaşımlarını sağlamaya yönelik değil, araçların ulaşımı temeli üzerine kurulmuş ulaşım politikaları ve yatırımları ulaşım sorununu çözmemekte; çevre yıkımlarına sebep olmakta; otoyollar tarım alanlarını tahrip etmekte, su havzalarını kirletmekte; şehrin su havzalarına doğru büyümesine neden olmaktadır. Raylı sistem ve deniz ulaşımı projeleri hala karayollarına yapılan yatırımın yanında önemsiz kalmakta, toplu taşıma İstanbullular için adeta bir çile olmaktadır. Sonuç daha fazla otomobil, daha fazla trafik sıkışıklığı, daha fazla yol, daha fazla kavşak olmakta, bu kısır döngü sürekli tekrar etmektedir. Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet köprülerinin İstanbul’a etkileri ortadayken 3. Köprü hala gündemde tutulmakta, İstanbulluların kafasının üzerine Demokles’in kılıcı gibi sallanmaktadır.

Mayıs ayında yürürlüğe giren ve tüm Türkiye’de yaklaşık olarak 1,1 milyon dönüm orman alanını turizm yatırımlarına açacak ve bu yatırımlarla da 330 bin dönüm alanın ormansızlaştırılmasına sebep olacak olan Turizmi Teşvik Yasası’ndan İstanbul’un da payına, zaten sınırlı olan orman alanlarından 1212 hektar orman varlığını kaybetmek düşecektir.

Yasalarda yapılan düzenlemeler özelleştirmenin, ticaretleştirmenin, oldubittiye getirilen uygulamaların stratejik adımlarından biridir. Uygunsuzluklara, kenti ranta teslim etmenin, bu teslimiyette İstanbul’un tarihi kültürel geçmişini hiçe saymanın bir başka yasal kılıfı ise istedikleri projelerin uygulanabilmesi için sadece o proje için yapılan özel değişikliklerdir. Bunun en önemli örneği Marmaray Projesidir. Projenin uygulama alanı İstanbul Boğazı’dır. İstanbul Boğazı jeopolitik olarak uluslararası transit alanıdır. Bu denli önemli bir alanda yapımı süren Marmaray, tasarım aşamasında Çevresel Etki Değerlendirilmesi (ÇED) Yönetmeliği kapsamından çıkarılarak hem 2872 sayılı Çevre Yasası çiğnenmiştir hem de uygulaması sırasında ortaya çıkan tarihi miras hiçe sayılmıştır.

Yaşadığımız kentte en can alıcı sorunlarımızdan biri de kent yaşamı ve sanayinin iç içe geçmiş olmasıdır. Üzerine bir de ülkemizdeki başıboşluk ve denetimsizlik eklendiğinde ciddi çevre tahribatları ve insan ölümleri kaçınılmazdır. Geçtiğimiz Ocak ayında, Davutpaşa’da maytap üretimi yapılan atölyede meydana gelen patlamada 20 kişinin öldüğü, 117 kişinin yaralandığı hepimizin hafızasındadır.
İstanbul tarihi, kültürel ve doğal yapısı korunarak yönetilmeli ve yönetim erkinde olanlar, ulusötesi sermayeden, dolar milyonerlerinden ve Suudi şeyhlerinden yana değil kentliden yana tavır almalıdır. İdeal kent, kentli haklarının savunulması ve hayata geçirilmesi ile planlanabilir.

SU HAKKI ÜZERİNE
Kişi başına düşen yıllık su miktarı 1980’lerde 8500 m3, 1990’da 3625 m3, 2000’de 3250 m3’tür. 2006 UNEP raporuna göre ülkemiz 1430 m3/kişi-yıl su miktarı ile düşük sınıfta yer almaktadır. Plansız kentleşme, sanayileşme ile yenilenebilir tatlı su kaynaklarımızdaki azalma kaçınılmazdır. Aşırı çekim ile yeraltı su kaynaklarımız tuzlanmakta, tarımsal etkinliklerde kullanılan kimyasallar, evsel ve endüstriyel atıklarla kirlenmeye devam etmektedir. Ülkemizde su kaynaklarının yönetiminde yaşanan politikasızlık, yasa ve yönetmelikler eliyle su kaynaklarımızın yok edilmesi, içme suyu şebeke ve arıtım süreçlerindeki yetersizlikler ve yanlışlıklar sebebiyle hala kentsel nüfusun tümü arıtılmış ve şebekeden gelen içilebilir suya erişememekte, kanalizasyon hizmetlerinden yararlanamamaktadır. “Su kalitesi” açısından 2002 yılında 41. sırada olan ülkemiz 2005 yılında 142. sıraya gerilemiştir. Su kaynaklarımız hızla tükenmektedir. İSKİ verilerine göre 2003 yılının 4 Haziranı’nda barajlardaki doluluk oranı % 94,99 iken, 4 Haziran 2006’da % 90’a, 4 Haziran 2007’de % 44,30’a gerilemiştir. 4 Haziran 2008 günü barajların doluluk oranı % 38,22’dir.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı; son yıllarda uyguladığı fiyatlandırma ve işletme politikalarıyla suyu yaşamsal bir hak olarak değil, alınıp satılabilen, kar edilen bir mal olarak gördüğünü ortaya koymuştur. 2007 yılında suya 5 defa zam yapılmış, bunların sonuncusu asgari insani tüketim miktarları bile dikkate alınmadan kademelendirme uygulanarak %134 oranını bulmuştur. Daha bu zamma karşı tarafımızdan ve kitle örgütlerinden açılan davalar sonuçlanmadan 2008 yılı içinde %2’lik bir zam daha yapılmıştır.
Bilindiği üzere su hizmetlerinin 1990’lı yılların başında özelleştirilmesi süreci başlamıştır ve İstanbul bu süreci en hızlı ve en sarsıcı olarak yaşamaktadır ve yaşayacaktır. İSKİ’nin taşeron firmalara ihale ettiği işlerden yeni bir iş kazası haberi gelmesi neredeyse kimseyi şaşırtmaz olmuştur.

Su işletmelerinin özelleştirilmesi gün geçtikçe daha çok gündeme gelmeye başlamıştır. Bu yeni yapılanmanın temel çizgisi şirketleştirme-özelleştirme kısaca suyun ticarileştirilmesi olarak adlandırılabilir. İSKİ yasasına tabi idarelerin, yasanın tanıdığı imkanı kullanarak Uluslararası Finans Piyasalarından kredi talep etmeleri ile kredi verecek kuruluşların; özellikle Dünya Bankası’nın bir takım koşullarını bu kurumlara dayatmalarını da beraberinde getirmiştir. Finansman ihtiyacı içindeki idareler Kredi Kuruluşları ve Dünya Bankasınca dayatılan bu koşulları kabullenmekte, kredi anlaşmaları ve projelerle yeni bir kurumsal yapılanma içine girmektedirler.

Suyun ticarileştirilmesi sürecinde oynanan oyunların bir diğer boyutu su havzalarının metalaştırılması üzerine yapılan planlamalardır. Bugüne kadar İstanbul’daki birçok havza, yerel yönetimlerin değişme zamanlarının hemen öncesinde havza kapsamı dışına çıkartılmak suretiyle yerleşime açılmış ve bu şekilde siyasi partilerin oy kazanma çabalarına kurban edilmişlerdir. Havza alanlarında yapılaşmaya izin verilmemeli ve yapılanmayı teşvik edecek hiçbir projeye imza atılmamalıdır. Su havzalarında, havza koruma alanları içerisinde yer alan arıtma tesisi çalışmayan ya da var olmayan tüm tesislerin ivedilikle kaldırılması gerekmektedir.

Su krizine çözüm önerisi olarak akarsularımızın yap işlet devret modeli ile özelleştirilmesi, kamuya ait suyun kamu yararına kullanılmamasını getirecektir.

Ülkemizde Yuvacık Barajı’nda, Antalya’da, Edirne’de ve Çeşme’de yaşananlar, özelleştirme sonrasında olacaklara kanıttır. Suyun metalaştırılması ve su hizmetlerinin özelleştirilmesi durumunda vaziyetten çıkar umanlar, kar maksimizasyonu sağlayabilmek için bizlerin yaşamlarını, musluklarımızdan akan suyun miktarını, kalitesini, yapılan işin sağlık ve güvenlik kurallarını hiçe saymaktadır.
İhtiyaç duyulan su miktarı artarken, su havzalarının korunamaması sebebiyle havza sınırlarını aşarak kente su getirme projeleri yapılmaktadır. Bu projelerde suyun getirildiği yerin gelecekteki su ihtiyacı, bölgenin ekolojik yapısı gözardı edilmektedir. Bir yandan villa kentler, 3. Köprü ve bağlantı yolları, Turizm Teşvik Yasası ile orman alanları tahrip edilmekte ve buna bağlı olarak yağış miktarının düşmesi sağlanmakta; bir yandan su havzalarındaki mevcut su, su havzalarının korunamaması nedeni ile kirlenmekte ve suya erişim maliyetlerine arıtma giderleri eklenmektedir.

Atıksuları kanalizasyon ile toplanan nüfus oranı büyük çoğunlukla büyükşehir belediyelerinde yaşayanlar olmak üzere %70 civarındadır. Kanalizasyon hizmeti büyük bir oranda tamamlanmasına rağmen atıksuların önemli kısmı arıtılmadan ya da yalnızca ön arıtma ile alıcı ortamlara deşarj edilmektedir. Alıcı ortamlarda ötrofikasyona sebep olabilecek nutrientlerin (besi maddesi) giderimini sağlayacak ileri atıksu arıtma tesisleri hala çok sınırlıdır. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre 2006 yılında 3367 milyon m3 atıksu deşarj edilmiş ve arıtılan toplam 2140 milyon m3 atıksuyun 714 milyon m3’ü sadece birincil arıtmaya tabi tutulmuştur. Arıtma tesisi ile hizmet alan nüfusun toplam nüfusa oranı % 42’dir. İstanbul’da 2006 yılında arıtılan atıksu miktarı ise 761 milyon m3’tür. 638 milyon m3 atıksu, birincil arıtmadan, 96 milyon m3’ü ikincil arıtmadan ve 26 milyon m3’ü üçüncül arıtmadan geçirilmiştir. İstanbul nüfusunun % 80,64’ü atıksu hizmetinden yararlanmakla beraber, üçüncül arıtma hizmetinden yaralanan nüfus % 2,76’dır. Oysaki İstanbul ile karşılaştırabilecek bir nüfusa sahip olan İzmir kentinin tüm evsel atıksuları üçüncül arıtmadan geçirilmektedir.

Bir trilyon dolar pazar büyüklüğü ile ifade edilen su hizmetlerini sağlıklı ve güvenli olarak almak en temel yaşam hakkımızdır. Bizi, yaratılacak olan pazarın büyüklüğü değil, suya rahat ve güvenli ulaşımımız ilgilendirmektedir. Halk, ekonomik kaygılardan bağımsız olarak temiz su elde edebilmeli, kullanılmış su, kullananın gelir seviyesine bakılmaksızın arıtılabilmelidir. Su, nasıl kamuya aitse, su hizmetleri de özü itibari ile kamusal bir hizmettir ve kamuya ait kalmalıdır. Su kaynaklarımız gelecek nesillerin ve ekosistemin varlığını sürdürebilmesi için koşulsuz korunmalıdır.

HAVA KİRLİLİĞİ
Ülkemizdeki en önemli çevre sorunlarından birisi de hava kirliliğidir. Dilovası, Yatağan bu sorunu en can alıcı şekliyle yaşayan yerlerdir. Öyle ki Dilovası artık kanser ovası olarak anılmaya başlanmış, Yatağan’da insanların sokağa çıkamadığı günler olmuştur.
“Hava kalitesi” açısından 2002 yılında 11. sırada olan ülkemiz 2005 yılında 20. sıraya gerilemiştir. “Hava kirliliğinin azaltılması” açısından 2002 yılında 75. sırada olan ülkemiz 2005 yılında 93. sıraya gerilemiştir. “Sera gazı salınımlarının azaltılması” açısından 2002 yılında 70. sırada olan ülkemiz 2005 yılında 94. sıraya gerilemiştir.

Türkiye, karbondioksit salınımında 13. sırada yer almaktadır ve karbon miktarını 14 yıl içerisinde % 76 arttırmış durumdadır.
1992 Rio Zirvesi’nin (Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı) önemli anlaşmalarından birisi olan “Küresel Isınma (İklim Değişikliği) Anlaşması”, ABD, Avustralya ve Türkiye tarafından imzalanmamış ve bu konudaki tartışmalar, ülkelerin yükümlülükleri gibi konular uluslararası çevre hukukunun önemli bir sorun alanı olarak ortada durmaktadır.

Rio süreci ve Kyoto Protokolü ile birlikte, iklim değişikliğine yol açan gazların yayımının sınırlanması doğrultusunda gelişmiş ülkelerin karbondioksit yayımı miktarlarını, ülkelerin 1990 yılı karbondioksit yayımı seviyesinde tutmaları yönünde bir ilke kararı benimsenmiştir. Bu anlaşmanın ABD ve gelişmiş sanayi ülkeleri tarafından imzalanmaması, uzun yıllar askıda bırakılması ise aslında siyasal bir tercih olarak yorumlanmalıdır. Gelişmiş ülkelerin bilinen ikiyüzlü politikaları, ekolojik sorunlar karşısındaki çelişkileri tam da bu süreçte su yüzüne çıkmıştır. Böylece, yıllarca dünyanın bütün varlıklarını sanayileşme ve kalkınma uğruna tüketen bugünün sanayileşmiş ülkeleri (geri kalmış ülkelere çevreyi koruyarak kalkınmayı, daha doğrusu “kalkınmamayı” öğütlerken) ekolojik sorunların çözümü için herhangi bir kaynak aktarımına, önlem almaya yanaşmamakta “kararlı” bir tavır sergilemişlerdir!

KATI ATIK
Ülkedeki politika yoksunluğu ve kurumlar arasındaki yetki karmaşaları nedeniyle katı atık yönetimi konusunda ciddi sıkıntılar yaşanmakta ve bunun sonucu olarak da sağlıklı bir atık yönetim sistemi oluşturulamamaktadır.

Atıklara ilişkin sağlıklı bir envanter bulunmamakla beraber, Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2004 yılı verilerine göre ülkemizde 34 bin ton belediye atığı ve 17,5 milyon ton imalat sanayi atığı üretilmektedir. Ülkemizde her insan, yılda ortalama ağırlığının 10 katı kadar atık üretmektedir.

Gelişmiş ülkelerde, atıkların %55-65’i geri dönüştürülerek tamamıyla ekonomiye kazandırılmaktadır. Bu oran ülkemizde, çöpün yarısından fazlası geri kazanılabilir özellikte olmasına rağmen oldukça düşüktür.

Türkiye’de yıllık oluşan 25 milyon ton katı atığın % 60’ı hala vahşi depolarda toplamaktadır. Yakma, dereye ve göle boşaltma, gömme gibi yöntemler hala kullanılmaktadır. İstanbul’da ise yılda 4 milyon 700 bin ton civarında oluşan katı atıkların yüksek oranda düzenli depolarda toplanılması başarılmış ancak geri dönüştürülen atık miktarı gelişmiş ülkelerin çok altında kalarak %3 civarında gerçekleşmiştir.
Sağlıklı ve uygulanabilir bir atık yönetiminin olmaması nedeniyle, ülkemizde her yıl milyonlarca ton doğal kaynak, binlerce kişilik istihdam olanağı çöpe atılmaktadır.

TEHLİKELİ ATIK SORUNU
Tehlikeli atıklar, başta insanlar olmak üzere, yeryüzündeki canlı yaşamının bugününü ve yarınlarını tehdit eden bir sorun haline gelmiştir.

İstanbul ilinde kayıtlı 12 bin, kayıtsızlarla birlikte 30 bin sanayi tesisi olduğu ve bunların 1–2 milyon ton tehlikeli atık ürettiği resmi makamlarca bildirilmektedir. Bu atıkların nerede ve nasıl depolandığı; nerede ve nasıl bertaraf edildiği ise bilinmemektedir. Bu tesisleri denetlemekle yükümlü olan kurum, eleman ve ekipman yetersizliği nedeniyle, denetim işlevini yerine getiremediğini itiraf etmektedir.

Sanayi tesislerinin kentsel yaşam alanları ile içi içe oluşu, kayıt dışı pek çok sanayi tesisinin varlığı, sanayi tesislerinin çoğunun temiz üretim, atık minimizasyonu, uygun depolama ve taşıma kurallarına uygun davranmayışı; atıkların bertarafında, çevre ve insan dostu yöntemlerin kullanılmayışı tehlikeli atık sorununun önemli nedenleridir.

Tehlikeli atıkların yakılarak bertaraf edilmesinin bir kurtuluş yolu olarak önerilmesi çevre alanında politikasızlığın politika olduğunun bir başka göstergesidir. Atıkların yakılması sırasında açığa çıkan dioksinler ve furanlar, bertaraf edilmek istenen kimyasallardan çok daha tehlikelidir. Atıkların bertaraf edilmesinde yakma yönteminden vazgeçilmeli; İZAYDAŞ’ın atık yakma üniteleri kapatılmalı ve yeni atık yakma tesisleri açılmamalıdır.

Tehlikeli atık sorununun çözümü temiz üretim ilkelerinin benimsenmesi; atıkların dönüştürme vb. yöntemlerle minimizasyonu; atıkların çevre ve insan dostu yöntemlerle bertaraf edilmesi; bertaraf edilene kadar, çevre ve insan için zararsız şekilde depolanmasından geçmektedir. Yurtdışından ülkemize atık girmesi önlenmeli, yerli sanayi atıkları “Tehlikeli Atıkların Kontrolü Yönetmeliği”nde yer alan şartlara uygun depolama alanlarında tutulmalıdır.

ENERJİ POLİTİKALARI
Sürekli daha fazla tüketme çağrıları yapılan dünyada, “müşteri değilsen yoksun” anlayışıyla programlar üretenler, bir yandan çevre üzerine timsah gözyaşları dökerek küresel iklim değişikliğinden dem vurmakta; bir yandan ise gelişmişlik göstergesi olarak kişi başına kullanılan enerji miktarının artması gerektiğini savunmaktadır. Oysaki enerji verimliliği ancak enerji başına üretim miktarının arttırılması ile sağlanabilir. Bu nedenle gelişmişlik göstergesi olarak kişi başına kullanılan enerji miktarı değil, enerji yoğunluğu olarak ifade edilen enerji başına üretim verimliliği esas alınmalıdır.

Gayri safi milli hasıla başına enerji tüketimi olarak tanımlanan enerji yoğunluğu AB için yaklaşık 200 kg PEE/bin Euro, Türkiye için yaklaşık 500 kg PEE/bin Euro’dur. Birim mal üretimi için Türkiye’de AB’ye göre 2.5 kat enerji harcanmaktadır.

Elektrik enerjisinde en önemli sorunlardan birisi de üretilen elektriğinin %18’ine karşı gelen bir kısmının teknik veya diğer nedenlerle ortaya çıkan kayıp-kaçak olmasıdır. Bu da yılda yaklaşık olarak 1.7 milyar dolarlık bir kayba karşı gelmektedir. Kayıp-kaçak oranı AB’de %8 kadardır.

Dünyada bütün gelişmiş ülkeler çevre dostu, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelirken ülkemizde nükleer enerji inadı alabildiğine sürüp gitmektedir. Rüzgar ve güneş enerjisi gibi enerji kaynakları açısından zengin olan ülkemizde “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” istenircesine enerji krizini gösterip nükleer santralleri kabul etmemiz isteniyor. Çernobil felaketinin 22. yılında Türkiye’de kanser vakalarının artması, bilim insanlarının açıklamaları, onbinlerce insanın nükleer enerjiye istemediğini meydanlarda dile getirmesi iktidarca görmezden gelinmekte, nükleer santral yasası alelacele çıkarılarak ihale süreci başlatılmaktadır.

Nükleer santrallerin yarattığı tehdit, yalnızca patlama ile sınırlı değildir. Nükleer atık sorunu hala çözülememiştir. Bu sorun çözülemediği için nükleer enerji üreticisi ülkeler nükleer atıklarını az geliş ülkelere satmaya devam etmektedirler.

Nükleer çılgınlıktan vazgeçilmeli; ülke gerçeklerine dayanan, akılcı enerji politikaları benimsenmelidir. Enerji tasarrufu ve verimliliği ile ciddi paralar harcamadan ve çevreyi kirletmeden elektrik talebinin daha uzun süre karşılanabilmesi mümkündür. Yenilenebilir enerji kaynaklarına geçiş insanlık ve dünya için bir zorunluluktur.

ÇEVRE MÜHENDİSLİĞİ ÜZERİNE
Ülkemizde çevre hizmetlerine yönelik yeterli teknik eğitimin verildiği tek meslek grubu Çevre Mühendisleridir. Çevre hizmetlerinin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi için her geçen gün gelişen bu meslek disiplininden mümkün olduğu kadar çok faydalanmak gerekmektedir. Meslektaşlarımızın istihdam veya gizli işsizlik sorunları göz önüne alındığında, bugüne kadar bu imkândan yeteri kadar faydalanılmadığı görülmektedir

Meslektaşlarımızın birçoğunun doğru istihdam, işsizlik, iş güvencesi, mesleki tanınırlık, ücret yetersizliği/dengesizliği vb. sorunları halen devam etmektedir.

Çevre mühendisliği hizmetlerinin, çevre sorunlarını gidermeye yönelik proje, tasarım ve uygulama süreçlerinin kamusal hizmet olmaktan çıkarıldığı, ticarileştiği ve yabancı sermayeye peşkeş çekildiği bir dönemde, mesleğimiz cazibesini ve gelecek tahayyülünü yitirmiştir.
Çevre mühendislerinin istihdam sorunu ülkemizde çevre meselesinin ne derece ciddiyetle yaklaşıldığının da göstergesidir.
Meslek alanımızda işsizlik ciddi bir sorun iken, iktidar yüksek öğretim kurumlarında alt yapı yetersizliğini göz ardı ederek kontenjan arttırmaktadır. Herhangi bir istihdam planına dayanmadan yalnızca siyasi hesaplar uğruna yapılan bu uygulama işsizler ordusuna yeni vasıflı neferler kazandırmaktan öteye varamayacaktır.

5 HAZİRAN BİR KUTLAMA GÜNÜ DEĞİLDİR!
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi olarak yukarıda saydığımız bütün bu sorunlarla iç içe yaşarken; insanın ve çevrenin bir bütün olarak ele alınmadığı, sağlıklı bir çevrede yaşamanın bir insan hakkı olduğunun göz ardı edildiği, çevrenin bir rant alanı olarak görüldüğü, politikasızlığın politika olduğu bir dönemde 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nü kutlama günü olarak değil bir mücadele günü olarak gördüğümüzü yıllardır ifade ettik, bugün de ediyoruz.

Başka bir dünyanın mümkün olduğuna dair inancımızla sermayeden yana değil insandan ve yaşamdan yana politika ve uygulamaların savunucusu ve takipçisi olacağımızı kamuoyuna saygılarımızla sunuyoruz.

TMMOB Çevre Mühendisleri Odası
İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu