Ayı kıssası – Güngör Şenkal (Sendika1.Org)

Betonda ot yetişmeyeceğine göre, bu yol yeşil olamaz! O halde, yaratılmak istenilen bir yanılsamayla karşı karşıyayız. Yanılsama: 2600 km boyunca bozulacak yaşam alanları!

Doğu Karadeniz dağlarının en güzel bölümü deyince Kaçkarlar gelir akla. Her dağcının rüyası olan bu dağların bir de en yüksek yeri vardır ki, adına Kaçkar derler. 3937 m. yüksekliğindeki bu dağa, tırmanışı daha kolay olduğundan, güney cephesinden çıkmıştım. Yusufeli, Heveg Köyü, Olgunlar ve Nasdaf yaylaları, Dilberdüzü ve Deniz Gölü rotası üzerinde yol boyunca bana aradaşlık eden Kaçkar çiçekleri, kuşlar, böcekler ve sürüngenler arasından yapılan bir zirve tırmanışı.

Aradan yıllar geçti, Kaçkar’a bir de zorlu olan güney cephesinden tırmanmaya karar verdik. Hemen hemen bütün dağların kuzey cephelerinin zorlu olduğu, her dağcının bildiği, en azından bilmesi gerektiği bir bilgidir. Çamlıhemşin, Ayder, Kavrun/Kavron, Mezovit, Öküz Çayırı…

Öküz Çayırına kamp kurduğumuzda, hava çok sisli ve kararmak üzereydi. Yukarı Kavrun’dan üç saatlik yürüşle geldiğimiz bu alanda geceyi geçirecek, sabah erkenden de birçok rotadan birini tutup zirve tırmanışı yapacaktık. Ancak!..

Ancak on beş dakika kadar olmuştu yattığımızda, çadırdakileri (ve belki de çadırdakilerin niyetini) derin derin koklayarak anlamaya çalışan bir ziyaretçimiz oldu. Çadır beziyle başlarımız arasında on-on beş cm. mesafe olduğu düşünüldüğünde, kafa kafaya olduğumuzun anlaşılacağı bu ziyaretçi, bir ayı idi. Kararını vermiş olmalı ki, kükreyerek, iki kişilik küçük çadırımıza yıkılacak kadar sarsan bir ‘tokat’ vurdu.

Oralarda bir yerlerde yaşadığını bildiğimiz, ama bu kadar kısa sürede ziyaretimize geleceğini ummadığımız bu ayı, daha küçük adımlarla kendisini takip eden yavrularıyla (seslerden çıkarıyoruz!) uzaklaştı. Evet, uzaklaştı! Uzaktan yine kükredi. Çadırdan yaklaşık elli metre uzağa koyduğumuz yiyecekleri bularak yavrularını çağırdığını, artık bizi rahatsız etmeyeceğini ve bu kadarla kurtulduğumuzu düşünerek sevindik.

Sevinemedik!..

Gün ağarıncaya kadar toplam yedi kez daha çadıra gelip, koklayıp kontrol etti bizi.

Ayak ucumuz tarafından vuran günün ilk ışıklarını, sanki gölge oyunu için bir fırsat bilen yavru ayılardan biri, çadırın ipleriyle dakikalarca oynadı. Sarsıntıdan yıkıldı yıkılacak duruma gelen çadırımızda, sonucu beklemekten başka bir şey gelmiyordu elimizden. Yakında bir kayanın üzerinde duran su bidonuyla da oynadıktan sonra gitti; gittiler.

Ayının ilk kükremesindeki mesajı açıktı: Şu anda bizim yaşam alanımızda bulunuyorsunuz. Yavrularım adına sizi uyarıyorum! Kötü niyetli olmadığınızı anladık. Sınırlarımıza ve duyarlılıklarımıza saygı gösterdiğiniz sürece sorun olmaz. Ama, sakın ola ki bir yanlışınızı görmeyelim, burayı size dar ederiz!

Uyarıya uyup uymadığımızı anlamak içindi, gece boyunca defalarca gelişi, gelişleri.

Amatör bir dağcı olarak Karadeniz’in birçok yaylasında, dağında bulundum. Onca zorluğa katlanmamın nedeni, o güzellikleri, o güzelliklerin bir parçası olarak yaşayabilmekti. Bunun anlamı; bırakın insan-hayvan ayrımını, canlı-cansız ayrımı bile yapmadan doğal çevreye saygılı olmak, onun üstünde ve ona hükmeden değil, kendini sadece ondan bir parça gibi düşünüp ona göre davranmaktır.

Son on yılda hızla büyüyen ve siyasi iktidarın da ana ayaklarından birini oluşturan beton endüstrisi, betonlaştırma macerasını TOKİ, AVM, yol/duble yol, deniz doldurma, havalimanları, HES, en sonu da yeşil yol… çizgisinde sürdürmektedir.

Betonda ot yetişmeyeceğine göre, bu yol yeşil olamaz! O halde, yaratılmak istenilen bir yanılsamayla karşı karşıyayız. Yanılsama: 2600 km boyunca bozulacak yaşam alanları!

Betona, yani inşaat sektöründeki ucuz ve güvencesiz emek sömürüsü ile ranta doymayan bu mafya, ancak ve ancak beton dökerek ayakta kalabilir. Bunların gözünde her yer betonlaşmaya adaydır!

Onun için 3. köprü, 3. havalimanı, her yüz kilometreye bir havalanı!..

Dökecekleri her santimetre beton; kısacası, yapacakları her inşaat onlar için bir para tapınağıdır. Yarın çıkıp da her elli kilometreye bir havaalanı derlerse şaşırmamak gerekir.

Bu yapılanların kalkınmadan çok genişlemeyle uzaktan bir ilişkisi kurulabilse de, asıl olan beton mafyasının kısa ve orta vade kârlarının garantiye alınmasıdır.

Betonlaşma dalgasının bu boyutu, akademisyenler, hukukçular, çevre örgütleri vd. tarafından yeterince yazıldı, tartışıldı. Ben daha çok (amatör) bir dağcı gözüyle görmeye, düşüncelerimi paylaşmaya çalışacağım.

Canlıların hayatta kalabilmek için geliştirdikleri iki yöntem vardır: Birincisi, gizlenmek (kendini, yerini belli etmeden varlığını sürdürmek); ikincisi ise, uyarmaktır. (yaşamıma, yaşam alanıma dokunma, senin için iyi olmaz!)

En azından tarih disiplininin bize öğrettiği, insanın ikinci türden bir canlı olduğudur.

Şimdi, ayının bize söylemek istediğine geri dönelim.

Oradaki tek çadırdık ve çadırda da yalnızca iki kişiydik. En yakın yerleşim yeri, yürüme yoluyla üç saatlik mesafedeydi. Ayı, oranın kendi yaşam alanı olduğunu net bir dille bize söyledi ve bunu kabul etmemiz şartıyla orada kalmamıza izin verdi!

Vermeseydi ne olurdu?

Belki de bizden geriye kalan birkaç parça!..

Doğu Karadeniz’de tanıdığım düzinelerce arkadaşım var. Birçoğu, yabani hayvanlara karşı güvenlik mahiyetinde, dağlara giderken yanıma en azından bir tüfek vermek ister(di). Ben ise her defasında, avcı değil, dağcı olduğumu söyler, bu tür önerileri geri çevirir(d)im.

Bilindiği gibi, beton endüstrisi, oralarda yaşayan insanlar dahil bütün canlıların yaşam alanına, iş makinası adı verilen silahlarla tecavüz etmektedir. Elbette, iş makinaları ve sonrasında yapılacak olan betonlama/asfaltlama, doğaya, doğal yaşama karşı silahlı bir saldırıdır. Silahtan başka bir şey anlayanlar için ayrıca belirtelim: Beton, başka bir söyleyişle inşaat mafyası, iktidarla kurduğu karmaşık çıkar ilişkilerini kullanarak, savunmasız gördüğü yöre halkının üzerine silahlı kolluk kuvvetlerini salmakta da sakınca görmemektedir.

Masal anlatmıyoruz; hikayemiz, anlayana kıssadır.

Sermaye kâr peşinde koştuğundan, yerleşik yaşamı olamaz! Anlaşılacağı üzere, sermaye vurguncudur, vurgunu vurup gider. Verdiği zarar umrunda olmaz. Bunun bilincinde olan yöre halkı, vurguncu-soyguncu beton mafyasını bölgeye, yani kendi yaşam alanına sokmak istemiyor; bunun mücadelesini veriyor. Orada yaşayan olarak en temel hakkını kullanıyor: Nefsi müdafaa!

Dağların, yaylaların güzelliğini tarif etmeye gerek yok. Eğer dağcılar, gezginler, doğa düşkünleri, araştırmacılar… yüzlerce, bazen binlerce kilometrelik yoldan geliyorsa (örneğin ben yaklaşık 3200 km’lik yoldan geliyorum), onları buraya çeken güzellik anlatılmaz, ancak yaşanır.

Bu doğa harikası yerleri talancı hırsız takımından korumaya çalışan o güzel insanların mücadelesine destek olmak ilk önce bizim, dağcılık derneklerinin boynunun borcudur. Çünkü onlar, yaşam alanlarını yalızca kendi adlarına değil, hepimizin adına, dünyadaki bütün canlılar adına koruyor.

Biz, oradaki yaşamı sevecen insanlarıyla, yaban hayvanlarıyla, tarif etmeye gerek duyulmayacak doğal güzellikleri ve yeri geldiğinde doğal tehlikeleriyle birlikte seviyoruz; betonu sevmiyoruz!

Beton mafyasına! Yörede yaşayanlar ve onların yerel yöneticileri sizin beton sevdanıza karşı; getireceğiz dediğiniz yerli ve ‘yabancı’ turist de karşı (bu çok önemli!), biz dağcılar da karşıyız! Eeee, peki sizi kim çağırdı?

İnsanları yormadan, geldiğiniz gibi lütfen!..

Halkın haklı mücadelesini özetleyen aşağıdaki türkü, beton mafyasına söyleyeceğimiz ve tutmakta kararlı olduğumuz son sözümüzdür:

eşkiyaluk işumuz

(metin lokumcu’nun anısına)

denizun mavisinden oy

ormanlara bakaruz

atoma da heslere da

termiğe da karşiyız oy

atoma da heslere da

termiğe da karşiyuz

eşkiyayum eşkiyayuz

eşkiyaluk işimuz da

eşkiyayum eşkiyayuz

eşkiyaluk işimuz (Nakarat)

dere bizum deremuz oy

sular bizum suyumuz

insanluğun adina da

onlari biz koruruz oy

canlilarun adina da

onlari biz koruruz

(Nakarat)