Atanamayan öğretmen, tutunamayan beyaz yaka – K.Efe Ersöz

Ana haber bültenlerinden bir sahne: Çok kalabalık bir spor salonu, muhabirin sevinç gözyaşları döken bazı yaşlılarla ve bazı gençlerle kısa söyleşileri, mesleğini yapabilme ihtimalini kura çeken bir bilgisayara umut olarak bağlamış insanların hisleri…

Atanamayan öğretmenlerin hikâyelerine aşinayız. Bin bir zorlukla alınan diplomaların, eğitimci formasyonlarının işe yarar hale gelmesi ve tabi ki geçim sağlayacak bir maaşa dönüşmesinin bu denli zor oluşu artık haberlerde bile yer alamayacak kadar normalleşti. Bu zorluk bir intiharla sonlanmadıkça veya Erdoğan seçim dönemlerinde atama şovlarına ihtiyaç duymadıkça birkaç ilkeli haber sitesi hariç hiçbir mecrada yer almıyor.

Öğretmenlerin işsizliği ve atanamamaları üzerine; eğitim alanında güvencesiz çalışma biçimlerinin yaygınlaşması, devletin plansızlığı, alanı piyasaya bazı ayrıcalıklarla sunması, eğitim bütçelerinin diğer kalemler arasında geri planda kalması gibi birçok konuda söylenmiş çokça söz var. Biz yine de verili durum için soralım: Serbest piyasanın görünmez eli, arkası ısırık elma logolu telefonun fazladan arzına suni talepler yaratabilirken, öğretmenlerin fazladan arzına neden talep yaratamaz? Bu sorunun gözlerimizi tırmalaması normaldir, çünkü eğitimin de öğretmenlerin de alınır satılır bir mal veya hizmet olmasına alışsak bile hala ikna olamadık. Bir şirket gibi yönetilmeye çalışılan Yeni(!) Türkiye’nin içinde, Maya Okulları’nda sahip olduğu hisselerini, bakanlığa atanınca 2,5 milyon ₺ karşılığında kardeşine devreden(!) Milli Eğitim Bakanının olduğu yerde eğitimin hizmet yerine bir hak olarak ele alınmasını beklemek pek akıllıca görünmüyor. Akıllıca görünmeyen bu beklentiye girmese de, temel eğitimi bir hizmet olarak satın alan çok tanıdık bir grup var: Beyaz yakalılar!

Beyaz yakalı öğretmenin kurdu mudur?

Artık bir sektör olan eğitimin asli müşterisi, ağırlıkla yüksek gelirli (veya kredi çekebilecek durumdaki) beyaz yakalı çalışanlar ve onlardan çok daha az sayıdaki patronlar, zengin sanatçılar gibi seçkinler oldu. “Eğitimin meta olmaması” beklentisini gütmese de, en azından çocuğunun nitelikli sayılabilecek bir eğitim almasını önemseyen beyaz yakalı, aşina olmayanların dudaklarını uçuklatacak paraları zorunlu olarak özel okulların banka hesaplarına akıtıyor. Hatta çoğu zaman bu harcama için büyük kredi borçlarının altına giriyor. Zorunlu diyoruz, çünkü beyaz yakalı özel okul yerine devlet okulunu tercih ederse; çocuğunun geleceğinin niteliksiz devlet okulları tarafından karartılacağı, aklının hangi tarikata mensup olduğu belirsiz öğretmenler tarafından karıştırılacağı gibi kaygılar taşıyor.

Kurduğumuz bu kısıtlı ama alışılmış kabullerimizle uyumlu bağlam, ‘beyaz yakalı öğretmenin kurdudur’ gibi bir sonuç doğuruyor olabilir. Yüksek gelirli diyemeyeceğimiz, kredi çekemeyen, fakat aynı kaygıları taşıyan diğer beyaz yakalıların aile bütçelerine bir özel okul masrafını dâhil edemediğini göz önüne alırsak bu sonuç kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Çünkü bu girdiyle birlikte, kabullerimizdeki ‘beyaz yakalı’, zengin bir seçkinler grubunun parçası olmaktan çıkacaktır. Artık beyaz yakalı aynı zamanda çocuğunu mavi yakalıların, işsizlerin ve memurların gönderdiği devlet okullarına göndermek zorunda kalanların, yani kalabalık ötekilerin arasındaki bir parçadır.

Kimsin sen beyaz yakalı: Seçkin mi, avam mı?

Beyaz yakalıyı klasik tanımı gereği, üretimin süreç içerisinde bedensel emek kadar ihtiyaç duyduğu zihinsel emeği sunan çalışanlar olarak biliyoruz. Mühendisler, mimarlar, yazılımcılar, bankacılar, tasarımcılar… Meslek grupları listesi uzadıkça uzuyor. Peki, öğretmenler de ‘beyaz yakalılar’ familyasından mıdır? Peki ya memurlar? Serbest piyasanın dünya üzerinde bu kadar yaygınlaşmadığı eski zamanlarda ihtiyaç duyulan zihinsel emeği harcayanları, mesela M.Ö. 4.yüzyılda Makedonya Krallığı’nın gözde kurumlarından İskenderiye Kütüphanesi’nde çalışan birini bugünkü beyaz yakalıların atalarından sayabilir miyiz? Yoksa beyaz yakalının kökeni, kendi atölyesinde çıraklarıyla beraber basit demir işleri yapan bir zanaatkâra mı dayanır?

Alışık olduğumuz kabule göre bir kamu çalışanı beyaz yakalılar familyasının dışında bir tür olarak görülür. İki grubun genel davranış biçimlerinin farklı olduğunu düşünülür. ‘Memur’ dendiğinde zihinlerde canlanan imaj; rutin işler yapan, bankonun önündeki insan kuyruğuna aldırmadan bilgisayarında iskambil oyunu oynayan, ‘salla başını al maaşını’ ifadesini çağrıştıran sıkıcı stereotipidir. ‘Beyaz yakalı’ dendiğinde canlanan imaj ise şirket içi veya dışı girişimcilik fırsatlarını kovalayan, sürekli arayış içinde olan, gecesini gündüzüne karıştıracak kadar çok çalışan, inovatif, entelektüel ve prezantabl stereotipidir.

Hâlbuki iki grubun da ezici çoğunluklarının gelirlerini kıyasladığımızda birbirlerine çok yakın olduklarını görebiliriz. Üstelik çalıştıkları ortamlar, yaptıkları işler, kurumların organizasyon şemaları da çoğunlukla benzerdir. Hatta iki gruptaki çalışanların işten kaytarma oranları ve yöntemleri de neredeyse aynıdır. Bu benzerliklerin yanı sıra fazla mesailer, izinler, yan haklar, iş güvenceleri, sigorta primlerinin yatırılması, işten çıkarmalar, maaş ödemelerindeki düzensizlikler gibi onlarca göstergeyi dikkate aldığımızda, beyaz yakalının kamu çalışanından daha sefil bir imaj çizmesini bekleriz(1).

Yaygın algının bunun tam tersi olması özel sektörün ve piyasanın kutsandığı bir dönemde yaşıyor olmamızla doğrudan ilgilidir. Çünkü bu kutsanma, altın çağını yaşattığı özel sektörde çalışmayı, pürüzsüz ve modern bir yaşam tarzı ile çekici kılarken; kamu için çalışmak gri, zamanın gerisinde, sıkıcı ve faydasız bir yaşam tarzıyla özdeşleştirilir.
O halde rahatlıkla söyleyebiliriz ki beyaz yakalının imajı seçkin, koşulları çoğunlukla avamdır. Özel sektörde çalışan güvencesiz, ucuz, huzursuz, hayata tutunmakta zorluk çeken, fakat şekli parlak zihinsel emek kaynağına beyaz yakalı diyoruz.

Aşina olmadığımız bir imaj: Tutunamayan beyaz yakalı

Kalabalık spor salonlarında çekilen kurayı beklemeyen, işe girdiğinde muhabirlerin etrafını sarmayacağı, atanamayan öğretmen kadar aşina olmadığımız bir imaj ile karşı karşıyayız: Tutunamayan beyaz yakalı. Oysaki alıştığımız beyaz yakalı şık kıyafetleri, seçkin zevkleri ve iyi yaşam standartlarına sahipti…

Kura beklemek yerine kariyer sitelerinde başvuru üstüne başvuru yapmaya başlayan potansiyel beyaz yakalının parlak(!) kariyer macerası başlamak üzere! Ekonomik kriz koşullarında sayısı üçte birine düşmüş iş ilanlarına başvurup, iyi ihtimalle başvuruların %5’inden bir görüşme daveti alır, aşamalı mülakat serilerini geçebilir, diğer adaylar arasından sıyrılabilir ve son olarak muhtemelen sosyal medya hesabı taramalarını içeren güvenlik soruşturmalarına takılmadan ilerleyebilirse bu ışıltılı kulübün üyesi haline gelebilecek. Ne yazık ki içeride eğlenceli bir müzik çalmıyor… Parlak ışıklı tabelanın altındaki kapıdan girdiğinde karşılaşacağı sevimsiz manzarayı düşünürsek, çocuğunu güvendiği bir okula gönderebilecek maaşa ulaşması için önünde uzun bir yol var. Üstelik içerideki tek sorun uzun yol ve çirkin müzik değil. Kulübün kısıtlı bütçesiyle aldığı dandik sis makinasının bastığı duman, gitmek istediği yolu görmesini engelliyor. Belirsizlikler, ekonomik krizler, kulübün eski üyelerinin dans ederken yanlışlıkla(!) ayağına basmaları arasında, işler yolunda gitmezse hemen yan kapıdan dışarı çıkabilir.

Sevgili beyaz yakalının içeride ve ayakta kalabilmek için tutunacak bir yere ihtiyacı var. İçerideyken tutunacak bir yer bulmak daha kolay olabilir. Eğer kulübün sahibi içerideki kalabalığı düzenli olarak dışarı çıkaracak başarılı bir labirent kurabilmiş ve beyaz yakalı bu yoldan dışarı çıkmışsa artık işi daha zor. Tutunacak bir yere daha çok ihtiyacı var…

Umutsuz ama asla çaresiz değil

Çalışabiliyor olsa da, işsiz kalmış olsa da seçkin imajı gibi dışa vurdukları, değişmez bir ortak özelliği var beyaz yakalıların: Umutsuzluk… Bu ortak özelliklerinin kaynağı ise kişiden kişiye değişiyor. Kimisi içinde bulunduğu durumun kaynaklandığı sebepleri tespit edemediği için, kimisi az önceki labirentte çıkmaz yola girerken yaptığı gibi yanlış tespit ettiği için, kimisi ise durumu ve sebeplerini dosdoğru biliyor olmasına rağmen nasıl kurtulacağını bilmediği için umutsuzluğa kapılıyor. Sadece umutsuzluğa kapılmakla kalmıyor, birbirleriyle bu umutsuzluğu büyük bir inançla paylaşarak, gerçek olamayacak kadar büyük görmeye başlıyorlar.

Umutsuzluk beyaz yakalıya çaresizlik hissettirmiyor. Çünkü beyaz yakalı, seçkin imajının kendisine verdiği özgüvene dayanıp ya CV’sini kabartarak, ya bir kafe açmaya girişerek ya da yurtdışına kapağı atarak daha iyi olacağına inanıyor.

CV’sini kabartanlar labirentin farklı ama daha iyi bir noktasından tekrar çıkış aramaya başlıyor. Labirentin burasında hayat daha konforlu, artık belki de çocuğunu özel okula gönderecek kadar para kazanıyor. Fakat müzik hala çirkin, ortalık hala dumanlı ve çıkış kapısı hala her an önüne çıkabilecek kadar yakın.

Bir kafe açanlar eğer batmazlarsa artık o binaya dönmek zorunda değiller. Daha küçük ama kendilerine ait bir binaya kurdukları labirente aynı tür çirkin müziği ve muhtemelen daha dandik bir sis makinasının koyu dumanını vermekle meşguller. Çirkin müziği ve sis makinasını kapatırlarsa batabilirler. Kapatmazlarsa artık diğer tarafa geçmiş olmanın ahlaki yükünü taşımak zorundalar.

Yurtdışına gidenler için değişim daha ilginç. Labirent aynı ama duvarlarına çiçekler çizilmiş. Müzik yine çirkin ama daha kaliteli hoparlörlerden veriliyor. Duman aynı koyulukta ama sanırım içine bir esans eklemişler, bir koku var. Bir dakika! Esansı onlar eklememiş de olabilir, galiba mıçtık… Duvarlardaki çiçekler ve daha iyi hoparlörler için ailemizden, dostlarımızdan ve memleketimizden binlerce kilometre uzaktayız. Üstelik labirentin diğer ucuna geçebilmek için sosyal izolasyon, kültürel yabancılık, ırkçı ayrımcılık gibi engeller de eklendi. Neyse ki beyaz yakalının kibrinden havalanmış burnu, kötü kokulara hızla adapte olabilme yeteneğine sahip, zamanla alışacak.

Beyaz yakalı nereye tutunacak?

Ne kabarık bir CV, ne açılacak şirin bir kafe ya da zekice bir start-up, ne de yurtdışına kaçış beyaz yakalının tutunabileceği dallar değil. Olsa olsa bahsettiğimiz labirentten çıkmanın hayaliyle, biraz soluklanmak için bir köşeye biraz dayanıp durmaya benziyor.
Yazının başlığına ilham kaynağı olan çok eski bir beyaz yakalının, İnşaat Mühendisi Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’da yazdığı gibi “Şövalye romanları okuya okuya kendini şövalye sanan Don Kişot’a” benzetebiliriz beyaz yakalıları. Günümüzün Senyör Kesada’sı, bolca Bill Gates, Steve Jobs, Elon Musk, Jack Ma romanı okudu ve Don Kişot oldu.

Atanamayan öğretmen, tutunamayan beyaz yakalı ve daha niceleri… Çalışabilse toplumuna büyük faydaları dokunabilecek fakat kimilerinin bekası için hem kendileri hem de topluma faydaları feda edilen eğitimli genç yığınlar… Henüz aşina olmadığımız, ürettiklerinden herkesin faydalanması için çalıştıkları bir ülkeyi, ezberlenmiş klişe cümlelerle değil, hayatın her anında yeniden keşfedip yeniden yaratarak kuracaklar.

Akıllıca görünen tercih şu ki, beyaz yakalılar artık yan yana gelebiliyorlar.
Şimdi yel değirmenleri düşünsün!

(1)Yeni Türkiye’de KHK’larla bir gecede işsiz kalabilen kamu çalışanlarının iş güvencelerinin tartışılması da başka bir yazının konusu olsun

K.Efe Ersöz

İmalat Mühendisi /Politeknik YK Sekreter Üyesi