Antakya ses vermiş, duyan olmamış! – Pınar Hocaoğulları

Depremlerden sonraki ilk gün, Salı sabahı Antakya’ya gitmek için Sabiha Gökçen Havalimanı’na gittik. Aracı, gereci, arama kurtarma eğitimi olmayan, mühendis, plancı üç kişiydik. Amacımız bir ekibe dahil olup, işini bilenlerin yönlendirmesi doğrultusunda arama kurtarma çalışmalarına yardımcı olmaktı.

Havayolu şirketlerinin AFAD gönüllülerini taşıdığı uçuşlar, havalimanının Genel Havacılık Terminali’nden yapılıyordu. Karlı havaya, tipiye rağmen terminal binasının önünde ve içinde bizim gibi yüzlerce gönüllünün orada olduğunu görmek, pek çoğunun geceden beri deprem bölgesinde herhangi bir ile gitmek üzere orada beklediğini öğrenmek, bir anlığına içimizdeki yangına su serpti.

Terminal içinde büyük bir kaos vardı. Organize bir durum söz konusu değildi. AFAD yetkilisi aradık, bir süre sonra ulaştık. Mühendis olduğumuzu, gönüllü olduğumuzu söyledik, adımızı yazdırdık. İlk gün kimselerin, haber muhabirlerinin bile gitmediği Antakya’ya gitmek istediğimizi belirttik. Adana uçuşu 16.30’da yapılacaktı ve listeye girmiştik. Sabahtan beri AFAD’ın gönüllüleri uçaklara almayacağı, yalnızca AFAD’dan eğitimli, sertifikalı kişilerin alınacağı bilgisi geldiği için ve terminalde büyük bir kaos olduğu için gidememe endişesiyle uçak saatini beklemeye başladık.

AFAD yetkilisi saat 16.00’a doğru korktuğumuz açıklamayı yaptı. Uçağa sertifikasız, eğitimsiz gönüllüler alınmayacaktı. Duyurunun ardından bir kez daha iç ferahlığı yaratan, yardım etmek isteyenlerin karşı koyuşlarını duyduk: “Hatay yerle bir!”, “biz buraya tatile gitmeye gelmedik”, “arkadaşlarım enkaz altından beni arıyor”…

Duyurudan sadece otuz dakika sonra inatla beklemeye devam eden gönüllülerle Adana uçağının içindeydik.

Aslında buraya kadar anlatmak istediğim, yıkımların olduğu illerdeki devlet yokluğunun, arama kurtarma faaliyetlerinden yoksunluğun, plansızlığın, organize olamama halinin prototipinin İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı Genel Havacılık Terminali’nde de olduğuydu.

…..

Üç-dört saat sonra Adana’daydık. Adana’dan Antakya’ya gitmek de bir uğraş gerektirecekti. Şanslıydık. Havalimanında, deprem bölgelerine görevlilerin gönderildiği alanda, Ulaştırma Bakanlığı’nın yer hizmetlerinde çalışan mühendisler, meslek dayanışması gösterdi, bir servis aracı sağladı. Bizim gibi gönüllü olan, terminalde, uçakta rastlaştığımız başka mühendislerle, gönüllü iş makinesi operatörleriyle yola koyulduk.

Yolda İskenderun Limanı’ndaki yangını gördük. Enkaz görüntülerinin habercisi gibiydi. Büyük çoğunluğunu yıkık bulacağımız bir kente yaklaştığımız yol boyunca gördüklerimizden anlaşılıyor gibiydi. Karanlıktı. Yol kenarında evsiz kalan insanların yaktıkları ateşler enkazları aydınlatıyordu.

İlk durak Antakya girişindeki AFAD’dı. Araçta birlikte olduğumuz gönüllü operatörler, iş makinelerini kullanmaya hazır olduklarını söylediler, şu an için operatöre gerek olmadığı yanıtını aldılar. Oysa bölge halkı eş zamanlı iş makinesi ve/veya operatör ihtiyacını duyurmaya çalışıyordu sosyal medya kanallarından. Antakya girişine yaklaştıkça duran pek çok iş makinesi de görmüştük.

Bizim ilk hedefimiz İBB ekipleriyle buluşmaktı. AKP iktidarıyla çöküş yaşayan (çöken/çökertilen), işlevsiz hale getirilen kamu kurumlarından AFAD, uzun adı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı olup, acil durum planı olmayan AFAD, deprem bölgeleri için arama kurtarma çalışmalarını organize edemeyen AFAD, sonraki, mecburi ve umutsuz seçeneğimizdi.

AFAD durağından sonra gece on bir gibi Antakya’nın içindeydik. Rönesans Rezidans’ın olduğu bölgede indik araçtan. Rezidans, kelime anlamıyla yüksek teknolojili, yüksek güvenlikli, zengin sosyal donatılı apartman kompleksi demek. Belli ki Rönesans Rezidans sadece ismiyle vadetmişti güvenliği! Temeli yokmuşçasına yere yatan koca bir rezidansın olduğu ve ayakta kalan neredeyse hiçbir yapının olmadığı bir bölgedeydik. Onlarca yıkık yapıya rağmen yalnızca birkaç enkazda, yalnızca çalışma girişiminden söz edebileceğimiz bir durumla karşı karşıyaydık. Depremin ardından 44 saat geçmişti…

İstanbul’da İBB’deki tanıdıklarımızdan henüz bir iletişim bilgisi alamamıştık. Elektrik gibi telefon da yok gibiydi, telefonlar çekmiyordu. İletişim bilgisi gelene kadar, bizden önce Antakya’ya varan arkadaşlarımıza ulaşmaya çalıştık. Geceyi beş kişi, bir arabada kalarak geçirdik.

Sonraki gün ve gece esas olarak bir ekibe dahil olmak için iletişim kurarak geçti. Çalışmalara bir ekiple, organize bir şekilde dahil olmak için çabaladık. Antep’te bulunan İBB ekibinden bir meslektaşımızdan, Antakya’da İBB’nin yalnızca itfaiye ekipleri olduğunu öğrendik. Kentin içinde AFAD’ın kriz merkezi yoktu. AFAD ile iletişim için Antakya’nın girişine gitmek gerekiyordu. AFAD’la bizim için temas sağlayacak, kolaylaştırıcı olacak, bölgede AFAD görevlisi olan meslektaş arayışına girdik bu sefer. Antakya’da hasar tespit çalışmalarında yer alacak bir meslektaşımıza ulaştık. Antakya merkezde henüz hasar tespit çalışmaları başlamamıştı. Kendisi de iki gündür bu sebeple merkeze gönderilmemişti. Bölgedeki yakıt yokluğu, meslektaşımızın barınma için Adana’ya dönmek zorunda oluşu gibi sebeplerle buluşamadık.

Böylece perşembe günü oldu. İki gece, bir gündüzümüz işlevsiz geçmiş oldu. Tüm bu iletişimler esnasında kentin bazı bölgelerinde, enkaz başlarındaydık. Antakya’nın bir ilçesi olan Samandağ’ı da gördük. Enkazda yakınları olanların kişisel çabalarıyla, yönlendirmeleriyle oluyordu ne oluyorsa. Bir koca günden de uzun bir geç kalmışlıkla başlayan, plansız, yetersiz arama kurtarma çalışmalarını gözle görürken, şahit olurken işlevsiz kalmak, içimizde, gönlümüzde, kalbimizde ek bir ağırlık yarattı…

Gönüllü mühendislerdik, deprem bölgesindeydik, ekipmansız olsak da, yapabileceklerimiz olabilecekken, koca bir yönetim boşluğuyla karşı karşıyaydık, çalışmalara katılacağımız kanal bulamadık.

Barınacak yerimiz yoktu, elektrik yokluğu iletişimi de kesecekti. Bu yıkıma karşı yapılacak çalışmalara, dernek merkezimizden, kendi kentimizden devam etme kararı aldık. Büyük bir depremi bekleyen bir başka kente, İstanbul’a doğru yola koyulduk. Antakya çıkışında, AFAD’a uğrayarak, son bir deneme yaptık. Hasar tespit ekibi henüz koordinasyon merkezinde değildi. Dönüş yoluna devam ettik.

……

Samandağlıyım. Pek çok kuzenim hala orada yaşıyor. Bir kuzenimin oğlu, eşi ve çocuğu ile Antakya’da hala enkaz altında, umutlar tükenmiş durumda. Aileleri orada yaşayan ve enkazda olan ve ne yazık ki kayıp haberlerini aldığımız Samandağlı, Antakyalı arkadaşlarımız var. Antakya’da bulunduğumuz zaman boyunca, çalışmalara dahil olma çabalarımız sürerken, onların yanlarında enkaz başlarında durduk. Sohbet ettik, bilgi aldık.

Aklımda dönüp duran, kendimi düşünmekten bir türlü alamadığım, sohbetler esnasında arkadaşımın anlattığı bir şey var. Depremden sonraki ilk saatlerde, durum nasıl diye sokaklarda yürürken enkazlardan gelen pek çok sesten, yardım çığlıklarından bahsetti, o anki hislerini, çaresizliğini anlattı. Çıkmıyor aklımdan. Antakya’nın, Samandağ’ın pek çok sokağından yükselen sesler, koskoca bir alanın ortak sesine dönüşen sesler, saatler geçtikçe azalan sesler…

……

Antakya, Samandağ, Arap Alevi halkının yoğun olarak yaşadığı bir bölge. Halk birliğini, beraberliğini burada toplu yaşıyor oluşlarından alıyor. Benim ailem gibi göç eden aileler de orada yaşayan akrabaları sayesinde memleketleriyle bağını koparmıyor. Kültür bu şekilde, yaşıyor, yaşatılıyor.

Öyle bir yıkım var ki, ne Antakya ne de Samandağ eskisi gibi olmayacak gibi geliyor. Tarihi, kültürü ve halklarıyla yeniden kurulamayacak. Göç edebilen edecek, azınlık Arap halkı daha da azalacak. Bölgenin demografik yapısını değiştirmek, istedikleri gibi bir bölge inşa etmek her zamankinden kolay olacak. Ermeni köyleri, kilisesi, sinagoguyla, kültür zenginliğini anmadan anlatılmayan Antakya, azalmış halkı, artık olmayan çarşısı, tarihi kapıları, yıkılmış kiliseleri ve sinagoguyla bambaşka bir yer olacak.

………

Yolculuğumuzun notları, düşündürdükleri özetle böyle.

Şimdi bir depremi daha beklememek için çabalama zamanı.

Pınar Hocaoğulları/Elektronik ve Haberleşme Mühendisi
Politeknik YK üyesi