Mimarlar Odası: “Rant odaklı kentleşme politikaları ile afet riskleri büyüyor..”

17 Ağustos 1999 tarihinde Kocaeli-Gölcük merkezli; büyüklüğü, etkilediği alanın genişliği, sebep olduğu kayıplarla ülkemizin son yüzyılda yaşadığı en büyük felaketlerden olan Marmara Depreminin ve ardından yaşanan 12 Kasım 1999 Düzce Depreminin üzerinden on yedi yıl geçmiştir. Yaşanan yıkım ve kayıplara sebep olan rant odaklı planlama, kentleşme ve yapılaşma politikaları; merkezi-yerel yönetimlerce felaketin 17 yıl ardından devam ettirilmektedir.

Yirmi binin üzerinde can kaybının yaşandığı bu depremlerin üstünden on iki yıl geçtikten sonra 2011 yılında yaşanan Van Depremi ise kamu arazileri, orman, otlak, mera ve tarım arazileri, kıyılar gibi tüm kırsal ve kentsel alanların rant amacıyla yağmalanması sonucu afetlere karşı güvensiz hale gelen şehirlerimizin taşıdığı riskleri bir kez daha gözler önüne sermiştir.

Ülkemizin büyük bir bölümü birinci derece risk taşımasına ve sık aralıklarla büyük şiddette depremler yaşanmakta olmasına rağmen, son on yedi yılda uygulamaya geçirilen mevzuat ve düzenlemeler, kentsel ve kırsal alanlarda bütüncül planlama anlayışını terk etmiş, yapılı çevrede afet riskini azaltmak yerine artırmıştır. Sağlıklı ve güvenli yapı üretim sürecinin güvencesi olan kamusal denetim devre dışı bırakılmış; yerini yerel ve küresel sermayenin kazanç sağlamasına odaklanan dönüşüm politikaları almıştır.

2011 yılından bu yana hız kazanan afet riskinin azaltılması ve dönüşüm amaçlı projelerde; bilime, tekniğe ve şehircilik ilkelerine aykırı olarak nitelikli planlama ve mimarlık hizmetleri ile kamu yararı önceliğini yok sayan uygulamalar ön plana çıkmıştır.

Bu projelerin en büyüğü ise; yerleşim alanlarının çoğu birinci ve ikinci derece risk taşıyan ve bilim insanlarının araştırmalara göre yakın gelecekte büyük bir depremin gerçekleşeceğini öngördüğü İstanbul’da planlanmaktadır. Kamulaştırmalar ve arazi alımlarının yürütüldüğü, “Kanal İstanbul Projesi” için yasal altyapıyı oluşturan düzenlemeler geçtiğimiz Nisan ayında tamamlanmış, finansal altyapısının tamamlanması için tasarılar Meclis gündemine alınmıştır. Doğa ve çevre felaketlerine sebep olacağı, yalnızca kenti değil içinde bulunduğu tüm coğrafi bölgeyi ve hatta uluslararası alanı etkileyeceği konusunda bilim insanlarınca yapılan uyarılara rağmen merkezi ve yerel yönetimler projenin hayata geçirilmesi için çalışmaktadırlar.

Kamu yararı yerine özel çıkarların korunmasını amaçlayan bu uygulamaların daha geniş alanlarda bütün kentlerde kamu denetimi olmaksızın uygulanabilmesi için; afet riskinin azaltılması amacıyla getirilen yasal düzenlemelere yenileri eklenmiştir. Ülkemizin doğu ve güneydoğusunda yaşanan çatışma ve savaş ortamı sonucu oluşan yıkım, kamu düzeni ve güvenliği, yapı ve altyapı hasarları, benimsenen politikalar sonucu ortaya çıkan kaçak yapılar da dönüşüm gerekçelerine dâhil edilmiş; 6306 Sayılı Kanunun “afet riski altındaki alanlar ve yapılar hakkında uygulama yapılması” olarak tariflenen amacının dışına çıkılmış, Bakanlar Kurulunca uygun görülen ve karar verilen her alanda uygulama yapılmasının önü açılmıştır.

15 Temmuz 2016 tarihinde yaşanan darbe girişiminin ardından ise bu kez gündeme, askeri alanlar ve yapıların yeniden işlevlendirilmesi; kamu kurumlarının özelleştirilerek kurumlara ait gayrimenkullerin satılması için öngörülen yasal düzenlemeler gelmiştir. Dönüşüm ve yenileme süreçlerinin devamı için inşaat ve yapı sektöründe getirilen bu düzenlemelerle sermaye, kamusal alanlara, kent toprağına ve emlak rantına yönlendirilmektedir.

Düşük yoğunluklu askeri alanların yeni işlevler yüklenerek yüksek yoğunluklu alanlara dönüştürülmesi; otoyollar, köprüler, havalimanları nükleer ve hidroelektrik santraller gibi büyük altyapı projelerine finansman sağlamak amacıyla kamu idarelerinin özelleştirilerek gayrimenkullerinin satılması ve imara açılması; nüfus yoğunluğunun hızlı yapılaşma yoluyla arttığı kentlerimiz için afetlere karşı yeni bir risk oluşturmaktadır.

Ülkemizde Cumhuriyet tarihinde ilk kez, nüfusun çoğunluğu kırsal alanlar yerine kentlerde yaşamaktadır. 1927 yılında nüfusun %24’ü kentlerde yaşarken; 2009 yılı resmi verilerine göre nüfusun %75,5’i kentlerde, % 24,5’i ise kırsal alanda yaşamaktadır. Son derece yüksek olan kentleşme hızı, biyolojik çeşitliliğin tehdit altında olması, doğal yaşam alanlarının tahrip edilmesi yalnızca deprem değil; artık dünya için çok açık bir tehdit olan küresel iklim değişikliğinin sebep olduğu afetler karşısında da ülkemizi savunmasız bırakmaktadır.

Gelinen aşamada; güvenli ve sağlıklı yapılaşmanın güvencesi olan kamu denetiminin ortadan kaldırıldığı, siyasi iktidarın kentsel dönüşüm adına sınırsız yetki kullandığı, yerel yönetimlerin iktidarın emrinde olduğu veya tamamen devre dışı bırakıldığı, toplumsal katılımının yok sayıldığı koşullarda; güvenli ve sağlıklı kentleşme için toplumsal duyarlılık en önemli güvence haline gelmiştir.

Afetler ve kriz durumlarında başarılı iyileşme süreçleri, müdahalede yer alan tüm aktörlerin koordinasyonu ve işbirliği ile mümkündür. Afet ve afet sonrası süreçlerin yönetimi hakkında merkezi-yerel yönetimlerce geliştirilecek politikaların bilim insanlarını, meslek odalarını, akademik kuruluşları ve ilgili tüm kesimleri dikkate alarak oluşturulması, toplumsal ve yönetimsel hafızanın korunarak gelecek kuşaklara aktarılması zorunludur.

Mimarlar Odası olarak, toplumun tüm kesimlerini, her aşaması ile hem doğal yaşamı tehdit eden ve afet risklerini arttıran politikalara karşı bilinçli, demokratik ve duyarlı tepkilerini ortaya koymaya çağırıyoruz. Bu bağlamda mimarlık ve şehircilik ilkelerine aykırı gerçekleştirilen planlama ve yapılaşma gerçeği karşısında; kimlikli, yaşanılır, sağlıklı ve güvenli kentlerin oluşturulması için çabalarımızı sürdürmekte kararlı olduğumuzu vurguluyoruz. Bu konudaki mesleki deneyim, birikim ve bilgilerimizi hızlı ve büyük yapılaşma hedefleriyle, dönüşüm ve afet baskısı altında değişen kentlerimiz ve yapılı çevremiz için her koşulda ve toplum yararına kullanacağımızı değerli kamuoyumuz ile paylaşıyoruz.

TMMOB MİMARLAR ODASI