“Hayat, umutsuzluktan umut yaratmaktır”
Yaşar Kemal
Anahtar Cümleler: “Eynez Maden ocağında 301 işçi, iş cinayetiyle öldürüldü. Yaklaşık 6 ay sonra madenci şirket, işlettiği diğer ocaklarda çalışan işçilerin de dahil olduğu üç bine yakın işçiyi işten çıkardı. İşçiler, tazminatlarını halen alabilmiş değil. İş cinayetiyle ilgili ceza davası Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’nde, az sayılabilecek bir aile katılımıyla devam ediyor. Cinayetin işlendiği maden ocağı 1,5 yıldan bu yana cinayeti işleyen madenci şirket tarafından kontrol ediliyor ve bu ocakta, cinayet nedeninin saptanması için mahkeme tarafından keşif yapılacak.”
“Anahtar cümleler”, yazının tartışacağı kapsamı gereksiz yere uzatmamak ve okuyucuya her ne anlatacaksa, bunun öncüllerini en direkt biçimde sunmak için, tematik olarak seçildi: 301 işçi öldürüldükten sonra, sol, çeşitli renkleriyle Soma’da yerini ve pozisyonunu almışken, ikibin sekiz yüz küsür işçi daha işten atıldı, herhangi bir kayda değer tepki örgütlenemedi. Cinayet davası devam ediyor ve önümüzdeki günlerde cinayet mahallindeki mahkeme keşfi, cinayeti işleyen madenci şirketin güvenlik taahhüdü ile ve bu şirket tarafından 1,5 yıldan bu yana hazırlanan bir maden ocağında, az sayıdaki ailenin gözlemi ve ilgisi ile gerçekleştirilecek.
Soma cinayetiyle, artık, kamunun toplumcu/pozitif etkinliğinin yok olduğu ve fakat devletin zor ve rıza mekanizmalarıyla tahkim edilen “şirket(ler) egemenliği” döneminin tümüyle yaşama geçtiği bir “Yeni Türkiye” görüyoruz. Eski biçimiyle, hiç de arkasında durmak zorunda olmadığımız, ama yine de “değişeni” berrakça anlatan bir “kamu yokluğu”: Halen, ortada, katliamı anlatacak, sonuçlarını telafi edebilecek, maden şirketlerinin insafına terk edilmiş bir havzada kamusal güvence ve güveni gösterebilecek herhangi bir kamusal güç yok. “Yeni Türkiye”de, esasen, “kamu” yok. Kamu, katliamda ölenlerin aileleri için -toplumun en duyarlı olduğu günleri istismar ederek- yardım kampanyası düzenleyen, topladığı miktarın da küçücük bir bölümünü ailelere dağıttıktan sonra kalan parayı da “cebine atan” bir gölgeden ibaret. Bu “yeni ülke”de, kamu, yalnızca, katliam sonrasında Soma sokaklarındaki yoğun polis ablukasıyla ve acılı ailelere gönderilen cemaatçi/sarıklı tiplerle ve anma törenlerinde okunan mevlütlerle temsil ediliyor artık. Örneğin, bu yeni memlekette, kamusal bir görev yürütme tanımı olduğu için, yapacağı keşfi de, doğal olarak, “kamusal organların güvenliğine bağlamak” için çabalayan bir mahkeme, bu çabasının karşılığında hiçbir devlet kurumu bulamıyor: Maden ve madenin keşif öncesi “genel hazırlama ve güvenlik” faaliyeti, cinayetin nedeni şirkete emanet. Şirketin hangi ölçekte olduğunun ve hatta hükümetle ilişkilerinin şu veya bu biçimde olmasının, bir yerde önemi de kalmıyor. Çünkü, ortada, gerektiğinde sağlıklı bir denetimi, güvenliği ve güvenlik gereksiniminin ihtiyaç duyduğu personel ihtiyacını karşılayacak bir kamusal organizasyon (artık) bulunmuyor.
Beri yandan, katliam gününden bu yana Soma’da, dövüşenler de var: Gecesini gündüzüne katan ve bir emek hareketi yaratma amacıyla çabalayan insanlar, kurumlar, ülkenin elbette en kıymetli olanları. En çok da, bin bir problemle boğuşan, yine de bildiği doğrunun peşinden giden devrimciler. İnsana olan umudu tazeliyorlar. Yine, mesleki yaşamını Soma davasına göre biçimlendiren, bu davayı sürekli/kısmen izleyen, salonu boş bırakmayan, emekten yana hukukçular da takdire değer. En çok da, artırdıkları parayla, hiçbir karşılık gözetmeksizin, her bir oturumu on günlerce süren bir davayı, içi parlak gözlerle izleyen devrimci genç hukukçular. Söylenebilecek söz bırakmıyorlar.
“Ama yine yetmiyor”[1]
“Harcanan bunca emek, bunca değer”[2], Soma’da, yerel bir başarı duygusu/öyküsü yaratmadı. Aksine, “Anahtar cümleler” ne anlatıyorsa, şu anda öyle bir manzara ile karşı karşıyayız. Soma’da, sol, katliam gününden bu yana, yavaş veya hızlı, doğrusal veya zik-zaklı, herhangi bir gelişme eğrisini temsil etmiyor. Öyleyse, aradan geçen makul sürede, bunun nedenlerini açıkça konuşmak zorundayız.
O günden bu yana Soma’da var olan sol inisiyatiflerin hiçbirisi, bir “işaret fişeği” olamadı. Bu durum, özellikle tarihsel/güncel devrimci çizgisini ve anlamını, sola verdiği “ilhamlarla” ve hatta yol göstericilikle kayıt altına alan sol çizgi(ler) açısından özellikle sorgulanmalıdır. Var olduğu alanların güncel-dinamik halkalarını yakalamak gibi mahir bir meziyeti olan, bunu da gerçek yaşamda çeşitli tarihsel kesitlerde defalarca gerçekleştiren/sınayan devrimci çizginin, Soma’da da benzer bir damarı temsil etmesi, harekete geçirmesi beklenirdi. İşçi sınıfının toplumsal değişimini ve gelişimini tartışan, bu tartışmasını da öncelikle pratik ilerlemeler ve faaliyetler olarak var eden çizgi, önceki başarı deneyimlerini tekrarlayamadı. En genel olarak “alanın bilgisini edinmek, harekete geçmek ve bunu yaparken genel siyasal bağlamı da doğru biçimde tarif edip örgütlemek” biçimindeki anlayış, kendisini Soma’da görünür kılamadı. Kısacası, tarihsel/toplumsal misyonu “işaret fişekliği” ve bunun ifade ettiği zemini örgütlemek olan çizgi, bunu başaramadığı için, halihazırda Soma madenci taifesinin bakacağı bir kutup yıldızı da bulunmuyor.
Aynı kapsamda olmak üzere, Soma’da, emek güçlerinin birlikte hareket edebileceği örgütlülük zeminleri de yaratılamamış durumda. Ülke tarihinin bu en büyük iş cinayetinin, sınıf mücadelesi deneyimi çok da etkili olmayan bir havzadaki aktivistlere öğütleyeceği ilk şey, ilçedeki tüm ilerici güçlerin -CHP dahil- birlikte harekete geçebilecekleri zeminlerin yaratılması olmalıydı. Bu, başkaca etkenler -özellikle sol arası ilişkiler- ne olursa olsun, yaşama geçirilmesi gerekliliği açık olan bir durumdu. Yaşamsal konularda halka güven ve birliktelik duygusu verebilecek bu ortak zemin, halen kurulmayı bekliyor.
Her bir sol çizgi, kendi içinde anlamlı devinimler oluşturamayınca, bunun bir sonucu olarak ama oluşturulması halinde belki de bir işçi sınıfı kentinde en temel muhalefet gereklerinin yerine getirilmesi konusunda asgari gereksinimleri karşılayacak ortak zeminler de kurulamayınca, artık, “göğün altındaki Soma”yı bilememek, etkileyememek ve örgütleyememek de kaçınılmaz oluyor. Çok klasik -ve belki de kaba- olacak ama, “kuyunun dibindeki kurbağanın algılayabildiği kadar bir gökyüzü”. Gökyüzüsüzlük. Yani, varolmaya çalıştığı zeminin ve mekanın bilgisini edinemeyen, edinemediği için doğru mücadele pratikleri örgütleyemeyen, böylece, aslında tutkun olduğu gökyüzünün -kendisi açısından- anlamını aşındıran ve bu anlamdan gittikçe uzaklaşan, kuyunun dibinde olduğu sürece de bu duruma mahkum olacak bir manzara. Sonrası bilindik şeyler: Kuyunun dibindekilerin birbiriyle “mücadelesi”, eski ve yeni kuşaklar, değerler tartışması ve çatışması,”devrimcilik öğretme”, birbirini anlayamama ve gittikçe birbirini kırma isteği, “armutun sapı, üzümün çöpü” vs.
Halbuki “göğün altındaki Soma” olduğu yerde duruyor. Çalışan işçiler, iş cinayetlerinde ölen -ve ölecek- işçiler, onların aileleri ve yeni açılan madenlerle işçi nüfusunu katlayacak bir Soma. Yani, gittikçe genişleyecek bir karanlıkla birlikte genişleyecek bir gökyüzü. Maden işkolu, eski devlet işletmeciliğinin bir simgesi değil de, güvencesiz, yoğun emek sömürüsüne dayalı, şirketlerin egemenliğinde ama öte yandan yeni dönemde işçi sınıfının, en güzel hareketlerini yapacağı bir alan olacaksa eğer, hepimizin, bu mevcut ve gelecek gerçekliğin şuurunu edinmeye ve aktivizmimizi de buradan kurmaya ihtiyacı var. Bu yeniden kurma çabasının bugünden ve şimdiden başlaması halinde, Soma’daki gelecek, açık ve güneşli bir göğün altında, hep birlikte yaşanacaktır.
* “Soma davası” avukatlarından.
[1] Ahmet Kaya, “Yalan da olsa”
[2] Orhan Kotan, “Özgür Çağrı”