26 Kasım 2020 tarihinde Yüksek Stratejik Komite toplantılarının altıncısı gerçekleşti. Toplantıda Türkiye ile Katar arasında 10 ayrı anlaşma imzalandı. Bunlardan biri de Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Katar Devleti Hükümeti Arasında Su Yönetimi Alanında İşbirliği Mutabakat Zaptı idi. Bunun ardından “Türkiye’nin su yönetimi Katar’a mı devrediliyor?” ve “Türkiye suyunu Katar’a mı satacak?” gibi sorular ülke gündemini işgal etti. Hepimizi ilgilendiren su yönetimi konusunda atılan imzaların ve alınan kararların içeriği kamuoyuna çok önceden açıklanmalıydı. Buna ek olarak halen yapılmış detaylı bir açıklama yok. Kimse bir şey bilmeyince de tahminler üzerinden yapılan tartışmalar gittikçe büyüyor.
Sorulan sorular deli saçması mı?
“Türkiye suyunu Katar’a mı satacak?” sorusu bazılarımıza saçma gelebilir ama gelmemeli. Zira Türkiye 1980’lerden bu yana Orta Doğu ülkelerine su satmak için “barış suyu” kavramı etrafında çeşitli projeler geliştirdi. İlk proje 1980’lerde Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin sularını Suriye üzerinden ikiye ayrılan bir boru hattıyla Orta Doğu ülkelerine taşımak üzere düşünülmüştü. Ancak Orta Doğu gibi çatışmaların ve savaşların eksik olmadığı topraklardan geçecek binlerce kilometrelik boruların saldırılara açık olması; Arap ülkelerinin Türkiye’nin su üzerinden hegemonya kurmasına dair endişe duyması ve İsrail’in de bu sudan faydalanacak olmasına karşı çıkması gibi nedenlerle barış projesi denilen bu proje hayata geçirilemedi.
1990’larda ise iki ayrı su taşıma projesi daha ortaya atıldı. İlki, İsrail’in Antalya’nın Manavgat Nehri’nin sularını kendisi taşımak için geliştirdiği projeydi. Bu proje de İsrail’in yüksek maliyetleri gerekçe göstererek suyu almaktan vazgeçmesiyle rafa kaldırıldı. İkincisi ise 1997’da Mersin’den Kıbrıs‘a balonla su taşıma projesiydi. 1998’de yapılan birkaç denemeden sonra bu projeden de vazgeçildi. İlerleyen yıllarda Türkiye, Manavgat’ın suyunu Yunanistan’a, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne ve Kuzey Afrika ülkelerine satmak için girişimlerde bulunsa da bunlardan da sonuç alamadı. 2010’lu yıllarda Kıbrıs’a su satmak için kollar sıvandı. 2011’de temeli atılıp 2015’te tamamlanan ve barış suyu olarak bilinen projeyle Mersin’in Dragon Çayı‘nın suları KKTC‘ye taşınmaya başlandı.
‘Katar Türkiye’de değil, Türkiye Katar’da su yönetimi konusunda çalışmalar yapacak’
Su Yönetimi Mutabakat Zaptı’nı imzalayan Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli’nin bundan birkaç gün önce yaptığı açıklamalar projenin mahiyetine dair bazı ipuçlarını verdi. Pakdemirli, Katar’ın Türkiye’de değil, Türkiye’nin Katar’da su yönetimi konusunda çalışmalar yapacağını vurgulayarak şunları söyledi:
“Türkiye su yönetimi konusunda en güncel bilgiye ve teknolojiye sahip. Bu nedenle ülkeler bizimle bu konuda işbirliği yapmak istiyor. Biz de bu konudaki birikimimizi hem yurt içinde hem de yurt dışında etkin olarak kullanılmaya çalışıyoruz. Su, barışa vesile olsun ilkesiyle bu çalışmaları birçok ülke ile yapıyoruz”. Pakdemirli ayrıca yağış sularının daha verimli değerlendirilmesi ve deniz suyunun arıtılması konusunda Katar’da çalışma yapılacağını belirtti.
Ancak her iki konuda da Türkiye’de yapılan çalışmalar oldukça yetersiz. Türkiye maalesef kendi yağış sularını verimli değerlendirme yani yağmur hasadı ve benzeri konularında daha birkaç pilot proje dışında uygulamalı bir çalışma yapabilmiş değil. Deniz suyu arıtma teknolojisinde yani desalinasyon konusunda da aynı durumda. Katar ise 1955 yılından bu yana desalinasyon teknolojisini kullanan, su ihtiyacının büyük bölümünü denizden karşılayan ve desalinasyon konusunda çok deneyimli bir ülke. Türkiye’de evsel kullanımda desalinasyon uygulaması bir tek Avşa Adası’nda var. Deneyimli olmadığı bu iki konuda Türkiye Katar’a ne öğretebilir? Olsa olsa Katar Türkiye’ye desalinasyon konusundaki birikimini aktarabilir.
Katar nasıl bir ülke?
Katar 2,8 milyonluk nüfusuyla ve sürekli büyüyen inşaat sektörüyle su talebi hızla artan ama tatlısu kaynakları çok kısıtlı olan bir ülke. Ülkedeki ilk desalinasyon tesisi 1955 yılında kurulmuş. Yani dünyanın desalinasyon teknolojisi konusunda en eski tecrübeye sahip ülkelerinden birinden bahsediyoruz. Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleri olan Katar, Umman, Kuveyt, Bahreyn, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde (Basra Körfezi’nin batısındaki ülkeler) ne yüzey suyu ne de yeraltı suyu var. Sadece Umman’da ve Suudi Arabistan’ın güney kıyısından çok zayıf, küçük ölçekli su kaynakları bulunuyor.
Bir de bu bölgenin aldığı yağış çok düşük. Suyun buharlaşma oranı yağışın 40 katına çıkıyor. Üstelik Körfez’deki deniz suyunun tuz konsantrasyonu da oldukça yüksek. Bunun nedenlerinden biri de Arap Körfezi boyunca yayılmış desalinasyon tesisleri ve bunlardan çıkan yüksek tuz konsantrasyonlarının denize geri verilmesi.
Bu ülkeler kullandıkları suyun yüzde 99’unu deniz suyunu tuzundan arıtarak üretiyor. Normal şartlar altında suyun azlığının buradaki insan nüfusunu baskılayıcı olması beklenirdi. Ancak teknolojiyle ve yatırımlarla su kıtlığının nüfusu baskılayıcı özelliği aşılıyor. Böylece doğal şartlar altında bunca nüfusu kaldıramayacak ülkeler gittikçe kalabalıklaşıyor. 2000’li yılların başında nüfusu yarım milyon olan Katar günümüzde nerdeyse üç milyona yaklaşmış durumda. Bu ülkelere su akıtıldığı sürece nüfus artmaya devam edecek. Sürdürülemez bir yapı dışarıdan taşıma suyla döndürülmeye çalışılıyor.
Neden su yönetimi üzerine bir anlaşma ve neden Katar?
İklim değişikliği, hava ve su kirliliği, gıda ve su kıtlığı gibi ülke sınırlarını tanımayan küresel sorunlarla baş etmede ve dayanışmada ulusal anlaşmalar çok önemli ve gerekli. Ancak bu ülkenin vatandaşları olarak söz konusu anlaşmanın bir dayanışma mı yoksa kar odaklı bir işbirliği mi olduğunu bilemiyoruz. Eğer Türkiye bu anlaşmayı Orta Doğu’da su üzerinden bir liderlik kurma hamlesi olarak tasarlıyorsa şunu hatırlatmakta fayda var:
Türkiye kendi su ve iklim yönetiminde çözmesi gereken sorunları olan bir ülkedir. 1980’li yıllardan itibaren özellikle gelişmekte olan ülkelerin su yönetimlerinde artan biçimde söz sahibi olup küresel su pazarını büyük oranda ele geçiren Amerikan, Fransız ve İngiliz su şirketlerinden örnek alınacak bir durum yoktur. Günümüzde çokuluslu olmuş bu şirketlerin menşei ülkelerdeki su sorunları on yıllar içerisinde çözülmediği gibi özelleştirmeci ve ticarileştirici politikalar ve uygulamalarla daha da büyümüştür. Dolayısıyla Türkiye öncelikle kendi sorunlarını çözmeye odaklanmalıdır.
Anlaşmanın içinde su satmak veya desalinasyon teknolojisinde Katar’la işbirliği yaparak bu teknolojiyi Türkiye’de yaygın hale getirmek varsa da durum vahimdir. İklim değişikliği, iklimle uyumsuz su, enerji, tarım ve kentleşme politikaları ve hızla artan nüfus bir arada düşünüldüğünde Türkiye birkaç on yıl içerisinde sadece nicel değil nitel anlamda da su fakiri bir ülke olacaktır.
Dolayısıyla aslında Türkiye’nin satacağı bir damla suyu yoktur. Sürekli artan su talebine yetişmek için desalinasyon teknolojisinden medet ummak ise Türkiye’yi sosyal-ekolojik ve ekonomik tükenişe sürükleyen sürecin başlangıcı olabilir. Desalinasyon, yüksek enerji gereksinimi nedeniyle son derece maliyetli, deniz ekosistemlerini gerek su çekme gerekse desalinasyon işlemi sonucu ortaya çıkan tuz konsantrasyonlarının deşarjı gibi etaplarda tahrip eden ve kurulduğu yerlerde turizm ve balıkçılık gibi başka herhangi bir ekonomik faaliyete müsaade etmeyen bir teknolojidir.
Önce kendi su krizimize tasarruf odaklı çözümler üretmeliyiz
Türkiye ve dünya için artık tek çözüm su talebini azaltmak olmalı. Su talebini azaltmanın yolu da suyu daha az kullanmak ve kullandığımız miktarı da en verimli şekilde kullanmaktan geçer. Su dağıtım sistemindeki kayıpları azaltmak, grisuyun ve atıksuların yeniden kullanımı artırmak ve yaygın hale getirmek, yağmur hasadı gibi kadim ve maliyeti düşük teknolojilerin modern dünyada yeniden hayata geçirmek için gerekli adımlar hızla atılmalı. Ayrıca mevcut su varlıklarını ve ekosistemlerini koruyan ve iyileştiren, bozulmuş su döngüsünü onaran, iklim değişikliyle uyumlu yaşam alanları oluşturmak da şart.
Bunu yaparken de sadece su yönetimi alanında kalmayıp iklim değişikliğine neden olan fosil yakıtların tüketimine dayalı her türlü üretim ve tüketim pratikleri tepeden tırnağa değişmeli. İklim değişikliğinde azaltım ve uyum, su yönetiminde de birbirlerini besleyen iki önemli ayak olarak kabul edilmeli. Artık kaybedilecek zaman kalmadı. Dünya kuruyor evimiz yanıyor. Biz suyu değil, su bizi yönlendirmeli.