Dünyada son 20 yılda doğal afetler 1,5 milyon kişinin hayatını kaybetmesine neden olmuş, milyarlarca liralık ekonomik kayıp açığa çıkmıştır.
Afet riski altında bulunan nüfusun yüzde 15’i gelişmiş ülkelerde yaşamakta, buna rağmen, can kayıplarının sadece yüzde 1,8’i gelişmiş ülkelerde görülmektedir(1). Yoksul ve gelişmemiş ülkelerde afetler sonucu oluşan ekonomik kayıplar, gelişmiş ülkelerin 20 mislidir(1). Bu oranlar, bir başka gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır.
Ülkemize bakacak olursak; Türkiye’de taşkın zararı yılda ortalama 100 milyon dolardır. Taşkın yatırımı ise yılda ortalama 30 milyon dolar civarındadır(2). Devlet Su İşleri’nin verilerine göre, son 20 yılda tüm Türkiye’de 300’ü aşkın taşkın meydana gelmiş, bu taşkınlarda yaklaşık 500 kişi hayatını kaybetmiştir.
8-9 Eylül 2009 tarihinde İstanbul ve Trakya Bölgesi’nde yaşanan sel felaketinde 33 insanımız ölmüş, ciddi maddi zarar oluşmuştur. Son yaşanan sel felaketinde ise Tekirdağ’da yedi, Antalya’da üç olmak üzere 10 kişi hayatını kaybetmiş ve telafisi imkânsız maddi hasar meydana gelmiştir.
Türkiye’de yağış rejiminin düzensizliği ve taşkın gibi doğa olaylarının olabileceği bilinmekte, ama buna rağmen önlem alınmamaktadır. Devlet tıpkı deprem felaketinde olduğu gibi, afet sonrası “yara sarma”ya çalışmakta, bunu da layıkıyla yapamamaktadır. Dikkat edilirse, seller sıklaşmakta, sonuçlar bir önceki yılı aratmaktadır.
Seller, deprem gibi bir doğa olayıdır ancak doğa olayının doğal afet dönüşmesinin nedeni, yanlış yönetim anlayışı, yatırımların ihtiyacı karşılamaması, bilimsel olmayan yol ve yöntemlerin kullanılmasıdır ki, afetleri “takdiri ilahi”yle açıklayan yaklaşımı tartışmaya bile gerek yoktur.
Bilindiği üzere; 3194 sayılı İmar Kanunu gereği imar planlarının oluşturulmasından yerel yönetimler sorumludur. Ayrıca, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nın denetleme ve değiştirme yetkisi bulunmaktadır. Ancak yaşanan son sel felaketleri göstermiştir ki imar planları hazırlanırken bu gerekler yerine getirilmemekte, taşkın yatakları imara ve iskâna açılmaktadır.
Yerel yönetimler borç yükü altındadır ve popülist yaklaşımlar nedeniyle mevcut kaynaklar yatırım harcamalarına değil, vitrine dönük işlere ayrılmaktadır. Yerel yönetimler, taşkınları önleyecek kuşaklama kanalları, sel kapanları, içme ve kullanma suyu, kanalizasyon, yağmursuyu gibi altyapı yatırımlarına kaynak aktarmamaktadır.
Yağışların az olduğu dönemde, kuraklık, su kesintileri görülmekte, yağışların fazla olduğu durumlarda ise seller oluşmaktadır. Bu durum, açık bir biçimde suyun yönetilemediğini ve yerel yönetimlerin altyapı hizmetlerini sunamadığını göstermektedir.
AKP iktidarı döneminde kamu kurumlarının içi boşaltılmış, etkisizleştirilmiş, güçsüzleştirilmiştir. Kamu hizmetleri, özelleştirilmiş, işler taşeron vasıtasıyla yapılmaya başlanmıştır. Bu özelleştirme, taşeronlaştırma zincirine DSİ, Karayolları gibi köklü kamu kurumlarının da eklenmesi hem düşündürücüdür hem de son dönemde afetlerin daha sık yaşanmasının nedenlerinin anlaşılmasını sağlamaktadır.
AKP’nin Dünya Bankasının ve IMF’nin yerelleştirme politikalarına ayak uydurma becerisi, iktidarının kilidini açması noktasında önemli katkı sağlamıştır. Yerel yönetimler vasıtasıyla kamu kaynaklarının kullanımı denetim dışı kalmış, bu durum da yandaş sermayeyi güçlendirme de önemli bir düzenek işlevi görmüştür. Ancak gelinen nokta, yerelleştirme politikalarının iflas ettiğini göstermektedir. Temel hizmetlerin yönetilemediğini yerel yönetimlerce becerilemediğini göstermektedir.
Bu nedenle, kamunun tasfiyesinden bir an önce vazgeçilmeli ve Dünya Bankası ve IMF’nin yerelleştirme politikalarına son verilmelidir.
Tüm temel hizmetler ve alt yapı yatırımları için yeterli kaynak ayrılmasını sağlayacak ve bu hizmetlerin yönetiminin bir kamu kurumu tarafından gerçekleştirilmesini talep edecek politikalar geliştirilmelidir.
(1) Elgin K. G. 2006, İstanbul Proje Koordinasyon Birimi Sunumu
(2) Özoral E. 2007, Taşkın Koruma Faaliyetlerinde Memba ve Mansap Planlanması ve Yukarı Havza
Gökhan MARIM
İnşaat Mühendisi