Efkar Tepesi’nden Görünenler – Ertuğrul Bilir

Geçtiğimiz günlerde pek çok şehir sular altında kaldı, insanlarımız öldü. Ordu, Artvin, Bartın, Rize, Giresun… R.T. Erdoğan’ın yaşanan yıkımlarda devletin sorumluluğunu eleştirenlere karşı sarf ettiği “Herkes haddini bilecek. Doğal afetler karşısında yerini bileceksin” sözleri üzerinde de tartışıldı. Türkiye’de çıkarcılıkta, bilimsellikten uzaklıkta, halka karşılıkta bütün iktidarlar ve her dönemin sermayesi birbiriyle yarışmıştır. Yaklaşımları da, yaptıkları da özde değişmemiştir.

Artvin Şavşat’ta 15 Temmuz günü yağan yağmurun ardından, sel 5 insanımızın ölümüne yol açtı. Benzer pek çok olayda olduğu gibi ölümlere yol açan neden, doğanın önlenemez kuvveti değil, doğaya çıkar için ve yanlış politikalarla yapılan müdahalelerdi.

Fakir Baykurt’un 1959 yılında Şavşat’ta öğretmenlik dönemindeki gözlemleriyle yazdığı anı/öykü kitabı Efkar Tepesi’ndeki “Üzümlü’nün Köprüsü” öyküsüyle bugünkü durumu değerlendirmek yararlı olacak.

Efkar Tepesi, Şavşat ilçe merkezinin yanında, etrafa hakim, çevreyi gözlemlemeye uygun bir tepedir. “Efkar Tepesi”, güzel ve yeşil bir doğayla, yoksulluğun yaman çelişkisini ve bilinçsizliği sık sık vurgulayan, sadece dönemin Şavşat’ını değil, ülkenin resmini gözler önüne seren bir anı/öykü kitabıdır, aynı zamanda.

1958 yılında Şavşat’ın Üzümlü Köyü’ne (Muxoban[1]) bir asma köprü yapılmasına karar verilir. Devletin masraf yapmadan iş yapma eğilimi o gün de bugünkü gibidir: “İl merkezindeki yöneticiler, Murgul Bakır Işletmesi’nin hava hatlarında kullanılmış halatları parasız alıp köy köprülerinde kullanıyorlar. Çimento, taş, kum, para harcamadan, Üzümlü’deki yurttaşlarımızı gönülleyeceğiz.”

Yapım işi bir ustaya verilen ve daha tamamlanıp teslim edilirken köylülerin beton destekler üzerindeki çatlaklara dikkat çektiği bir köprüdür söz konusu olan. Ancak “«hükelâlık» eden köylüye: « Kimbilir hangi hatırlı adamın büyük hısımı olan «usta», «sen bildiğin işlere karış!» diye çıkışıyor. Malanın ucuna bir parça harç alıp çatlayan yere çarpıyor: «Üç gün sonra lök gibi donar!» diyor.”

Bir başka köylü başka bir çatlağı gösterdiğinde ise cevap yine tanıdıktır: “Yıkılın ulan başımdan! Ananız atanız böyle köprü gördü mü ki, gelmiş kafamı patlatıyorsunuz? Verdiğiniz dört kuruş vergiyi toplasan, kırk yılda böyle bir tek köprü yapmaz! Ne istersiniz daha hökümetten?”

Devleti temsilen “Müdür”ün köprüyü onaylamasından 3 gün sonra ise köprüye güvenemeyen bir köylü kadın, önden 3 keçisini köprüden gönderir, ancak keçiler köprünün ortasındayken köprü yıkılır.

Peki köprünün yıkılmasından kim sorumlu tutulur? R.T. Erdoğan’ın kafa yapısını o dönemde yansıtan ilçe eşrafından birisi suçluyu ve çözümü bulur : “İhsan Güven: «İt-oğlu it keçiler!..» diye dişlerini gıcırdatmağa başladı. «Hem ormanları kurutuyorlar, hem köprüleri yıkıyorlar! Ulan köprüden geçmenin bir usulü vardır: Köprüye geldin mi, yürüyüşü «âdi adım»a bozacaksın! «Uygun adım» geçmeyeceksin! Geçersen, dayanmaz, yıkılıverir!.. Ama bunlar keçi! Âdi adımı, uygun adımı ne bilsinler? Köprüleri korumak için bütün keçileri toplayıp kurs göstereceksin. Başka türlü önleyemezsin köprülerin yıkılmasını!..»

Fakir Baykurt bugün de geçerli olan sorular soruyor ve durumu değerlendiriyor. Bana da aktarmak düşüyor:

“Üzümlü köyüne yakın yerlerde, eski zamanlardan kalma taş köprüler var. Üç yüz, beş yüz yıllık! Yıkılmamış! Daha da yıkılacakları yok. Üzümlü köyü, Ayestefanos anlaşması gereğince, uzun zaman yabancı elinde kalmış. Yabancılar bu sulara köprüler kurmuş, onlar da yıkılmamış! Sapasağlam!

Üzümlü köyündeki yurttaş, karacahil filân ama, bizim yeni köprüleri, o eski köprülerle kıyaslamaz mı? Kıyaslayıp hesabımızı kitabımızı çıkarmaz mı? Yıkılan küçük köprüyü yeniden yapmak, belki zor olmaz, ama yurttaşların gözünde ve gönlünde yıkılan sadece köprü değil ki! Asıl onları onarmak, asıl onları yeniden yapmak gerekir. Bunu nasıl başaracağız? Polatlı’daki buğday silosunu, Ankara’daki spor sarayını, Eskişehir’deki bilmem ne yapısını, filân yerdeki bendi, falan yerdeki barajı bırakın da Üzümlü’deki şu küçük köprüye bakın. Üzümlü köprüsü hepsinden acı, hepsinden feci!..

Bu küçük hikâyenin altında başka bir dram daha yatıyor: Bir köprünün çatlaklarını, malanın ucuna aldığı harçla kapatacağını sanan şu cahil «usta»ya bakın! Köprü, üç uyuz keçi geçerken değil de, bir gelin alayı geçerken yıkılabilirdi. Bu hatayı böylesine ilkelce örtmeğe kalkışmak ne korkunç sorumsuzluktur? İnsanın tüyleri ürperiyor. Bizim yetişmiş bir nice teknikerimiz, bir nice de teknik okulumuz var. Buralardan çıkan arkadaşlar, boyunlarına birer «bağ» takıp nerelerde dolaşıyorlar acaba?

Buralardaki işler, bilen, ama iyi bilen; köyü köylüyü, ulusu yurdu lâfla, cartla curtla değil, gerçekten seven genç teknikerleri ve devletin dürüst elini bekliyor. Onlar gelmedikçe, Üzümlü köprüsünün yıkıntısına bakan ellilik köylü, orada, o kayanın başında; ne dese, ne söylese haklıdır. Biz de ne desek, ne söylesek, haksızlığımızı örtemeyiz…”

Fakir Baykurt, bunları yazdıktan sonra çok yağmurlar yağdı, köprülerin altından çok sular aktı. Fakir Baykurt, öğretmen örgütlenmesine önderlik yaptı. TÖS’lü, TÖB-DER’li öğretmenler devrimci düşünceleri köylere, kasabalara yaydılar.

Fakir Baykurt’un “bakışı, duruşu bıçak gibi keskin” olarak tarif ettiği köylüler, mücadele etmeyi öğrendiler. Yoksulluğa ve faşizme karşı mücadele ettiler. Orman Koruma Komiteleri kurdular ve bu nedenle yargılandılar. Katliamlara uğradılar. 12 Eylül’e karşı dağlarda direnmeye çalıştılar. En yiğit evlatlarını direnişte kaybettiler. Yenildiler… Ama bu yıl ilçelerinde 1 Mayıs eylemi yaparak, selden sonra da felaketi fırsata dönüştürmek isteyen Deniz Feneri vurguncularını kovarak, mücadele geleneğini sürdürme eğilimi gösteriyorlar.

R. T. Erdoğan bir yanıyla haklı: Herkes haddini bilecek… Özellikle de iktidardakiler. Hadlerini bilmediklerinde halk onlara öğretecek.

Herkes görevini de bilecek: Sermayenin görevi her şart altında kar etmek, zenginleşmek ve bunun için sömürmek, talan etmek. Hükümetlerin görevi sermayeyi korumak ve bundan kendileri de sebeplenmek. Halkın görevi de direnmek ve mücadele etmek.

Meselenin bir boyutu da o gün de bugün de teknik elemanlarla ilgili.

O gün köprüleri ustalar yapıyordu. Fakir Baykurt o gün teknikerlerden ve devletin dürüst elinden meram umuyordu. Bugün köprüleri, bentleri devlet ihaleleriyle koca koca şirketler yapıyor. Projelerini (yetkiniyle, yetkin olmayanıyla) mühendisler imzalıyor, mühendisler denetliyor. Ve Şavşat’ta 1959’dan 50 yıl sonra, geçen yıl yapılan 13 bentten 7’sinin yıkılmasıyla insanlarımızı kaybediyoruz. Öte yanda Karadeniz otoyolunu Giresun’da sel alıyor.

Peki emekçi teknik elemanların (mühendisler, mimarlar, şehir plancıları, teknikerler vd.) görevi ne? Mezun olduklarında yemin ederken söz verdikleri gibi, mesleki bilgilerini toplum yararına kullanmak; Bunun için mesleklerini kapitalizmin yarattığı kirlilikten kurtarmak uğruna mücadele etmek. Meslek odalarının görevi ne? Meslekleriyle ilgili olarak, devletin ve sermayenin, teknik ve politik anlamda halka zarar veren bütün uygulamalarıyla, mücadele etmek; Kapitalizmin kar hırsının karşısında, meslektaşlarının yalnız ve güçsüz kalmamasını sağlamak; Tuzla tersanelerinde, ve başka bölgelerde işçi sağlığı iş güvenliğini yok sayan uygulamalarda, orada burada çevreye atılan kimyasal atıklarda, kentsel dönüşüm adı verilen rantsal dönüşüm projelerinde sermayenin suç ortağı olmaması için meslektaşlarına destek vermek; Halka karşı işlenen suçlara ortak olan meslektaşlarını ise teşhir etmek, yaptırım uygulamak… Geçen yıl, TMMOB Genel Kurulu’nda alınan ve hükümetteki 5 mühendis kökenli bakanın halka karşı uygulamaları nedeniyle, üyelikten ihracı için odaların Onur Kurulu’na sevk edilmesini içeren kararı uygulamayan Oda yönetimlerinin, ısrarcı olmayan TMMOB yönetiminin halkın mücadelesinden öğrenecek çok şeyi var.

Dün Zap Suyu üstüne Devrimci Gençlik köprüsünü yapanlar, bugün 3. Köprüye karşı yaşamı savunuyorlar. Şehir merkezlerinden ücra köylere kadar her yerde mücadele sürüyor.

Muxoban’lı köylünün şahlanmış sulara bakarak sorduğu “suyun da ne suçi var ki?” sorusu hala anlamlı. Bizi gerçek suçluların üzerine gitmeye çağırıyor!

[1] Artvin, Cumhuriyet döneminde orijinal köy isimlerinin yerine devlet tarafından yapay isimlerin verildiği ilk illerden birisidir. Muxoban, Üzümlü’nün gerçek ismidir.