Dertleşmek kelimesini bir İngilizceye çevirebilir miyiz? – E S Kibele Yarman (aposto.com)

Kasvet. Gençken kasvet, geleceğe dair umutsuzluk belki daha kırıcı. Annemle babam ülkenin batıp çıktığını çok defalar gördüğü için, “yine batar, yine çıkar” diyorlar, derlerdi. Ancak yaşıtlarım için herhangi bir fırsat, bir başarı, daima yurtdışında yaşamak için bir avantaja döner mi dönmez mi üzerinden değerlendirildi yirmili yaşlarım boyunca.

Şimdi otuzlu yaşlarımdayım, gidenler gitti—kalanlarla biz, gidenler sanki bu büyük kararı vermemişler, bizi burada bu umutsuzluklarla yalnız başımıza koymamışlar gibi yaşamaya devam etmeye çalışıyoruz. Hele ben, gidip de dönen ben, neden döndüm yani, bu ülkeyi neden kaderine terk etmedim, bu soru bana çok soruldu. Amerika’dan annemin cenazesine gelmek istemediğim için, sadece banka hesabımdaki para veya kariyerimdeki başarı üzerinden değerlendirildiğim bir ülkede yaşamak istemediğim için.

Burada keyfimiz yerinde değil desem yalan söylerim, bak seçimler de ortada, tünelin sonunda belki bir ışık var. Belki o tünelin sonunda da başka bir tünel ve sonra yine başka bir ışık vardır, kim bilir. Biz kalanlar için ne ışık ne tünel fark etmez.

Biz, kalanlar, biz günleri teker teker yaşarız. Biz çocuklarımızı vereceğimiz kreşleri 2 yıl önceden planlamıyoruz çünkü bizim çocuğumuz “bir şekilde büyür.” Olursa tabii. Kendimizde bu ülkede bir çocuk yapacak bencilce cesareti eğer hiçbir zaman bulabilecek olursak, elbette çocuklarımız da “bir şekilde büyür.” Biz nasıl büyüdüysek artık, onlar da o şekilde büyürler herhalde, bilmem.

Herkes telefonun ucunda şimdi 2024, WhatsApp’ta dünyanın her yerine çil yavrusu gibi dağılmış arkadaşlarımla günlerimizi paylaşıyoruz. Onlar sanki hiç gitmemişler gibi, bazen de sanki ben hiç dönmemişim gibi. Ama sokağa çıkınca iş değişiyor. Sokak 20 yıldır bize reva görülen sokaklar. Yapa yıka yapa yıka molozların içinden var ettikleri gökdelenlerle, insan odağından ve insan boyutundan uzak, yürümek namümkün, kendi şehrine yabancı kılındığın sokaklar. Mahalle sokakları hariç, onları da bir süre sonra ezberliyorsun. Ev kedisi gibi yaşıyorsun, belirli bir perimetreden dışarı nadiren çıkarak. Şehrin geri kalanı senin değil.

Neymiş, Beyoğlu’na gidecekmişiz de, Beyoğlu bizimmiş. Herhalde bizim. Beyoğlu herkesin, tıpkı her yerin herkese ait olduğu gibi. Bizcilik sizcilikle mahalle köşe kapmacası oynayarak hayat mı geçer sen de Gülben.

Ha ülkende ha başka yerde öteki olmuşsun

Sayısını bilmediğim kadar “bu ülkeden neden gidiyorum” yazısı okumuşumdur. Hepsinde de hak verdiğim kısımlar vardı. Fakat yine hepsinde de “bizi öyle koyup gidiyorsun yani, 50 yaşına geldiğinde kurumuş bir üzüm gibi annesiz babasız geniş ailesiz ellerde ölmeye yüz tuttuğunda da buraya yazdıklarının acaba kaçta kaçını düşünüyor olacaksın” diye endişelenmeden edemedim.

Bu ülkeden neden gidiyorum yazıları Twitter trendi oldu bu ülkede, “Türkiye bir mühendis kaybetti, Avustralya bir mühendis kazandı.”

Ülkeler arası doktor, avukat, mühendis yarışları yapıldığını da yine bu Twitter trendinden çok şükür öğrenmiş oldum. Belki de adı konulmamış bir Eurovision pardon Worldvision veya olimpiyatlardır bu yarışlar. Nitelikli işgücünü nüfusun yaşlı olduğu ülkeler vizeyle tercih ediyorlar. Yani sen şimdi varını yoğunu, benliğini kimliğini “nitelikli işgücü” olarak özetleyeceksin, indirgeyeceksin. Ne için? Huzurlu yaşamak için diyor bazısı. The grass is always greener on the other side. Davulun sesi uzaktan hoş gelir. Dünya üzerinde bir göçmen olarak sırf huzurla yaşananan bir ülke varsa ben de bileyim ama benim gördüğüm kadarıyla bu bir ütopyadan başka bir şey değil.

Sen o ülkeye gittiğinde o ülkenin yerlisi olmayacaksın ki. Yine öteki olacaksın. Ha ülkende ötekisin ha bilmem bir yerde ötekisin. Belki bu bazıları için bir sorun değildir, ama benim için bir sorun. Ütopya hoş bir şey, distopyaya kıyasla. Biz megapol distopyasındayız, doğrusu ben de ütopyayı yeğlerim. Gerçekle bağının farkında olayım da sonra hayal kırıklığına uğradığımda başıma ne geldiğini bilmiş olurum en azından.

Bazısı huzur muzur da demiyor, ki ben bunu açıkçası daha dürüst buluyorum, “para için” diyor. “Mesleğime sahip birisi herhangi başka bir ülkede daha çok kazanıyor” diyor. Masrafları da ona göre tabii ama olsun, muhakkak daha fazla kazandığı çok durum var. Ama herkesin bildiği gibi kimse kimseye bedavaya para vermiyor. Daha çok kazanıyorsun da karşılığında ne istiyor senden. Sadece “işgücünü” mü istiyor acaba? Yoksa orada görünmez komponentleri olan başka bir takas mı söz konusu, acaba?

Sen kalkıyorsun buradan, buradan nefret ederek, bir daha dönmemecesine, seçilmiş mühendis olarak gidiyorsun. Yeteneklerinden dolayı ve o işe uygun olduğun için seçiliyorsun, beyaz yakasın, işe giriyorsun. Adın da işte Ahmet-Mehmet, iyi ihtimalle Türkçe karaktersiz bir Ceren-Meren olsun. Adapte mi olacaksın asimile mi? Asimile olmak her zaman kötü bir şey midir? Neyse tamam sen asimile olacaksın, acaba yan komşun da senin bu asimilasyonunu senin kadar gönülden istiyor mu? Karşı komşun? Çocuğunu yazdıracağın okuldaki öğretmen? Ülkedeki tüm varlığını emanet ettiğin vizenin bağlı olduğu işyerindeki patronun?

‘Dertleşmek’ kelimesini İngilizceye bir çevirebilir miyiz hep birlikte?

Farklı kültürleri anlamak, deneyimlemek bence harika bir şey. Birkaç sene Thanksgiving bana çok eğlenceli gelmişti. Aynı Hollywood filmlerindeki gibi, mumlu masanın etrafında hindi ve şükran. Sonradan öğrendim ki hindi ve şükran şişede durduğu gibi durmuyor. Hayat kocaman bir nosyon. Hayatı hayat yapan ne hindiler ne şükranlar var. Hayat huzur ve paradan da büyük. İnsan algısıyla hayattan büyük neredeyse hiçbir şey yok veya çok az şey var diyebiliriz belki de.

Konuştuğun dil ve kendini ifade etme şekillerin, fasulyeyi pişirme stilin, Ege Denizi’nde yazın attığın kulaçlar, sabah okuduğun gazete…

Giden arkadaşlarımın çoğu gündemi benden sıkı takip ediyorlar. Gittin mi gözden ırak gönülden ırak da olmuyor. “Dertleşmek” kelimesini İngilizceye bir çevirebilir miyiz hep birlikte? Çeviremeyiz bence tam anlamıyla, çünkü İngilizce “How are you?” soru taklidi yapan bir selamlaşma ve yanıtı “Fine, thanks.”

Yaban ellerde Türkiye’de seçimler olunca sen onu etrafındakilere nasıl aktarabilirsen bir kahvede, onlar da o kadar bilecekler. Tarifsiz bir yalnızlık. Ama derin kalın olur, bütün bunlardan kendini yalıtabilecek kadar vurdumduymaz olmayı başarırsın, “sana dokunmayan yılan bin yaşar” vesaire, o zaman belki tam anlamıyla rahat etmeye yaklaşabilirsin. Gidenlerin kaçta kaçı bu denli vurdumduymaz bilememekle beraber, öyle olmayan çok fazla örnek bildiğimden bu olasılığın da çok kuvvetli olmadığınına inanmadan edemiyorum.

Kalanlar takımı

Gidenleri anlamaya çalıştım paragraflarca; şimdi kalanlar takımından bir oyuncu olarak biraz da “dertleşmek” istiyorum. Öncelikle kesif bir terk edilmişlik hissinden bahsetmek zorundayım. Sanki burada ne oluyorsa bizi ilgilendiriyor da giden arkadaşlarımızı o kadar da ilgilendirmiyor gibi. Çünkü onlar o kararı vermişler, o zaman onlara ne. Halbuki bana göre hepimizin buraya karşı bir sorumluluğu var. Ayrıca bence başka bir ülkeye taşınılırsa o ülkeye de belli başlı sorumlulukların oluyor. Yaşadıkları yerin iyi olması güzel olması yaşayanların sorumluluğunda olmalı, bence. Sorumluluk gibi ağır kavramlarla ortalığı ciddiyete büründürmeden önce daha hafif bir noktadan bahsetmek istiyorum.

Öğrenilmiş vasatlık. Yaşadığımız yeri güzelleştirmek veya koşullarını iyileştirmek için sürekli mücadele etmemizin gerekmesi gerçekten çok yorucu. Maalesef her alanda değişime karşı direnç var ve bu bir şeylerin uluslararası standartlara gelmesini çok zor kılıyor. Halbuki çoğu değişim birkaç kişinin iradesiyle yapılabilecek gibiyken, “zaten Türkiye’de iyi bir şey olmaz” düşüncesiyle herkes çaresizliği, vasatlığı içselleştirmeyi daha kolay buluyor. Bu beni cidden çileden çıkaran bir durum. “Nasılsa değişmez” diye öyle kabul edilmeyecek konuları kabul ediveriyorlar ki.

Bir sürü enerjisi olan insan var etrafımda, değişime direnç gösteren üstleri sebebiyle acı içinde kıvranarak işlerini ya bırakıyorlar ya zar zor yapabiliyorlar. Bir şeylerin iyisini yapmak bizim elimizde değilmiş de sanki bir üçüncü gücün elindeymiş gibi sürekli bir baskı var. Bunu en çok akademide hissediyorum. Halbuki dünyanın her yerinde akademide benzer sorunlardan bahsetmek mümkün.

Ama biz de köklü bir değişim direnci mevcut. Çok değerli insanlar var akademide ve her gün örneğin onlarca çağ dışı kağıt işi içerisinde boğulup duruyorlar. Akademi hariç konularda da, sanki dünya bambaşka bir yere gitmiyormuş gibi kendini geliştirmeyi asla öğrenmek istemeyen kurumlar çok sayıda. Hepsi için bunu söyleyemem ama gerçekten taş devrinden kalma çok uygulama duyuyorum. Bunların değişmesini teklif edenleri de gözden çıkarmak, onlara hayatı dar etmek en kolay çözüm gibi oluyor. Halbuki herkes biraz değişim için uğraşsa istenilen noktaya kolaylıkla gelinebilir.

Kalanların görevleri

Ben davet üzerine bir atölye yürütmüştüm bir okulda, tamamen istediğim için ve karşılıksız olarak–çok da sevdiğim bir okuldur–tamamen birlikte güzel bir şeyler üretmek için yaptığım bir etkinlikti. Beni davet eden bölümün başkanı atölye sergisine gelmedi bile. Bir teşekkür bile etmedi. Görmezden geldi. O teşekkür etsin diye yapmadım pekala ben de o atölyeyi ama insan bir kelime bile etmez mi? Güzel bir şeyler yapmak isteyene de taş koyuyorlar demek istiyorum yani. Sonradan arkamdan bir dolu konuştuğunu öğrendim.

Kalanlar’ın en önemli görevlerinden biri de ne yaparlarsa yapsınlar demotive olmamak tabii. Siz öyle mi yaptınız, sağlık olsun. Burada taş mı koyuyorsunuz, taş koymayacak birileriyle çalışırım öyleyse. Ben Amerika’dan döneli 8 sene olmuş. Taş koyan kaç kişiyle çalıştıysam taş koymayan onun 3-4 katı kişiyle çalışmışımdır. Biz Kalanlar’ın sayısı da hiç azımsanmayacak kadar çok yani. Bir diğer gözlemim de titr sahibi insanların titrlerini kaybetmekten ödlerinin kopması. İnsanlar titrlerine öylesine sıkı tutunuyorlar ki, çünkü bu ülkede titrden öte bir şey yok. Titrsiz insan sanki bir hiç, hiçbir şey yapamaz gibi. Halbuki iyi insan titrli titrsiz, her yerde iyidir. İyi bir doktor Zimbabwe’de de, Kaliforniya’da da, Şırnak’ta da iyi doktordur. Tıpkı iyi bir bölüm başkanının her yerde iyi, kötü bir bölüm başkanının her yerde kötü bir bölüm başkanı olması gibi.

Bir diğer keyif kaçırıcı konu da ülkede olan negatif meselelerin, mesela enflasyon veya ekonomik kriz gibi, artık haber değeri taşımayacak kadar benimsenmesi. Sanki kalanlar karşılıksız bir yazı imzalamışlar “ne olursa olsun bu ülkede artık şaşırmayacağım, şikayet etmeyeceğim çünkü burası Türkiye kardeş ne bekli10”.

Kötüye şaşırmayı ve kötüyü eleştirmeyi bıraktığımızda esas problem başlıyor bence. Kafaya takıp çıldıralım da demiyorum ama bunlardan bahsedip bir çıkış aramak da bir sohbet konusu olmaya devam edebilmeli bence. Gitmedik diye bunları hak etmedik, biz de astronomik rakamlarla muhattap olmadan yaşayabilmek istiyoruz ve bunlardan bahsetmeyi tercih edersek de duyulmak istiyoruz gidenler tarafından sanırım.

Son olarak… Gidenlere biz nasıl “Niye gittin?” demiyorsak, kimse de bize “Niye kaldın?” demesin belki de. İlle de bir şey sorulacaksa: “Sor bana pişman mıyım?”