Özge Ozan: “Antakya yıkıntılar içinde terk edilmişti” – Evrim Kepenek (bianet)

*Enkazlarda kadınların cansız bedenlerini çocuk odalarında bulduk, önce çocukları kurtarmaya yönelmişlerdi.

* Kadınlar hayatta kalmak için mücadele etmek ne demek çok iyi biliyor, ne yazık ki. Keşke bilmek zorunda olmasaydık.

*Herkes yakınlarının seslerini duyup hiçbir iş aleti vs olmadığı için onların canlı canlı gömülmesine tanık olmuş olmanın ağır yükü altında feryat ediyordu.

* Enkazda çişimiz gelmesin diye normalde ağır iş yapanlarımız dahil sağlık için ne kadar sorun olduğunu bilsek de su içmemeye çalışıyor yemek gelse de en minimum düzeyde yemek yiyorduk ve 6 saatlik vardiyalarla enkaza gidiyorduk. Bir de soğukta, karanlıkta olan kadınları düşünün.

Özge Ozan inşaat mühendisi. Aynı zamanda Kadınlarla Dayanışma Vakfı’nda çalışıyor. Maraş’ta 6 Şubat’ta meydana gelen ve en az 10 ili etkileyen iki büyük depremin dördüncü gönünde arama kurtarma çalışmalarına katılmak için Antep’in Islahiye ilçesine ve Antakya’daydı.

Tanık olduklarını bianet’e anlatan Ozan, “Elbette yine dayanışmamıza sarılacağız ve buradan güç alacağız, ama bununla da yetinemeyiz, bizim olanı almak için, hayatımızı sürdürmek için birlikte hesap sormak ve mücadele etmek zorundayız” diyor.

“Deprem broşürü yazdım”

Seni buradan kaldırıp oraya götüren duygu motivasyon neydi?

Ne yazık ki ülkenin yakın tarihi de benim kişisel tarihim de, iktidar/devlet eliyle önü açılan, faillerin cezasızlıkla ödüllendirildiği, korunduğu, aklandığı yıkımlarla, ölümlerle, savaşlarla; insan eliyle felaketle sonuçlanan doğa olayları ile, ve dayanışma ile tüm bu yaşananlar karşısında durma çabamızla geçti.

Sadece şu örnekleri vermem belki yeterli; 99 depreminde henüz birinci sınıftaydım ve üniversite açılır açılmaz kendimi Kocaeli depremini yaşayan insanlarla dayanışma faaliyeti içinde buldum.

Depremden 4 ay sonra Öğrenci Koordinasyonu ile yılbaşını depremzede çocuklarla geçirmek için gittiğimizde hala naylondan yaptıkları çadırlarda yaşayan insanlarımız vardı. Belki de sadece son birkaç yıl içinde yaşadıklarımızı saymalıyım.

10 Ekim’de hem mitinge katılmak hem de haber yapmak üzere Ankara Garı’ndaydım. Ve bizim birbirimizden başka kimsemiz olmadığını, bizi koruması, yaralılarımızı kurtarması gerekenlerin bize saldırdığını gördüm. Hastaneler önünde yine dayanışma masalarımız vardı.

Madenci Katliamı’ndan sonra Soma’ya Kınık’a gittim, madenci ailelerinin “kader- fıtrat” diyerek susturulmaya çalışıldığına devreye tarikat-cemaat ağlarının nasıl sokulduğuna şahit oldum.

Hem sokakta eylemlerde hem yok sayılan madenci aileleri ile dayanışma çalışmaları içinde yer aldım. Van Depremi’nde gönüllülerle birlikte çocuklar için güvenli alanlar oluşturmak üzere dayanışma çalışmalarında yer aldık.

Bunlar sadece bazı örnekler. Ve elbette tüm bu zamana yayılan biçimde kadınlar olarak hiç durmadan kadın dayanışmasını örgütleyerek erkek şiddetine karşı hayatta kalmaya, katledilen arkadaşlarımızın hesabını sormaya çalışıyoruz.

Deprem haberini ilk anda aldığımda henüz boyutunu kavramamışken, kadınların çok tedirgin olacağını düşünerek hızla temel bilgileri içeren deprem broşürü yazmaya koyuldum.

“Büyük bir koordinasyonsuzluk vardı”

Mülteci kadınlar özelinde çalışmalar var mıydı?

Her yerden yardım talepleri gelmeye ve nerelerin aranabileceği gibi bilgiler paylaşılmaya başlandığında ise deprem bölgesinde çok sayıda mülteci yaşadığı ve her tür bilgi Türkçe paylaşıldığı için hızla acil telefon numaralarını, gerekli uyarıları (depremden hemen sonra yapılması gerekenler gibi), haber alabilecekleri kanalları derleyip Arapça’ya da çevirerek kendi danışanlarımızla paylaştık.

Bölgedeki akrabalarına ve tanıdıklarına iletmelerini rica ettik istedik arkadaşlarla. Haberler gelmeye devam ettikçe ise yıkımın büyüklüğünü kavramaya başladım. Temas halinde olduğum herkesle zaten neler yapabiliriz diye konuşmaya başlamıştık.

İlk anda daha önce arama-kurtarma ve afet eğitimi alan gönüllü arkadaşlarım bölgeye ulaşmak için yola çıktılar.

Bir yandan İstanbul’dan yapabileceklerimiz neler, onları hayata geçirirken bir yandan da bölgeye giden arkadaşlarımızdan da bilgiler gelmeye başladı. Arama – kurtarma için giden arkadaşların deprem bölgesine varması saatler sürmüştü, büyük bir koordinasyonsuzluk vardı.

Gönüllüler AFAD ile akredite olmalarına rağmen enkazlarda çalışırken kalabilecekleri çadır bile yoktu, apar topar yola çıkıldığı için çalışmaların sağlıklı yürüyebilmesi için gerekli temel ihtiyaçlarını da karşılayamıyorlardı.

Aslında daha önceleri daha çok deprem anlarında dayanışma organizasyonları merkezli bir faaliyet içinde yer alsam da bu defa eğer imkanı olan herkes şu ya da bu biçimde harekete geçmezse insanların enkaz altında ölüme terk edileceğini anladım.

Bir de elbette herkes bir takım eşyalar topluyordu ama gönüllü çalışanların buz gibi soğukta ve karanlıkta o enkazlarda çalışabilmeleri ve hayat kurtarabilmeleri için ihtiyaç duydukları eşyaları özel olarak onlara ulaştırmaya yönelik bir plan yoktu, doğal olarak herkes depremi yaşayanlara odaklanmıştı.

Bu nedenle İstanbul’daki işleri halledip bir arkadaşımla birlikte Antep İslahiye’de enkazlarda çalışan gönüllülerin talep ettiği eşyaları toparlamaya çalıştık, kafa lambalarından mata, içlikten projektöre ve arama kurtarma yapan MAG ekibine destek olmak üzere yola çıktık. Ben de ilk kez arama kurtarma ekibine katıldım.

Kısaca bu büyük yıkım ve acı karşısında ne devletten ne sermayeden ne de ne yazık ki reklamı büyük ama organizasyon kapasitesi olmayan kurumlardan bir beklentim vardı.

Kamu kaynaklarının halk için ve halk yararına kullanılmadığının ve kullanılmayacağının, halka ait olanın ona bir lütuf gibi sunulacağının bilgisi bize deneyimle öğretildi.

İstanbul’da birlikte etkinlik yapmak üzere sözleştiğimiz MAG’dan Nilüfer hocayla Islahiye’de enkaza doğru gönüllüleri taşıyan bir otobüste buluşmuş olduk.

Belki de İstanbul’da etkinlikte buluşacağımız mülteci kadınların akrabaları ile temas ettik deprem sahasında, bilemiyorum.

“AFAD’dan çadır bulamadık”

Neyle karşılaştınız?

Anlatmak çok uzun sürer, bir çok yazı yazıldı. En iyisini elbette birebir depremi yaşayanlar biliyor. Ama önce bölgeye yaklaşırken uzun benzin kuyrukları ardından yıkılmış bir yerleşimle karşılaştık.

Deprem olalı 4 gün olmuştu ve gönüllülerin toplandığı ve çalışmaları koordine ettiği alana vardığımızda hala suyun ve tuvaletin olmadığı gerçeği ile karşılaştık. İnsanların hasarlı evlerinin yanı başına çadırlar kurduklarını, tehlike altında olduğunu ve bir düzen olmadığını gördük.

Çalıştığımız enkazların etrafında çoban ateşi gibi ateşler yakıp buz gibi soğukta yakınlarını hala bekleyen, yakaran insanları gördük. Canla başla çalışan gönüllüler gördük.

Arama kurtarma yaptığımız enkazların içinde asıl olarak enkaza dönüşmüş hayatların parçalarını, oyuncakları, fotoğrafları, çeyiz setlerini gördük. İnsanların kendi başlarının çaresine bakmaya çalıştığını gördük.

Ama şunu söylemem gerekir ki Islahiye’de arama kurtarma çalışmalarına katıldığımız 4 günden sonra Antakya’ya geçtiğimizde tam anlamı ile şok olduk.

Çünkü Islahiye’de artık biz ayrılırken neredeyse her enkaz başında bir ekip vardı az çok sahadakiler arasında bir koordinasyon sağlanmıştı.

Ancak Antakya’ya girdiğimizde yani depremden 8 gün sonra sanki bombalarla yıkılmış ve yıkıldığı gibi bırakılmış bir kent gördük. AFAD ekiplerini görmedik. Antakya merkezde sokak aralarında güvenli fizibilite yapılabilecek bir açıklık dahi yoktu, hala enkazdan kapalı sokaklar vardı. İnsanları uyaran hiçbir görevli yoktu.

Sokaklarda konuştuğumuz insanların İstanbul merkezli whatsapp gruplarında ya da sosyal medyada paylaşılan ve kentteki yardım dağıtımı, lojistik destek ya da aş evi, ilaç alınabilecek merkezleri içeren listelerden haberi dahi yoktu.

Hatay’ı hiç bilmeyen ben hayatı orada geçmiş insanlara telefonlarını kaydedip o listeleri yollayıp, neye nereden ulaşabileceklerini anlatmaya çalışıyordum. Kadınlar ve çocukları gönderebilenler enkaz başında ölülerini bekliyordu.

Canlı olup olmadığına dair bakılıp bakılmadığını sorduğumuzda 8. günde ikinci gün bir ekip geçti buradan bir daha gelen olmadı diyen insanlara şahit olduk.

Herkes yakınlarının seslerini duyup hiçbir iş aleti vs olmadığı için onların canlı canlı gömülmesine tanık olmuş olmanın ağır yükü altında feryat ediyordu.

Yolda başımızda kask ve fener gören insanlar bizi çadır sormak için çeviriyordu. Defne Parkı’nda kadınlara destek sunmak için çadır kurmak isteyen Kadın Savunması’ndan kadınlara destek olmaya çalıştık.

AFAD’tan çadır bulamadık. İBB koordinasyon merkezine gittiğimizde kentin bütün yükünün İBB çalışanlarının üstüne yıkıldığını ve ortada herhangi bir merkezi organizasyon olmadığını gördük. Onlar da bizde çadır yok diyordu. Hatay Expo’daki AFAD depolarında çadırların durduğu ama kentin boşalmasını istedikleri için çadırları vermedikleri görülüyordu.

İBB depolarından talepler alınıyordu ancak o noktaya ulaşmak için insanların aracı/ benzini/mazotu yoktu. Su ve tuvalet krizi büyümüş ve hastalıklar başlamıştı. Kısaca, depremden 8 gün sonra dahi Antakya’nın değil terk edilmek, yanına uğranmamış olduğuna şahit olduk.

“Su ve tuvalet en büyük sorun”

Özellikle kadınlar açısından ihtiyaçlar neler?

Depremden en çok etkilenenler kadınlar. Ne yazık ki bu da kadınların üzerine yüklenen toplumsal cinsiyet rolleri ile doğrudan ilişkili. Enkazlarda kadınların cansız bedenlerini çocuk odalarında bulduk, önce çocukları kurtarmaya yönelmişlerdi.

Engelli eşini bırakmayarak onunla ölümü seçen kadınların hikayelerini dinledik. Deprem sonrasında ise henüz yaslarını ve acılarını dahi yaşayamadan bir yandan enkazlardan çıkacak cenazeleri ve bir umut hala gelecek ekipleri bekliyor, diğer yandan ise aileden hayatta kalanların yaşamlarını sürdürmeleri için mücadele etmek zorunda kalıyorlardı.

Özellikle çokça vurgulansa da hala çözülemeyen su ve tuvalet yoksunluğu çok temel bir sorundu.

En ufak bir hijyenik alan ya da hijyen malzemesi yoktu. Biz İslahiye’de gönüllüler olarak İtfaiye binası içindeki tek bir o da suyu akmayan bir tuvaleti, erkek kadın ayrımı olmadan tüm görevliler, askerler, özel harekatçılar, sağlıkçılar, AFAD ekipleri ve aklınıza kim gelirse onlarla birlikte kullanıyorduk.

Enkazda çişimiz gelmesin diye normalde ağır iş yapanlarımız dahil sağlık için ne kadar sorun olduğunu bilsek de su içmemeye çalışıyor yemek gelse de en minimum düzeyde yemek yiyorduk ve 6 saatlik vardiyalarla enkaza gidiyorduk. Bir de soğukta, karanlıkta olan kadınları düşünün.

Erkekler için belki tuvalet sorununu çözmek bir nebze daha kolay olabilir ama kadınlar için tuvalet sorunu aynı zamanda güvenlik sorunuydu.

Çünkü her yer karanlıktı, tuvalet için bulundukları yerden ayrılmaları gerekiyordu, çocuklarını bırakamayanlar vardı. Kadınlar sadece kendileri için değil çocukları için de tuvalet ve su/ hijyen sorununu dert etmek zorundaydı.

Çadır sorunu özellikle Antakya’da kadınlar için bir çileye dönüşmüştü. Çadır yokluğundan hasarlı evlere girmek zorunda kalanlar vardı.

Bazı yardım dağıtılan noktalara ulaşmak araç yoksa mümkün değildi, özellikle evli olmayan kadınlar için araç başlı başına krizdi.

Hiçbir mahremiyet alanı yoktu, iç çamaşır da bir krize dönmüştü iç çamaşır bulunsa da değiştirecek bir yer olmaması ayrı bir sorundu. Bir de kadınlar açısından yabancı birilerinden iç çamaşırı, ped ya da başkaca bir hijyen malzemesi istemenin zorluğu vardı.

Kadınlar, sadece kendi karınlarını doyurmaya odaklanamıyordu, hanenin yükünü düşünmek zorunda kalıyordu.

Bir yandan da çocukları için çok endişeliydiler, hasta olmalarından başlarına bir şey gelmesinden korkuyorlardı. Ve afet anında ve ardından bile kendilerinden güçlü olmaları, “annelik görevi”ni,

Yine öfkenin ve şiddetin kadınlara yönelebileceğini gördük. Çünkü herkes hem ağır bir şok yaşıyor hem de ortada hiçbir yetkili olmadığı için aktaramadığı öfkesini en yakınındakine de iletebiliyordu.

Yakınlarını arayan kadınlar vardı. Kızları, torunlarını kurtarırken enkaz altında kalmış anneanneler gördük, o an bile akıllarındaki soru daha kendi çocuğunun yasını tutamadan torunlarına nasıl bakacağı idi.

Daha onlarca şey sıralamak mümkün, ama ihtiyaçlar denilince de kadınların yine en son sırada geldiğini gördük.

“Bu süreci dayanışma aşabiliriz”

Son olarak ne eklemek istersin?

Elimizde işleyen, güvenilir afet kurumlarının, planlarının, buna ayrılan bütçenin olmadığı henüz cenazelerimizin enkazda bırakıldığı, yaşayanlarımızın çadırsız, hayatsız bırakıldığı bir anda toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı kent ve afet planlarından bahsetmek belki kimilerine lüks gelecektir. Ama şimdi ve her zaman söylemek zorundayız. Bu nedenle, eklemek istediğim bu.

Afet meydana gelmeden risklerin tespit edilmesi, kentlerin planlanması, zararlarının azaltılması ya da önlenmesi ile afet meydana geldikten sonra hızlı yanıt verilmesi ve sonrasında iyileştirme çalışmalarının yürütülmesini sağlayan afet planlaması süreçlerinde bizlerin, kadınların en merkezi düzeyden en mikro ölçeğe kadar aktif ve karar verici pozisyonlarda katılması gerekiyor.

Tüm bu planlama ve yönetim süreçlerinin cinsiyet körü olmadan hazırlanması kadınlar için hayat memat meselesi.

Afet yönetim sürecindeki, sahada yer alan alacak tüm görevlilerin, gönüllülerin de cinsiyet eşitliği yaklaşımı ile donanmak zorunda olduğunu, kadınların afet anında ve sonrasında yaşadığı özgün durumları ve özgün ihtiyaçlarını bilmeleri ve buna göre hareket etmeleri gerekiyor.

Örneğin afet sonrası planlanırken hemen şimdi deprem bölgelerinde kadın sağlığı ve cinsel sağlık uygulamalarının, şiddete karşı başvuru, önleme ve koruma mekanizmalarının, kadınların üzerine yıkılan bakım işlerinin kamusal olarak örgütlenmesinin çok hızla gündeme alınması gerekiyor.

Elbette, kadınların afetlerde bugün yaşadıkları zararı görmemeleri için çok fazla yapılacak şey var.

Ama planlamaları, binaların sağlamlıklarını, fay hatlarını, kurumları tartışırken şunu asla unutmamalıyız; kadınların zarar görebilirliklerini azaltmak için olmazsa olmaz bir şey de toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması. Kadınların eşitliği, özgürlüğü.

Bu korkunç kayıp ve yıkım ortamında kadın örgütlerinin, kadın hareketinin feministlerin ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştığını biliyorum, bu çabaların içinde yer alıyorum ama öfkem de çok büyük başta kadınlar ve çocuklar olmak üzere herkes için.

İyi, eşit özgür bir yaşam için değil sadece hayatta kalmak için bile, sadece cenazelerimizi beden bütünlüklerini koruyarak alabilmek için bile mücadele etmek zorunda kaldığımız koşulları yaratan sisteme de kurumlara da kişilere de, politikalara da uygulamalara da.

Kadınlar hayatta kalmak için mücadele etmek ne demek çok iyi biliyor, ne yazık ki. Keşke bilmek zorunda olmasaydık.

Elbette yine dayanışmamıza sarılacağız ve buradan güç alacağız, ama bununla da yetinemeyiz, bizim olanı almak için, hayatımızı sürdürmek için birlikte hesap sormak ve mücadele etmek zorundayız.

Bir de elbette asıl olarak tüm bunları çok daha fazlasını ne yaşadıklarını neye ihtiyaç duyduklarını, depremi, kayıpları bu yıkımı doğrudan yaşayan kadınların anlatabilmesini, konuşabilmesini, kadınların sözünün bu yıkımın altında kalmamasını sağlamak zorundayız. Hep birlikte. Kadın dayanışmasıyla.