Tarihi, kültürel ve çevresel yıkımlar kapitalizmin, iktidar eliyle büyük bir örgütlenmenin sahibi olarak işbirlikçileriyle saldırma ve yok etme politikasının bir kanıtı. Peki her mekan üretimi illaki bir yıkımı da beraberinde mi getirir? Elbette hayır
Dünyanın ilahi belleği tanrıça Mnemosyne’in yorgun ve yaşlı hafızasına ne kadar güvenebiliriz bilmiyorum ancak Mnemosyne’in güç aldığı şey belki de Bin Bir Gece Masalları gibi dilden dile geçen, insanların hafızalarında dünyayı dolaşan hikâyelerdir. Bütün bu hikâyelerde, hikâyenin odağında zalime karşı direnmiş bir halk, bir zümre, bir topluluk, bir insan ya da bir ejderha bile olabilir. Böyle bakınca anlatı dilinin ezilen üzerinden kurulması hiç şaşırtıcı gelmiyor elbette. İktidarın mekânın gücünü elinde tutması kadar ezilenlerin de dile ve söze hâkimiyetinin bu bağlamda çok görünür olması normaldir sanıyorum. Nitekim sokaklar, meydanlar, parklar ve geçmişten büyük bir dirençle günümüze gelebilmiş yapılar iktidarın savaş meydanıdır. İktidarı ele geçirme, elinde tutma güdüsü ile zamanın sahibi olmak ve mekânın buna yardım yataklık etmesini sağlamak insanlığın kadim sorunu sanırım. Bize de söz kalıyor.
Mekândaki hareket alanımız iktidarın ya da erk sahibinin bize bıraktığı alan kadar olur ki zapt edilmiş her alan için daha önce bir alan savaşı zaten verilmiştir. Her zaman ya bu savaş alanından izler bırakılarak geriye çekilmiş ya da zafer kazanarak mücadeleye devam edilmiştir. Fakat her defasında mekânın bizim için kaybedilmesi halinde korkutan şey, kaybın genetik hafızadaki diliyle o çok katmalı belleğinden seslenir bize tıpkı Hölderlin’in dediği gibi: “Biz okunmayan bir işaretiz, acı hissetmiyoruz, kaybettik neredeyse yabancı diyarlarda dilimizi.”
Coğrafyanın topoğrafik dilinin belleği de kapsayan çok katmanlı bir kültürel dokusu var; mekânın ve hafızanın girift katmanları. İnsanlık tarihinde bütün topluluklar, halklar mekan üzerinde varlığını damgalamak, izlerini bırakmak, hakimiyetini ilan etmek ve kim olduğunu anlamlandırmak için olduğu kadar kudretini gösterip küçük tanrıları oynamak için de öncekilerin yaptığını yıkıp kendi varlığını yeniden coğrafya üzerinde inşa etmişlerdir. Mekanın içini daha insana ait olan edebiyatı, dini ritüelleri ve diğer bütün alışkanlıklarıyla donatıp bellek inşasını da kurmuşlardır. Böylece coğrafya ve bellek ‘yaratıcısı’ eliyle yeniden dizayn edilmiş ve iç içe geçmiştir. Kültürel mnemeler esasında bizim hafıza ve mekânla ilişkimizin de derinlerde ne anlama geldiğini ortaya koyabilir.
İktidarı elinde tutanın, sembolik öğeler üzerinde müdahale isteğinin çok güçlü bir sembolik anlamı olmasının yanında, kapitalizmin vahşice talan etme isteğinin bu amaçla bir araya gelişi yıkımın boyutlarını devasalaştırıyor. Ayasofya belki ilk sembolik dönüşümün örnek öğesi iken Kaz Dağları kapitalizmin talanını çok güzel örnekliyor mitolojik değeri de göz önünde tutulunca. Özellikle Hasankeyf ise benim zihnimde tam da ikisinin ortasında duran çok daha yaralayıcı bir örnek. Bir coğrafyayı tarihi, kültürü, hikâyesi ve geçmişiyle o topraklardan beslenmiş insanların gözleri önünde tarumar etmek çok büyük bir duygusal ve zihinsel işkence olmasının yanında topyekûn bir bellek yıkımının da maalesef eşsiz bir örneği. “Mekan üretimi ve mekanın üretim süreci varsa, tarih de vardır” der Lefebvre ve ekler “devlet, tarihsel şehirlerin üzerinde yükselir.”
Büyük bir dönüşüme tabi tutarak aslının izlerini silme, yerine kendi iktidarını gelecek nesillere anlatacağı yeni bir katman ekleme eylemi toplum üzerinde kurulmak istenen hegemonyanın mekân üzerindeki sacayağıdır diyebiliriz. Her iktidar nihayetinde beslendiği yeri yani güç sembolü olacak olan kendi muhkem kalesini yaratmak ve bayrağı dikip ebedi kılmak için mücadele eder. Devasa saraylar, yaldızlı parıltılı renkler, gösterişli mekânlar iktidarın güçlü varlığının teşhir odasıdır. Geçmişin izlerini silme ve geleceğe yeni bir iz bırakma! Fakat bu eylem cümlenin kuruluşu kadar açık değil; kültürel bir soykırımı ya da doğuşu da beraberinde taşıyor. Yıkımın ve doğuşun tarihsel süreçte ne ifade ettiğini de elbette sahip olduğumuz politik bilinç cevaplayacaktır.
Bütün bu zaten çok iyi bilinen mekânın hafızasını yok ederek kültürel belleğin silinmesi sorununa kapitalizmin mekân üzerinde hâkimiyet kurma isteği üzerinden bakmak istiyorum biraz da; kapitalizm hedefe doğru koşarken bütün bu kültürel dönüşümü hizmetine nasıl mahkûm ediyor? Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi, Hasankeyf’in sular altında kalması, Kaz Dağları’nın Kanadalı altın şirketine kiralanması, Yeşil Yol gibi Karadeniz’in yaylalarının inşaat şirketlerine ihale edilmesi büyük kapsamlı ve sembolik değeri büyük işlerden gündelik hayatın yeniden dizaynına kadar mekânın, coğrafyanın ve belleğin dönüştürülmesini içeren çok katmanlı, çok boyutlu, çok değişkenli bir konu. Üstelik sermaye biz farkında olmadan her şeyin her an gözümüzün önünde değişimine karşı bir körlük yaratıyor. Şehrin ortasında o gösterişsiz, sönük duvarlı çay ocağının yerine açılan AVM çok daha eğlenceli fakat mekâna çakılmış yeni bir iktidar nesnesi. Çay ocağının hikâyesi de hızlıca kaybolup gidecek bu keşmekeşin içinde nasılsa. Her şey bu kadar küçük zararlar bırakıp romantik hikâyelere konu olacak kadar sıradan değil. Tıpkı işçi blokları, TOKİ’ler gibi sosyal izolasyonun da bilinçli bir parçası olan, ancak şehrin periferisinde kendine yer bulurken merkezle olan mekânsal yabancılaşması kadar sınıf farkını da ayan beyan ortaya koyan ciddi boyutlu kentsel mekân tartışmaları da aynı orijinden beslenmeye devam ediyor. Bu periferide kültür sanat merkezleri, kütüphaneler yerine aile yaşam merkezleri ve camilerin çoğalıyor olması da mekânın sosyolojik inşasında iktidarın araçları nasıl kullanışlı hale getirdiğini gözler önüne serer. Henri Lefebvre Mekanın Üretimi kitabında şöyle der; “merkezileşmiş ve yoğunlaşmış mekânın örgütlenmesi hem siyasal iktidara hem de maddi üretime yarar, karları optimize eder. Toplumsal sınıflar, işgal edilen mekânların hiyerarşisi içinde, buraya yatırım yapar ve burayı dönüştürür.”
Tarihi, kültürel ve çevresel yıkımlar kapitalizmin, iktidar eliyle büyük bir örgütlenmenin sahibi olarak işbirlikçileriyle saldırma ve yok etme politikasının bir kanıtı. Peki her mekan üretimi illaki bir yıkımı da beraberinde mi getirir? Elbette hayır. Bu sorunun cevabı yine belleğe ve mekana politik bir tutumla yaklaşmak gerektiğini gösteriyor. “Devrimci bir dönüşüm gündelik hayatta, dilde, mekanda eser yaratma kapasitesiyle doğrulanır; ama bunların ille de aynı adımlarla, eşit olarak ilerlemesi gerekmemektedir.” der Lefebvre. Dönüşüme politik bir bilinçle yaklaşmanın tarihsel döngü içerisinde tüketmekten çok üretime yönelik ve insan odaklı, uzun ömürlü mekanların üretiminin yollarını aramakla da doğrudan ilişkisi vardır. “Burjuvazi ile aristokrasi arasındaki eski sınıf mücadelesi, bu mücadelenin belirgin bir biçimde kendini gösterdiği mekanlar üretti” ve şöyle devam eder:“Paris’in merkezindeki Marais bölgesinde aristokratik mekanı parçaladı, burayı maddi üretimle birleştirdi, gösterişli konakların içine atölyeler, dükkanlar, apartman daireleri yerleştirdi; bu mekanı halka açarak hem çirkinleştirdi hem de kendi tarzında canlandırdı.”
Kapitalistlerin çevresel, tarihi, kültürel olarak yıkımları diğer ülkelere kanalize etmiş olmaları da endüstrileşmenin mekânsal devinimi olarak adlandırılabilir pekala. İnşaat sektörünün gelişmemiş ya da az gelişmiş ülkelerde büyük hızla yer bulması, ‘beton sevgisi’, çevresel, ekolojik yıkımlar, temiz su varlıklarının, yeraltı varlıklarının yok edilmesi, ormanların talanı gibi… Endüstri 4.0 bu aşamaların sonuncusudur diyebiliriz.
Kapitalizm bütün oburluğuyla tüketiyor, yok ediyor, değiştiriyor ve bunları yaparken bir yandan şişmanlayıp diğer yandan halkı cılızlaştırmaya devam ediyor. Doğadan ayrılıp kutsallaştırılan mekanlar da dahil olmak üzere bütün mekanlar bu değişimden olabildiğince nasibini alıyor, camilerin altına iş merkezleri, dükkanlar yapılması gibi. İnancın mekan üzerinde neoliberal yorumu denebilir sanırım bu durum için. Mekânın beton ile yeniden inşası olmakla kalmayıp ‘kutsal’ belleğin üzerine de beton dökülüyor; ucuz, hızlı, pratik, özensiz. Tadilat adı altında birbirine benzetilen lokal mimari yapıların kent insanını tanımlayan ve tanımlarken biricikliğini de yok eden tek tipleştirme bir tür maliyeti düşürerek izleri silme yöntemi.
Sosyal, kültürel, politik ve iktisadi olarak mekan dönüşümlerine eleştirel gözle baktığımızda yeni çözümler üretirken politik olarak nerede konumlandığımızı da hatırlamış oluruz. Diyalektiğin sadece kavramsal düzeyde kalmayıp mekânsal boyutta gerçekleşir hale gelmesi yani bir tür mekânsal diyalektik oluşması gerekmektedir. Kültürel değerlerin kardan arındırılmış insanlığın ortak değerleri olarak saklanmasından, dini mekanların sadeleştirilmesine, tarihi yapı/mekanların korunmasından, Autschwits gibi, Madımak Oteli gibi utanç mekanlarının birer ibret olarak saklanmasına kadar; sanayi bölgelerinin izolasyonundan halk plajlarının artık olmayışına her mekanın politik niteliği vardır. Bu politik nitelik değişimin de niteliğini belirler.
“Dünyayı değiştirmek için, mekânı değiştirmek gerekir”
Nihal Tanbay – Makina Mühendisi