Su’dan yalanlara inanmayın!

İstanbul, 16-22 Mart tarihlerinde Dünya Su Forumu’na ev sahipliği yapacak. Bu kulağa faydalı bir etkinlik gibi geliyor olabilir, ama gerçek epey farklı.

Çünkü bu adımları çok önceden atılan ve Türkiye’de suyun metalaştırılması sürecinin meşrulaştırıcı zirvesi. Suyun “insan hakkı” özelliğinden alınıp “temel ihtiyaç”a dönüştürülmesi, fiyatının da piyasa dinamikleriyle oluşturulması için yapılan küresel bir çalışma forumu. Evet, yani su artık satışa çıkıyor. Diyeceksiniz ki suya zaten para ödemiyor muyuz?

Biz de bu sorunun şaşırtıcı ve tedirgin edici cevaplarını, “Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu” katılımcıları, Su Politik’ten Gaye Yılmaz ve Prof. Dr. Beyza Üstün, Munzur Koruma Kurulu’ndan Hasan Şen, Tarım Orkam Sen, İstanbul Şube Başkanı Şenay Elhüseyni, Halk Cephesi’nden Yeter Gönül ve TMMOB İstanbul İKK Sekreteri Tores Dinçöz’den aldık.

Dönelim baştaki soruya, zaten biz suya para vermiyor muyuz? Suya para vermemizle suyun metalaşması arasındaki farkın vurgusunu Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu bileşenlerinden, Su Politik’ten Gaye Yılmaz yapıyor, “Toplumun ihtiyacı ne kadarsa, devlet tarafından o kadar su çekilip ihtiyaç sahiplerine veriliyor. Metalaşmanın ise kriterleri var. Bunlardan ilki toplumsal ihtiyaçları karşılamak için değil de miktarsal olarak daha fazla, yani üretim için üretim yapılması. İkinci koşul da üretilen ürünün değerinin piyasa koşullarında belirlenmesi.” Devlet su sağlama görevinde suyun bedelini maliyetinin bir bölümü olarak vatandaştan alıyor. Piyasa değeri söz konusu değil. Son on yıldır ise Dünya Su Forumu, Birleşmiş Milletler, OECD Ülkeleri söz birliği içinde suyun bu şekilde dağıtımı ile gerçek değerini bulamadığını öne sürüyor. Dedikleri doğru, çünkü bir metanın değeri ancak piyasaya katılıp diğer metalarla ilişkiye geçtikten sonra bulunabiliyor! Yılmaz’a göre su artık piyasaya terk edilecek ve ihtiyaçtan bağımsız arzla gündeme gelecek. Peki, bu neden bu kadar tehlikeli? Çünkü kendi kendini yenileyen bir kaynak olan su bu sefer tüketime yönelik bir anlayışla yönetiliyor olacak. Yılmaz, “Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’de 120 hidroelektrik santralı ve bir o kadar da baraj projesi hayata geçti. Şimdi proje sayısı iki bin, hafriyatın eli kulağında. Bu hızlı ilerleme, gelişimden ve refahtan mı? Tuhaf değil mi? Söylenen o ki yeraltı ve yerüstü rezervlerin oluşturulması da gündemde. Elbette bunun yansımaları çok farklı olacak” diyor, “Kentsel suların kullanımı, sanayi suları ve tarım sübvansiyonları da bundan payına düşeni alacaklar. Çünkü sistem öyle istiyor.”

Yılmaz, tarımda kontörlü su sayaçlarının kullanımına geçişin de çiftçinin toprağından koparılması anlamına geldiğini söylüyor. Çiftçiler bunun farkında olmasa da aslında bu bir caydırma yöntemi. Amaç, insanları tarım tekellerine mahkûm etmek. Böyle olunca elbette kentlere göç artacak, işsiz işçiler çoğalacak. Tarım endüstriyel hale gelecek. Yani orada da ihtiyaç için değil, kâr için üretim başlayacak. Su Forumu’nun tarım politikalarında gıda arzı konusunda da değişik alt metinleri var. Mesela bir ürün çok fazla su tüketimi gerektiriyorsa, su tüketimi en az olan tarımsal üretime geçiş söz konusu. Bu geçiş genetik değişikliğe uğramış ürünlerin kullanımı anlamına geliyor. Bu ürünleri kim yapabilir sorusunun altından yine aynı isimler çıkıyor; teknoloji devi tekeller. Suyun piyasayı referans almasının getirilerinden biri de kışın fiyatların düşük olmasının yanıltıcılığı. Çünkü yazın artan talep ve kuraklıkla fiyatlar iki tür baskı altında yükselecek.

Dünya Su Forumu ilk gerçekleştirildiği 1997 yılından bu yana ciddi yol aldı. Yılmaz’a göre en sert adımlar 2003’te Kyoto’da ve 2006’da Meksika’da atıldı. Kyoto’da, BM Genel Açıklaması’nın tersine bir eğilimle, suyun bir “insan hakkı” olduğuna değinilmedi ve su “temel insan ihtiyacı” olarak tanımlandı. Bu sözcük değişimi başta bir şey ifade etmiyor gibi görünse de devletlerin sorumluluklarının sınırlarını çiziyor. İhtiyaç olarak tanımlandığında, devlet su konusundaki tüm yükümlülüklerini pazar mekanizmalarına teslim edebilir. Hak olarak tanımlandığında ise devlet, bu hakkın yerine getirilmesi için gerekli sorumlulukları almak zorunda. Yılmaz bunun bir aldatmaca olduğunu söylüyor, “Şu an bile ihtiyaçtan bağımsız üretim yapıyorlar, ama şu anki sloganları ‘suya ihtiyacı olan yoksul kesimlere su götürmek’, çünkü topluma kendilerini ancak böyle kabul ettirebilirler. Su mücadelesinin en zor tarafı bu. Bir taraf çevre, bir taraf tarım, bir taraf da suya erişimi olmayan çaresiz insanlar. Bu üçüncü kesim ‘su gelsin yeter’ diyor, suya kontör takıp da ona cep telefonu kadar bedel ödeyeceğini hayal edemiyor. İşte bu yüzden insanları mücadeleye katmak çok zor. Belediyelerin parası yok, devletin de bütçesi. Çokuluslu şirketler ise ‘bunu yaparım param var’ diyor. Elbette suyu metalaştırmak şartıyla”. Dünya su tekelleri kamu hizmetlerinin tüm alanlarında faaliyet gösteriyor ya da bunu hedefliyor. Dünya su piyasasına hâkim olan su şirketlerinin başında ise Fransız menşeili şirketler “Ondeo”, “Veolia” ve “Saur” var. Onları Alman “RWE” ve İngiliz “Anglian” izliyor. Şu ilginçliğe bakın ki, Dünya Su Forumu’nun sponsorları da bu şirketler!

Dünya Su Forumu’nun beşincisi için seçilen ülkenin Türkiye olması tesadüf değil. Daha önceki ülkeler Fas, Hollanda, Japonya ve Meksika. Forumlarda üretilen raporların içerikleri ülkenin özgül özellikleriyle belirleniyor. Gaye Yılmaz ülkelerin nasıl seçildiklerini örneklerle açıklıyor:

“Kyoto forumunda tarımsal sulamaya dair çalışma yok, çünkü Japonya endüstri ülkesi. Meksika’da ise dert tarımsal sulama. Türkiye’de hepsi bir arada. Forumların seçildiği ülkelerdeki en belirgin özelliklerden biri de ‘toplumsal muhalefetin örgütlenmesinin az olması ya da olmaması’. İşte anahtar seçim referansı bu. Forumun yapıldığı ülkelerde değişim belirgin, mesela Fas’ta ve Meksika’da suya dayalı menkul kıymetler ve türev piyasası araçları oluşturuldu. Belediyeler bu araçları alıp satıyor. Türkiye’de de bunların ortamı hazır ve uygulanmayı bekliyor.”

Suyun metalaşması karşısında oluşan toplumsal muhalefet denince akıllara ilk gelen Bolivya/Cochomamba mücadelesi. Bu mücadeleyle birlikte, dünyanın diğer ülkelerinde olup bitenler daha kolay izlenmeye başlandı. Bolivya mücadelesi toplumsal tepkinin oluşmasında öncü bir rol üstlendi. Herkesin umudu bunun artarak sürmesi.

Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu’ndan Prof. Dr. Beyza Üstün, “Su hizmeti gibi temel kamu hizmetlerine dönük yatırımların mali geri dönüşü kamu yönetimi için bir amaç unsuru olamaz. Toplumsal barış ve bütünlük için de bu böyle. Ancak, küresel finans kaynakları ve çokuluslu şirketler açısından risklerden korunma ve kâr getirilerini sağlama alma çok daha önemli. Onlar su sektörüne yönelik gerçekleştirecekleri yatırımlarda kendilerini bütün olası risklerden, belirsizliklerden koruyarak yatırımlarını güvenli ve kârlı bir hale getirmenin peşindeler” diyor. Dünya Su Konseyi’nin Lahey’de deklare ettiği stratejilerde ise suya erişim için ilk olarak temiz su kaynaklarının belirlenmesi gerektiği ve su havzalarındaki yönetim stratejilerinin önemi vurgulanıyor. Havza yönetiminin Türkiye’de de çok çabuk hayata geçeceği kesin gibi. Üstün, bu konudaki yasal hazırlıkların neredeyse bittiğini söylüyor, “Melen’den, Kızılırmaktan’tan su getirmek de aslında insani bir ihtiyaca hizmet etmek gibi görünen, ama farklı anlamlar taşıyan uygulamalar. Tek dertleri suyu borulamak” diyor “Yani birileri su akarken testiyi doldurmanın peşinde. Su Forumu buna ‘suyu paylaşmak’ diyor, elbette bu ticari bir paylaşım. Suyun özgürlüğünü kısıtlıyorlar. Türkiye ise kuraklık tehditlerine rağmen zengin ve yenilenebilir su kaynaklarına sahip. Suya hükmetmek isteyenler açasında da bu yüzden çok cazip.”

Suyu ticarileştirmenin peşinde yetkiler de artık yerel yönetimlere geçiyor. Hatta yerel yöneticilerin yetki kanunundaki değişiklik de buna zemin hazırlıyor. Değişiklik, yetki kanunundaki “yapar ve yaptırır” ibaresinden ibaret. Anlamını Üstün açıklıyor:

“’Yaptırır’, şirketleşmenin, özelleştirmenin, piyasaya vermenin yolunu yasal olarak açıyor. Bunun uygulamalarına başladılar, Karadeniz’deki derelere hidroelektrik santralları kuruluyor. Bu şirketlere derelerin kullanım hakkı da veriliyor. Bu hak oradaki başka faaliyetler için de izin demek. Bunlardan biri de maden arama.”

Bu konuda Munzur Koruma Kurulu’ndan Hasan Şen’in de söyleyecekleri var. Şen, Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu’yla çalışıyor. “Bize, Dünya Su Forumu’na neden karşı çıktığımız soruluyor. Hem Türkiye’de hem dünyada bu foruma katılacak ortaklardan çoğu inşaat şirketleri. Sanırım bu yeterli bir cevap” diyor. Türkiye’de suyun metalaştırılması için projelendirilmiş binlerce proje olduğunu tekrarlıyor. Bu projelerin enerji açığının giderilmesi amacının dışında nehir yataklarına yakın olan maden yataklarının kullanılmasını amaçladığını söylüyor. Özellikle de siyanürlü altın çıkarmada yüksek oranda su gerektiğini hatırlatıyor. Şen, “Bunun için yasalar çıkardılar, güvenlikli alan oluşturma ve kamulaştırma, Su Forumu yaklaştıkça hızlandı. Kamusallaştırma ve güvenlikli alan kavramlarıyla insanların muhalefet haklarını da ellerinden alıyorlar” diyor.

Şenay Elhüseyni KESK’e bağlı Tarım Orkam Sen İstanbul Şube Başkanı. Ona göre tarımda yapılan değişiklikler bugün başlamadı. Bunlar 80’den sonra planlı yapılan değişiklikler. Elhüseyni, “Çiftçinin toprağından koparılması politikalarının temelinde tarımda çok fazla istihdam olduğu inancı, bunun da altında yüzde onun altına düşürülmesi gerektiği görüşü yatıyor” diyor, “İlk olarak doğrudan gelir desteği altında çiftçiler üretimden alıkoyuldu. Devamında üretim yapmadan, girdi destekleri, gübre fiyatları, mazot fiyatları arttı. Çiftçi üretse dahi destekleme ve alım fiyatları düştüğü için masrafını çıkaramaz hale geldi. Üretemeyince hayatını büyük şehirlere sürdü, göç başladı.”

Halk Cephesi’nden Yeter Gönül’e göre ise suyu metalaştırma politikalarının Türkiye’deki hızlı ilerleyişi, ekonomik ve politik olarak bağımsız olmadığımızın net bir kanıtı. “Sağlık ve eğitimde de daha önce bunu gördük. Sistem şimdi de insanlara temiz su vermek adına halka ulaşmaya ve planlarını meşrulaştırmaya çalışıyor” diyor. Yeter Gönül ve Halk Cephesi de insanlara gerçekleri anlatmanın peşinde. Bilinçlendirme çalışmalarını sürdürüyorlar.

Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu farklı kulvarlardaki katılımcılardan destek alıyor. Mizah dergisi Homur da onlara çizgileri ve karikatürleriyle yoldaşlık ediyor. Derginin editörü Canol Kocagöz “Mücadeleye mizahla katılıyoruz, kalemimizle destek veriyoruz. Diğer sanat dallarının da bize, bizlere destek olmalarını istiyoruz” diyor.

TMMOB İstanbul İKK (Türkiye Mimarlar Mühendisler Odası Birliği/İstanbul İl Koordinasyon Kurulu) Sekreteri Tores Dinçöz de Suyun Ticarileşmesine Hayır Platformu’nu anlatıyor. Türkiye’de Temmuz 2008’de farklı örgütlerin, siyasi partilerin ve derneklerin ortaklaşa oluşturduğu Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu’nun suyla bağlantılı bütün sorunların bir arada ele alınması ve daha önce belli boyutlarda ihtisaslaşmış bileşenlerin zaman içerisinde kendi taleplerini diğer karşıtlık ve taleplerle ilişkilendirmeye başlamasıyla büyüdüklerini anlatıyor. Platformun öncelikli hedefi, 16-22 Mart 2009 tarihlerinde İstanbul’da yapılacak Dünya Su Forumu’na karşı etkinlik ve eylemler düzenleyerek, Türkiye’de suyun metalaşmasına karşı ciddi bir toplumsal muhalefetin oluşumunun ilk adımlarını atmak. Dinçöz’e göre muhalefetin yayılması gerekli, çünkü insanlar bilgisiz, kimse olanların ve olacakların farkında değil. Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu ise ilk adımı 24 Ocak Kararları’nın yıldönümünde başlayarak üç gün süreyle karşılaştıkları herkesle 15 dakika boyunca suyu konuşarak atacak. Metalaşmanın bilinen yöntemi özelleştirmeye tepkilerini bu şekilde göstermeye başlayacaklar. O yüzden bizim de artık sudan konuşmamızın zamanı geldi, hatta geçiyor. l

Kaynak: Ali Deniz Uslu – Cumhuriyet Pazar Dergi