
Fotoğraf1:Grev Komitesi bir eksigi ile:Yucel, Duygu, Irfan,Nuri,Yilmaz, Hasan. Savas yok.
Yukarıdaki başlığın ne kadar bilimsel bir tespit olduğunu bilmiyorum. Ancak bu niteleme bana değil bu işleri bilebilecek bir arkadaşıma ait. 32 yıl sonra konuyu kendi bakış açımdan kimseye haksızlık yapmamaya çalışarak anlatabilmek o kadar da kolay görünmüyor. Ayrıntılar netliğini kaybetse de o günlerin heyecanı benliğimde hala canlı. 2. MC dönemi, ancak 12 Mart’ın getirdiği baskılar en azından “dışarıda kalanlar” açısından henüz bozguna ve yılgınlığa dönüşmemiş. Türkiye’nin geleceği ve toplumun yararı uğruna kırıp dökmeden veya daha doğrusu “yitip gitmeden” hala yapılabilecek bir şeyler olduğu, dünyanın veya en azından çevremizin değiştirilebileceği ve her sorumlu kişinin bir misyon yüklendiği inancı, önemli yaralar almış olsa da devam ediyor.
1961 Anayasası ile birlikte çalışanlara bu günün çok ilerisinde haklar tanıyan bir iş kanunu yürürlükte. Emek sömürüsü var ama bu günlerin işsizlik ortamında olduğu kadar başıboş ve denetimsiz, çalışanlar da deneylerde kum torbası olarak kullanılmaya razı olacak kadar çaresiz değil. Ya da bizim çevremiz belki öyle. Askerden yeni döndüğüm günlerin Ankara’sı. Yıl 1976. Kızım Defne 7 yaşında. Eşim Fatma Pakistan Büyükelçiliğindeki çevirmenlik görevinden yeni ayrılmış. Yassıada’da yargılanıp hüküm giyen eski DP’li ve o günlerin Numune Hastanesi Başhekimi Münif İslamoğlu’nun Gaziosmanpaşa’daki evinin çatı katında kiracıyız. İş bulmam lazım.
Askerden önceki Bayındırlık Bakanlığı memuriyetimden de biliyorum ki fazla seçici davranamayacağım. Geçim derdi öncelikli. Mimari tasarım konusundaki iddialarımı bir kere daha ertelemem gerekiyor. Proje alma, yönetme ve bu işten geçim sağlayabilmenin kuralları bana ters geliyor. Zaten Türkiye toplumu Mimarlardan ne beklemesi gerektiğini henüz öğrenememiş. Mimar, İnşaat mühendisinin bulunmadığı “hini hacette” yerine ikame edilebilecek kişi sanki. Mimarlar için en büyük, hatta neredeyse tek işveren Devlet ya da diğer resmi kuruluşlar.
Bu iklimde, bir şekilde, ortalıkta dolaşan işlerden almayı başarabilen az sayıdaki becerikli mimar tarafından kurulup devam ettirilebilen mimari proje bürolarındaki patron – işçi, daha doğrusu, mimarlık diplomasına sahip ucuz teknik ressam ilişkileri içinde mesleki bir gelecek aramaya olanak yok. Diğer taraftan, ODTÜ’nün yeni bir üniversite olmasından kaynaklanan zorluklar yaşanıyor. Köşe başlarını tutan İTÜ ve “Akademi” mezunları resmi daireler dahil her yerde “ocakçılık” yapıyor. Bütün bunlar bir taraftan da ODTÜ’deki “üstat kültü” karşıtı eğitimimizle çatışıyor.
Bunları biraz Behruz Çinici, biraz da öğrencilik yıllarımda İstanbul’da çalıştığım SEY Mimarlık bürolarındaki “pafta başına 60 liralık” kısa deneyimlerimden de biliyorum. Ankara, iki yılını barakalarda geçirdiğim ODTÜ okul yılları ve sonrasından edindiğim dostlarla dolu bir çevre benim için. Kızılay’dan başlayarak Bakanlıklar boyunca devam eden kaldırımlarda yürürken neredeyse bütün tanıdıklara rastlamak mümkün. Böyle günlerden birinde karşılaştığım ODTÜ’lü mimar arkadaşım Engin beni Sistem Araştırma ve Geliştirme kuruluşu SİSAG’la tanıştırdı.Bir Hacettepe Vakfı kuruluşu. Aynı vakfa bağlı Tepe, Petek, Dilek ve Meteksan gibi kuruluşlar da var. Belli ki SİSAG o günlerde Vakfın amiral gemisi olarak düşünülmüş. Vakıf, Üniversite Seçme ve Yerleştirme işlevlerinin yürütümü, üniversite yerleşkeleri ve binalarının yönetsel yapılanmaları da dahil planlanması, projelendirilmesi ve inşasını da kapsayan çok geniş bir yelpazede birbirini tamamlayan bir faaliyetler bütününü yürütüyor. ÖSYM, soru ve cevap formları, sınav kılavuzları, Sisag’da işleniyor ve Meteksan’da basılıyor. O günün yeni üniversiteleri Sisag tarafından projelendirilip Tepe veya Dilek tarafından uygulanıyor. Projelendirme işleri bugün bile örneğine zor rastlanan bir korporasyon görünümünde. Sistem sonuçta tek kişi tarafından yönetiliyor olsa da patron mimar değil. Bu benim için yeni bir başlangıç olabilir. Beytepe, Çukurova, Sivas üniversiteleri ve Çukurova Üniversite hastane projelerine çalışıyoruz. Kadrosunda Hacettepe ve Beytepe’yi projelendiren ve bir kısmı ODTÜ’den arkadaşım olan mimarlar var. Mimari bölümü daha önceden Doğramacı’nın yakın çalışma arkadaşları Sabih Kayan ve Gündoğdu Akkor yönetiyor. Sabih bey, elindeki kalın kalemiyle Akademi’de tashih yapan bir bir kürsü hocası gibi. Gündoğdu Akkor ise disiplinli, ya da daha doğrusu, biraz soğuk ve mesafeli. Aslında değişen fazla bir şey yok Mimari bölüm fabrika gibi işliyor. Bu, o günlerin “rapido”, aydinger, ve “schöler”li mimarlığı için yeni bir olgu ama sanki günümüzün autocad’li seri üretim hatlarının bir habercisi gibi. Konuları fazla derinlemesine işlemeye vakit yok. Genel üniversite tasarımı topografik vaziyet planına serpiştirilen standart birim yapılardan oluşuyor. Aralarında “panzer” dolaşabilecek boşluklar gerekiyor. Mikro ve makro büyüme mekanizmalarının planlanması; kuramsal ve uygulamalı eğitim alanları ile akademik ve sosyal alanlar arasındaki ilişkilerin kurulması gibi kaygılarla bir anlam ve işleyiş bütünlüğü yakalamaya çalışıyoruz. Projelendirilen standart birim yapılar birer kolon-kiriş matriksi. Üniversiteyi oluşturan bütün işlevleri bu yapıların içine tıkıştırmaya uğraşıyoruz. O günlerdeki bu tasarım anlayışını anlatan kendi yakıştırdığımız ”Taksidermi Mimarisi” bana göre bugün de benzer yaklaşımları nitelemek için literatürde yer bulabilecek en uygun deyim. SİSAG’ın ikinci ve belki de daha büyük bir bölümü ‘Üniversitelerarası Seçme ve Yerleştirme Merkezi’ işlemlerini ve diğer kurumlardan alınan bazı araştırma konularını yürüten bilişim grubuydu. Seçme ve yerleştirme görevi YÖK’ten önceki Üniversiteler Üst Kurulundan alınıyor ve gerekli gizlilik gözetilerek sonuçlandırılıyordu. SİSAG’ın özel klimalı ve “yüksek döşemeli” birkaç salonunu dolduran bilgisayar sistemleri o günlerin muhtemelen en gelişmiş ve en büyük düzeneği idi. Bu bölümü aynı zamanda SİSAG’ın da genel müdürü olan Önol Örs yönetiyordu. Çalışanların ortak sorunu olan keyfi yönetim, ücret azlığı ve dengesizliği onları daha önceden harekete geçirmiş olmalı ki, sendikalaşma fikri bu grupta birkaç kişi arasında ortaya atılmış ve doğal olarak hemen arkasından da paylaşılma ihtiyacı ortaya çıkmış.
Gizlilik çok önemli, çünkü fark edildiği ilk anda çalışanları vazgeçirmek veya korkutmak için yapılabilecek şeyler çok daha kolay. Konuya ilişkin ilk çağrı daha öncelerden ailece tanıştığımız sistem çözümleyici – programcı Arkadaşım Yıldız’dan geldi. Bundan sonra benim yaptığım ilk iş ise bunu Üniversiteden en yakın sınıf arkadaşım Nuri’yle paylaşmak oldu. Daha sonraki günlerde her iki grupta da, bir önceden haberi olanların bir sonrakine kefil olmasıyla yaygınlaştı. Birinci aşamada yine sınıf arkadaşlarımızdan Cemal ve Durkan, hemen arkasından bizden daha sonraki mezunlardan Hasan, Sinan, Fatih ve daha sonra da mimari gruptaki diğer çalışanların katılımıyla çoğunluk sağlanmış oldu. Artık kararları birlikte alıyorduk. Ortak kararımızla konuyu yaşça bizlerden biraz daha büyük olan büro şefimiz Erol Beye açmaya, ancak yönetime karşı kendini kayıtsız ve şartsız bağımlı hisseden Engin ve diğer birkaç arkadaştan saklamaya karar verdik. Çekinceler iki yönlüydü. Birincisi, onları çelişki içinde bırakmak istemeyişimizdi. İkincisi ise, nasıl davranacaklarını kestiremiyorduk. Sonuçta kapı, öğrendikten sonra da kendilerine açık olacaktı.
Fotoğraf 2:Grev feneri asılıyor.
DİSK’e bağlı Sosyal İş sendikası içinde örgütlenme tam bir gizlilik içinde yürütüldü. Duyulduğunda herkes için tam bir sürpriz olmuştu. Örgütlenme sürecinin dışında kalanların bir kısmı daha sonraları olayın uzağında tarafsız davranmayı seçerken, Engin sonuna kadar yönetimin yanında ve sendikal hareketin karşısında kalmayı tercih etti. Örgütlenme süreci ve hemen sonrasında heyecan üst düzeydeydi. Küçük grup toplantılarını bizim Gaziosmanpaşa’daki çatı katımızda, daha geniş toplantıları ise Cinnah Caddesine paralel Göreme Sokak üzerindeki Gül Bahçesinde yapıyorduk. Şirketin ve çalışanların niteliğinin o güne kadarki alışılagelmiş sendikal faaliyetlerde rastlananlardan çok farklı olduğunun bilincindeydik.
Bu konuda Sendikanın da fazla deneyimli olmadığı belliydi. Siyasal konularda birikimleri ve “eylem geçmişi” olan yeteri sayıda üyemiz olduğu için, politik önderliğe de ihtiyacımız yoktu. Kendi içimizde örgütlenmenin birinci adımı, sonradan “grev komitesine” de dönüşebilecek olan bir yönetim birimi oluşturmaktı. O sıralarda bana yapılan başkanlık teklifini kabul etmemin iki temel nedeni vardı. Bunlardan birincisi sendikal örgütlenme, grev ve toplu sözleşmelerin aslında sadece kapitalist sömürüyü dengelemek ve emekçiler lehine yeni bir mevzi kazanmak gibi daha gerçekçi ve kotarılabilir bir amacı olması gerektiğini kavramış olmam, ikincisi ise ailemin geleceğini sonuçsuz veya başarısız bir maceraya feda etmek istemeyişimdi. Her ne yapılacaksa bundan sonraki en önemli hedefimiz ona odaklaşmak ve her adımı çok dikkatli düşünerek atmaktı. Bu işte en çok kendime güveniyordum. Sendikal mücadele ile kazanılacak iyi bir toplu sözleşme yerine ütopik hedefler koymaya kalkışmanın bizi çıkmaza götüreceği kesindi.
Benden başka Nuri, Hasan, İrfan, Yılmaz, Duygu ve Savaş’tan oluşan komite üyeleri katılımcı grupları temsil edebilecek iyi bir karışım oluşturuyordu. İlk kararımız, sonunda greve gideceğini gördüğümüz süreçte mümkün olduğu kadar sendikanın önünde giderek kendi yolumuzu belirleyebilmek ve kendi kaderimizi yönetebilmekti. Bu kararın ne kadar isabetli olduğunu daha sonraki günler bize gösterecekti. İlk önemli işimiz mimarlar, teknik ressamlar, araştırmacılar, programcılar, sistem çözümleyiciler, delgi operatörleri ve kodcular gibi çok çeşitli çalışma gruplarının isteklerini ortak bir talepler bütününde toplayabilmekti.
Ücret dengesizlikleri 1. sırada olmakla birlikte, herkesin ücret dengesinden anladığı farklıydı. “Eşitlik” ilkesi bazı arkadaşlarımız tarafından “eşit işe eşit ücret” anlayışından soyutlanmış olarak algılanıyordu. Örneğin nispeten kısa bir kurs süresi ve biraz da dikkatle herhangi birinin yapabileceği ve aslında bir meslek olmaktan çok geçici bir iş sayılabilecek “kodculuk” kadrosundaki arkadaşlarımıza neden mimarlar, profesyonel araştırmacılar ve sistem çözümleyici programcılarla eşit ücret alamayacaklarını anlatmakta zorluk çekiyorduk. İşin ilginç yönü Sendikanın bu konudaki “tarafsız gözlemci” tavrıydı. Kodculuk veya delgi operatörlüğü yapanların önemli bir bölümü çeşitli okullarda eğitim gören ve okul bitiminde bu işe de devam etmeyi düşünmeyen öğrencilerdi. Bu konunun çözümlenmesi bizi çok yordu ise de sonuçta grup temsilcilerinden oluşan komite içindeki çalışmalarla, herkesin onayını alan ve bugün bile en organize işyerlerinde rahatlıkla kullanılabilecek bir intibak ve kıdem sistemini işverene teklif edilebilecek hale getirdik. Bu konuda Hasan’la gece yarılarına kadar devam eden zorlu çalışmalarımızı hatırlıyorum. İşverenden diğer isteklerimiz, yapılan işlerde mesleki açıdan söz sahibi olabilmek, bütün önlemlere rağmen sendikalaşmanın başlangıç süresinde işten atılmalarını engelleyemediğimiz az sayıdaki arkadaşımızın yeniden işe alınmasını sağlamak ve iş güvencesi maddelerinde yoğunlaşıyordu. İş güvencesi talebimiz “ceza olarak tazminatsız işten atılmalar dışında hiç kimse hiçbir şekilde işten çıkarılamaz” biçiminde formüle edilmişti.
Fotoğraf 3-Grev yerinde insan manzaraları.
Bir şekilde yine hedefi şaşıran arkadaşların ısrarıyla oraya yerleşen bu metnin, Şirketin tek alternatif olarak derhal kapatılması sonucunu doğurmaktan başka bir hiçbir işe yaramayacak kadar mantıksız olduğu halde komitede bu maddenin korunması doğrultusundaki direniş şaşırtıcıydı. Direnen komite üyeleri, ekonominin sürdürülebilirlik prensibiyle hiçbir şekilde bağdaştırılması mümkün olmayan bu maddeyi “İşverenin meselelerini çözmek işçilerin görevi değildir” şeklinde savunuyorlardı. Sadece taktik amaçlı olarak değerlendirilse bile, tedavüldeki siyasi gruplardan biri tarafından benimsendiği anlaşılan bu söylemin “tek yol devrim” ile başarılı bir toplu sözleşme hedefini değiştirmeye hazır gençler arasında prim yapacağı muhakkaktı. Benim ve bazı arkadaşların muhalefetine rağmen bu madde toplu sözleşme imzalanmasının hemen öncesine kadar önemli bir uzlaşmazlık kalemi olarak varlığını korumayı başardı ancak, daha sonra bağıtlanan toplu sözleşmede bu madde yerini çok daha gerçekçi olan ve çok iyi tasarımlanmış işçi çıkarma kuralları ve tazminatları maddesine bıraktı.
Sonuçta, görüşmeler, işten atılmalar, Proje Yürütücülüklerinin el değiştirmesi, uzlaşmazlık tutanakları, grev kararı, 1. grev dönemi, işverenin projeleri başka mimari bürolara aktarması, grev kırıcı durumuna düşen bürolara Mimarlar Odası Onur Kurulunun verdiği cezalar, grevin mahkeme kararıyla geçici olarak durdurulması, Danıştay kararı ile 2. grev döneminin başlaması, çeşitli yerlerdeki grev çadırlarının kurşunlandığı siyasal bir atmosferde ve Ankara kışının en soğuk günlerinde yoğun geçen bir 4 ay.
Grevde bizi bekleyen ilk sorun, çeşitli siyasal akımların grevciler aracılığıyla sergilediği etki yarışıydı. Grev komitesinde de TİP, Dev Genç, Aydınlık veya Halkın Kurtuluşu gibi fraksiyonların temsilcileri vardı. Grevi siyasal hedefleri için verimli bir alan olarak seçen örgütlerden çeşitli telkinler geliyor olsa da birliği sağlamak ve hedefi kaybetmemek adına grevi bunların güdümü dışında tutmak gerekiyordu. Başta Sosyal İş olmak üzere her siyasi grubun bir veya birkaç slogan önerisi vardı. Bunlardan büyük bir kısmı da o günlerde temcit pilavı haline gelmiş, içeriği boşalmış tekerlemeler haline gelmişti. Eline her kalem alanın bir şeyler yazmasına elbette izin verilemezdi.
Sonuçta, Sendika ile de anlaşarak bunları bir ölçüde disiplin altına almayı ve sadece çalışanların ortak mücadelesine hizmet edenler dışındakileri grev yerinden kaldırmayı başarabildik. Bir diğer zorluk da grev ödenekleri konusunda ortaya çıktı. Grevcilerin sosyal ve ekonomik açıdan profili geniş bir çeşitlilik gösteriyordu. Sosyal İş, kerameti kendinden menkul bir devrimci sorumlulukla “grev ödeneklerinin eşit dağıtılması” gerektiğine karar vermişti. Bu, örneğin benim, grev ödeneğimi ailemin 3 ferdi, ev kirası ve başta Ankara kışının ısınma parası olmak üzere sabit ev giderleri arasında paylaştırmam anlamına geliyordu. Bu durumda olan tek kişi ben de değildim. Sendika ödenekler toplamında oldukça fedakâr davrandığı için evli olmayan ve ailesinin yanında oturan gençler için bu bir bayramdı. Grev ödenekleri bazıları için Sisag maaşlarının neredeyse iki katına yakındı. Ancak her şeye rağmen, grevin bütün zorluklarını sonuna kadar yaşayanlar için, bolluğa kavuşan diğer arkadaşların grev ödenekleriyle satın aldıkları fotoğraf makinesi, dürbün ve benzeri oyuncaklar bir kırgınlık ve düş kırıklığı yaratmamalıydı. Birlik ve beraberlik her şeyden önemliydi. Sosyal İş ise o günlerdeki yayınlarında konuyu “Sisag grevcilerini mağdur etmemek için maddi olanaklarımızı en üst düzeyde seferber ettik. Her şeye rağmen grev ödeneklerinin eşit dağıtımını sağladık” şeklinde duyuruyordu. Popülizmin bu kadarı şaşırtıcıydı.
Bu geçim derdi günlerinde eşim Fatma bu kere Ürdün Büyükelçiliğinde yeni bir işe girdiği halde zorluklar devam ediyordu. Ev sahibimiz merhum Münif İslamoğlu benim için neredeyse ev kirasına yakın önemli bir gider kaynağı olan mazotlu ısınma parasını almayarak bize sağladığı desteği bugün bile minnetle anıyorum. Sohbet ederken görünmemek için yürüyüş yolunu değiştirerek karşı kaldırıma geçen “dostları” düşündükçe bunun önemi daha da artıyordu. “Türkiye’nin ilk ve belki de tek beyaz yakalılar grevi” tanımlaması o günlerde ODTÜ’de öğretim üyesi ve Münif Bey’in kızı olan Huricihan’a aittir. Münif Bey’in bu anlayışlı yaklaşımını belki biraz da Huricihan’a borçluyduk.
Grev yönetimine yeniden dönecek olursak, yanlış bir stratejinin bizi başarısızlığa götüreceği kesindi. Bizim durumumuz hiçbir şablona uymuyordu. Vakıfları yöneten Doğramacının grev konularında tecrübesiz olabileceğini düşünmüyorduk. Sisag’dan önceki Meteksan grevinde, kırsal kökenli grevcilerin direncini kırmak için tarlaları yaktırdığı söylenti olarak dolaşmaktaydı. Bunun doğruluk derecesi önemli değildi. Ama o günlerde buna inanmaya hazırdık. Madenler, fabrikalar, marketler ve benzeri işyeri grevlerindeki mücadele koşulları üç aşağı beş yukarı belliydi. Ürün akışını ve üretim araçlarını durdurmak ve grevdeki iş yerlerine “grev kırıcı işçileri sokmamak” en kestirme yoldu. Fakat biz ne yapabilirdik? Yürümekte olan mimari projeleri ve çantalara bile sığdırılabilen bilgisayar disklerinin başka yerlere taşınmasına grev başlamadan bile önce başlanmış ve bu girişimler iki grev dönemi arasındaki erteleme döneminde de devam etmişti. Sisam’ın işlevlerini üstlenecek paravan “Teksis” şirketi de faaliyete başlamıştı. Stratejik bilgileri ve evrakı çantalarında ve ceplerinde kaçıranlar arasında Sisag yöneticileri ile birlikte Engin de yer alıyor, ancak hiçbirine karşı çok sert davranmayı kendimize yakıştıramıyorduk. Bizim işimiz kişilerle değildi. Grev küçük itiş kakışlar ve polisin grev çadırını yıkma girişimleriyle ancak yaralanmalara varan çatışmalara dönüşmeden uygarca devam ediyordu. Doğrusu Vakıf yönetimi de ortamı hiçbir zaman fazla gerginleştirmeyi seçmedi. Doğramacı da kuşkusuz bu grevciler arasından ileride Tepe İnşaat şirketine bir genel müdür ve bir de genel müdür yardımcısı atayacağını o günlerde düşünmemiş olduğu halde, karşısındaki grubun düzeyi ve niteliklerinin farkındaydı. Ancak, başka bir stratejiye de ihtiyaç vardı. Doğramacı’nın o günlerin eleştirel basınının odağında olmak istemediği açıktı. Bu nedenle medya ilişkilerimize ağırlık verdik. Bu konularda da çok yetenekli olan Hasan’la birlikte hazırladığımız birçok yazı bizlerle yapılmış soru – cevaplı söyleşiler formatında popüler gazetelerin okunan sayfalarında ciddi yer bulmaya başlamıştı. Sonuçta Nuri’nin deyimi ile “Doğramacı’yı kamuoyu ile kuşatma stratejimiz” sonuç vermeye başlamıştı. Doğramacı ve Vakıf yönetiminin kurmayları ile bir kere; arkasından da yakın çalışma arkadaşı Nevzat bey’le çeşitli kereler yaptığımız görüşmelerde “bu son fırsattır bundan sonra her şey biter” tehditlerine rağmen, bir uzlaşma zeminine yaklaşmakta olduğumuzu hissediyorduk.
Fotoğraf 4-Sahra mutfağı faaliyette.
Sisag Cinnah Caddesinin Kuğulupark’a yakın alt girişinde çok göz önünde bir konumdaydı. Geceleri ışıklandırdığımız üçgen prizma şeklindeki grev feneri ve grevcilerin alışılmamış görüntüsü Bakanlıklar – Çankaya güzergâhı üzerinden gelip geçenlerin ilgi odağı idi. Grev gözcüleri gece ve gündüz 24 saat görevleri başındaydı. Aydınlatma için gerekli elektrik ve grev gözcülerinin sabah çorbaları Sisag’la aynı yapının bodrum katını paylaşan gece kulübünden bedelsiz olarak geliyordu. Bu tür kulüplerin önünden geceleri hiç eksik olmayan hır gür, grev süresince burada hiç yaşanmadı. Grevcilere herkes belli bir saygı ve çekingenlikle yaklaşıyordu. Kaldı ki en küçük bir bardak bira dahil bütün alkollü içkileri grev süresince grev yerinde yasaklamıştık.
Erkek arkadaşlar grev gözcülüğü gece nöbetlerini, bazıları çocuklu olan bayan arkadaşlarımızdan hiçbirine rastlatmayacak şekilde kendi aralarında paylaşıyorlardı. Yolun karşısındaki Türk Amerikan Derneği’nin kafeteryasında gündüzleri ucuz çay, bedelsiz kullanılabilecek bir tuvalet ve küçük kağıt kalemli çalışmalar için masalar vardı. Ahşap karkas üzeri naylon gergili grev çadırı, dışarıda bacası tüten bir odun sobası ile geceleri ısıtılıyordu. Grevin ikinci başlangıcından hemen sonra binanın yan tarafındaki girişin arkasında faaliyet gösteren “sahra mutfağımız”, soğukların bastırmasıyla grev çadırının içine taşınmıştı. Donanımı portatif bir tüp gaz ocağı; iki büyük tencere ve kepçe; sıcak yemek ve hoşaf servisine yetecek kadar tabak ve kaşıktan oluşuyordu. Moralimiz yerindeydi. Sadece üniversiteden değil, aynı zamanda 119. dönem Levazım okulundan da askerlik arkadaşım olan Nuri’yle duruma uygun düşecek şekilde yakıştırdığımız askeri terimler, İrfan’ın ve bir grevci arkadaşımızın sazı eşliğinde yüreklerimize seslenen ezgiler ve Hasan’ın repertuarındaki Ege türküleri kaldırımlar üzerine bir ay süre ile yapışıp kalmaya hazırlanan kara buzun üzerinde yüreklerimizi ısıtıyordu. Endişeli değildik. Hepimiz biraz daha büyümüş biraz daha olgunlaşmıştık. Bu dönemde grevcilerin hiç eksiksiz tamamını kuşatan güven, dayanışma, kardeşlik ve beraberlik iklimi, bize yenilmeyeceğimizi fısıldıyordu. Arkadaşlarımızdan birkaçının arabası vardı. Özellikle Rıdvan ve Rıfat nerede ihtiyaç varsa oraya koşturuyorlardı.
Grevdeki haklarımızın korunması Sisag çevresinin denetiminin de ötesine, bazen Hacettepe, bazen de Tunus Caddesindeki yeni Teksis önlerine kadar uzanmamızı gerektiriyordu. Hala içeride kalmış olan bazı Proje ve bilgisayar kayıtlarını, polisten yardım alarak Sisag’dan çıkarma girişimleri karşısında, Cinnah Caddesi trafiğini kesmek için bu araçlardan yararlandığımız da oluyordu. Günlük küçük harcamalar için Sendikanın sağladığı ödenekten benzin paralarını karşılayabiliyorduk. Büyük gürültülerle yaşanan bu gibi olaylar basında sık sık yer almamıza da neden oluyordu. Böyle hareketli günlerden birinde civardaki çalışma odasından gürültüyü duyan ve o günlerde muhalefette olan Bülent Ecevit’ten bir çağrı geldi. “Sizlere yardımcı olmak için yapabileceğim bir şey var mı?” diye sorduğunda kendisine teşekkür ederek ilgisinin devamının ve manevi desteğinin bizi mutlu edeceğini söyledim. Ecevit’in bu yakınlığı bizlere yeni bir kuvvet kazandırmıştı.
Ancak yine bu günlerden birinde, Cumhuriyet Gazetesinden Mustafa Ekmekçi’nin bir yazısı bizi hayli sinirlendirmişti. Yazının tüm içeriği şu anda aklımda kalmamış olmakla birlikte, “Kürklü Madonna” başlığı yeteri kadar rahatsız ediciydi. Anlaşılan Ekmekçi, yoldan geçerken grev gözcüsü önlüğü içinde gördüğü bakımlı ve zarif bayan arkadaşlarımızı alışılagelen mavi tulumlu sanayi işçisi imajıyla bağdaştıramamıştı. Bizleri “tatlı su” emekçileri yerine koyuyordu. Entelektüel birikimi yüksek ve Grev Komitesinden arkadaşım olan Duygu (belki Yılmaz da vardı) ben ve eşim Fatma ile yola çıktığımızda Ekmekçi’yi fena halde benzetmeye kararlıydık. Başka bir gazete veya yazar olsaydı muhtemelen bu kadar kızmayacaktık. İyi ki de yerinde değildi. Cumhuriyet’in Ankara yazı işlerinde epeyi söylendik. Sert konuşmuş olmalıyız ki bizi biraz da soğuk bir tavırla dinlediler. Daha sonraki günlerde, Gazetede çıkan benim Siyasi Şubede tartaklandığımla ilgili haber sanki Ekmekçi’nin yazısını dengeler gibiydi. Gerçi 1 günlük bir misafirlik doğru idi ama tartaklanma söz konusu değildi. Teklifler, karşı teklifler, uzlaşma görüşmeleri, grev kırıcı eylemlere karşı yürütülen yasal mücadeleler ve kış koşullarıyla boğuşarak geçirdiğimiz 4 ayın sonunda, taleplerimizin neredeyse tamamını ve önerdiğimiz yeni ücret, intibak ve tazminat sistemini kabul eden bir toplu sözleşme bağıtlandı.
Atılan işçilerden isteyenler, yeniden işe alındı. İşveren, grevde geçen sürelerle ilgili aylıkları sanki bütünüyle çalışılmış gibi ödedi. Sendika da grev ödeneklerini geri istemedi. İşçi çıkarma maddesi Şirket yönetiminin çalışanlarla birlikte ortak kararına ve sıkı şartlara bağlandı. Genel Müdür de zaten grev sonuçlanmadan bir süre öncesinden değiştirilmişti. SİSAG yeniden bütünüyle çalışır duruma geldi. Omuz omuza, aynı saflarda, inanç ve kararlılıkla birlikte davrandığımız arkadaşlarla sonuçtan memnunduk. Sendika da mutluydu. Önemli bir başarı sağlanmıştı.
Fotoğraf 5-Grev gözcüsü kardan adamın yanında Yücel ve Durkan.
Eskisinden çok daha üretken, emek ve paylaşım odaklı ve artık “biraz da bizim” olan şirketin devamı için elimizden gelen her şeyi yapmaya hazırdık. Bu kolektif deneyim bundan sonrasında da bize ve başkalarına yol gösterecekti. SİSAG böyle bir geçmişi olduğu için benzerlerinden ayrılarak fark yaratabilecek örnek bir kuruluş olacaktı. Oğlum Ömer de bu dönemde dünyaya geldi. Artık ailemiz 4 kişi olmuştu. Ancak geleceği herkesin bizler gibi algıladığı varsayımı geçerlimiydi? Grevden sonra da İşyeri Baş Temsilciliğini üstlendiğim yaklaşık 1 yıllık süre içinde yaşadığımız en kayda değer olay “Halkın Kurtuluşçuları” olarak tanımlanan nispeten küçük grubun çıkardığı karışıklıktı. Görünüşte grev komitesinde de kısa bir dönem yer alan Fahrettin’in önderliğinde ve hiç beklenmeyen bir zaman ve sertlikte gelişen bu olay, ciddi bir şaşkınlık ve üzüntü yarattı. İşyeri dinamiklerinden kaynaklanmadığı için amaçları ve istekleri belirgin olmayan ve siyasi bir merkezden yönetildiğinden kuşku duymadığım bu anlamsız gürültünün grevde yaşanmamış olması büyük bir şanstı. Belli ki sendikal eylem disiplini içinde kalınarak yürütülen bu mücadele onlara yeterli gelmemişti. Bu grubun bende yarattığı hayal kırıklığı o derece fazlaydı ki yıllar sonra Yalova İş Bankası şubesinde memur olarak çalıştığını öğrendiğim Fahrettin’in banka müşterisi olarak karşılaştığı eşim vasıtasıyla bana gönderdiği selamını almak bile içimden gelmedi. Bu olay, her zaman sevgi ve gururla hatırlayacağım bu güzel dönemin anıları arasına yakışmayan bir parantez olarak belleğimde kaldı. Doğramacı’nın da bizim bu değerlendirmelerimize katılmadığı, yaklaşık bu bir yılın sonunda ortaya çıktı. Vakıf yönetimi şirketin kapatılmasına karar verdi. Bu kararın 1 yılsonunda mı alındığı yoksa toplu sözleşmenin bağıtlanması sırasında zaten alınmış olup, 1 yıllık uygulamanın sadece bir tasfiye süreci olarak mı yaşandığını araştırmaya hiç fırsatım olmadı.
Sonuçta, üretim ilişkilerinin mevcut durumunda, bir vakıf kuruluşu da olsa, ticari şirketlerin çalışanların değil sermayenin malı olduğunu, sermaye sahibinin gücünü ve yetkilerini çalışanlarla paylaşmaya istekli olamayacağını, ya da Doğramacı’nın böyle bir durumu bir fırsat olarak değerlendiremeyecek kadar öfkeli olabileceğini görmezden gelmek herhalde fazla iyimserlik olurdu. Vakıf yönetimi çalışanların toplu sözleşmeden kaynaklanan bütün haklarını eksiksiz ödedi. Ama biz bu işi burada da noktalamaya niyetli değildik. Bir taraftan Sosyal İş’in grev sonrasındaki ilk kongresinde talip olduğumuz yönetimine çok yaklaşırken, diğer yandan da Yapı Projelendirme Grubu çalışanları ağırlıkta olmak üzere, tazminatlarımızdan ayırdığımız paralarla yeni bir şirket kurmaya giriştik. Şirketin adı Teknoloji, Proje, Geliştirme kelimelerinin baş harflerinden oluşan TPG olacaktı. Tunalıhilmi’de bir büro kiralandı. Sisag’ın tasfiyesi sırasında satışa çıkarılan masa, sandalye ve dolaplar satın alınarak yeni büroya yerleştirildi. Burada çalışacak arkadaşlar da bizlere hiç yabancı olmayan bu büro ortamındaki yerlerini aldılar.
O zamanlar yeni kurulan TOKİ’yi yöneten Müsteşar Yiğit Gülöksüz ve bazı diğer üst kademe bürokratlarla görüşüldü. “Kooperatif ilkeleriyle” çalışacak olan bu şirketimizin potansiyel iş olanakları ümit vericiydi. TPG genel müdürlüğüne Hasan’ı; yönetim kurulu başkanlığına da Nuri’yi seçerek bu işin yönetimini onlara bıraktık. Biraz yeni doğan oğlum Ömer’i ciddi olarak rahatsız eden Ankara’nın kirli havasından uzaklaşmak, biraz da TPG yönetimini kendi başına rahat bırakmak için ani bir kararla Marmaris’e taşındık.
Hedefim İsveç’ten Türkiyeye dönüş yapan sınıf arkadaşım Oğuz ile, Marmaris’in ilk mimarlık bürosunu açmaktı. O günlerde bir köyden çok farklı olmayan Marmaris, birkaç hafta içinde imar planının onaylanmasını bekliyordu. Ne yazık ki, biz oradan ayrıldıktan sonraki uzun yıllar süresi içinde bile hala bu planı beklemeye devam edecekti. TPG’nin bundan sonraki biraz ibret ve biraz da üzüntü verici serüveni ise başkalarının anlatabileceği bir öyküdür. Zaman zaman acaba kalsa idim ne olurdu sorusu aklıma hep takılsa da, geriye dönüp tarihi baştan kurgulamak mümkün değil.

Fotoğraf 6-Toplu Sözleşmenin bağıtlandığı, grevin bittiği gün.
Kaynak: Dimp.org