Para, mühendislik ve “Bizim mühendislerimiz” – Ahmet Öncü
Spread the love

“… önümüzdeki dönem mühendisler için Faust ve Mephisto arasında bir seçim yapmayı zorlayacak gibi görünmektedir. Bu seçimi yaparken kendi örgüt ve eylem tarihlerinin onlara çok değerli bilgi ve deneyim birikimi sunacağını ve maddi hayatı zenginleştirmeye yönelik yaratıcı yeni projeler ve toplumsal eylem planları oluşturabileceklerini unutmamalıdırlar. Ve Faust’u mutlaka bir kez daha okumalıdırlar..”

Bir ay kadar önce Makine Mühendisleri Odası benden “geçmişten bu güne mühendisler” konulu kısa bir yazı istedi. Her zaman olduğu gibi yine önemli bir yol ayrımında olduğumuz bir tarihte bu yazı, Türkiyeli mühendislere kendi tarihlerini anımsatarak, geleceğe yönelik adımlarını atarken bir düşünme fırsatı yaratacak ve bundan sonraki eylemlerine küçük bir katkıda bulunacaktı. En azından –yanlış anlamadıysam– benden istenen buydu: mühendisliğin ve mühendisin ne olduğu bağlamında çağdaş Türkiye’de mühendisliğin ve mühendislerin günümüze kadar geçirdiği evrim ve dönüşümlerle ilgili panaromik kısa bir metin. Neden ben sorusunu soramayacak kadar bu konuda bir şeyler yazmış ve “söz” üretmiş bir insan olduğum için ve Türkiyeli mühendisleri gerçekten çok sevdiğim için bu teklifi düşünmeden kabul ettim.

Sevgi tanıyarak büyüyor. Türkiyeli mühendisleri 1970’lerin ikinci yarısından bu yana tanımaya çalışıyorum. Ben bir mühendis değilim. Önceleri iktisatçıydım; sonra sosyolog oldum; şimdilerde ise ne olduğum sorulduğunda siyasal iktisatçıyım diyorum. Mühendislikle beni tanıştıran ilk insan rahmetli babam Makine Mühendisi Fikret Öncü’dür. Babam aşırı duygusal bir insandı. Başka bir bağlamda ondan bahsetmek durumunda olsaydım, “o bir aşk ve müzik insanıydı”, derdim sanırım. Kendine has üslubuyla çok güzel ud ve cümbüş çalardı. Çoğu zaman onu yorgun bir mesaiden sonra mutlu bir insan olarak geldiği evinde masa başında yarım otuz beşliği ve uduyla hatırlıyorum. Onunla ilgili hatırladığım bir başka şey ise her gün ağzından bir çok kere çıkan iki sözcüktür. “Akılcılık” ve “nesnellik”. Sanırım bu sihirli sözcüklerle bize anlatmak istediği insanın yaşamını her zaman daha da iyileştirebilecek bir yetenek ve imkana sahip olduğuydu. İnsan hep iyiye yönelir ve bu yönelişin karşısına her zaman bir engel çıkar. Engel nesnelerin kurgusundadır ve akıl bu engelin ne olduğunu nesneleri oldukları gibi inceleyerek tanımlayabilir ve rahatsız edici mevcut durumu iyileştirebilecek çözümü bulabilir. Çözüm bir kere bulunduktan sonra iş çalışmaya yani eyleme kalır. Çalışmak çözümü bulmak kadar ciddi bir iştir ve özenle düzenlenmiş olması gerekir. Gelişi güzel çalışılmaz. Çalışmak yöntem işidir ve yöntem her durumda akılcılığı ve nesnelliği öngörür. On yaşında futbol hastası bir çocuğun top oynamak için bir an evvel sokağa fırlamak üzereyken, beklenmedik bir şekilde babası tarafından kapı önünde tutsak alınarak bu türden bir “muhabbete” maruz bırakılmasının “insan hakları” ihlali olarak değerlendirilebileceğini bu gün için düşünüp, şikayetçi olunabilecek bir merci bulunabilirse de, o günlerin “anti-demokratik” ortamında yapacak fazla bir şey yoktu. Daha da kötüsü iş sadece muhabbetle de kalmıyordu.

Babam ağabeyim ve beni teoriyle pratiği birleştirelim diye herkesin sinemaya gittiği hafta sonlarında her zaman bir problemi olduğunu düşündüğü 1956 model Opel arabasına götürür, kaportayı açar, sanki daha önce hiç anlatmamışcasına bütün parçaları tek tek tanıtır ve “bugün karbüratörü elden geçireceğiz” derdi. “Pratik” bilgi birikimime dayanarak içimden karbüratör işinin kolay olduğunu ve mesainin çabuk biteceğini düşünür ve sevinirdim. Ne mümkün! Hiç iş biter mi? İş sonunda arabanın elektrik sistemine gelip dayanır ve saatlerce sürecek olan problem tanımlama ve çözümü bulma girdabının içine düşülürdü. Sonunda babam mesainin bittiğini bildirdiğinde herkes ya maçtan ya da sinemadan dönüyor olurdu. Biz ise neden tamir edildiğini bir türlü anlayamadığım (çünkü bana göre Opel’in hiç bir sorunu yoktu ve saat gibi çalışıyordu) arabamızı toparlayıp, Tarabya’ya gider Veli’nin dondurmasını yerdik. Babam burada bütün günün bir muhasebesini yapar ve bundan sonraki mesailerde neler yapacağımızı anlatırdı!

Bu günlerden on yıl kadar sonra ağabeyim makine mühendisliği okumak üzere Boğaziçi Üniversitesine başladı. Bir yıl sonra ben de mutlu bir insan olarak iktisat okumak üzere ODTÜ’ye gittim. İlk iktisat dersimizde hocamız, insanın “akılcı” olduğunu ve iktisadın, akılcı bireyin davranışlarıyla ilgilendiğini söylediğinde bunun bir şaka olduğunu düşünmüştüm. Galiba “akılcılıktan” kurtulamayacaktım.

Kurtulamadım da. Bu tarihten on beş yıl sonra Türkiyeli mühendisler üzerine doktora tezime başlarken babamın sözünü ettiği akılcılıkla iktisatçıların insanlara atfettiği akılcılığın sadece aynı şeyler olmadığını değil aynı zamanda bunların tamamen birbirinin karşıtı olduğunu biliyordum[1]. Aslında tezi birazda bu meseleyi dile getirmek için yazmaya karar vermiştim. Türkiyeli mühendislerin tarihi mühendisliğin akılcılığıyla iktisadın akılcılığının birbirlerinden çok farklı şeyler olduğunu anlatmak için mükemmel bir fırsat sunuyordu. Tezde bu konuya yeterince açıklık getiremedim çünkü Türkiyeli mühendislerin tarihi, devlet ve toplum ilişkisi ve bu bağlamda politik sosyolojinin temel eksenini oluşturan toplumsal sınıflar ve toplumsal değişim açısından da çok önemli ve özgün bir örnek olarak karşımda duruyordu. Sonunda tezin odağı birinci meseleden (bilgi sosyolojisinden) ikinci meseleye (politik sosyolojiye) kaydı ve birincisiyle ilgili ayrıntılı bir sav ileri süremedim.

Tezi savunduktan yaklaşık dört sene sonra, 2000 yılında, kadim dostum Ahmet Haşim Köse ile birlikte kaleme aldığımız, TMMOB tarafından yayınlanan, Türkiye’de Mühendisler – Mimarlar: Kapitalizm, İnsanlık ve Mühendislik kitabında mühendisliğin akılcılığının iktisadi akılcılıkla arasındaki ilişkiye ve bunlar arasındaki temel farklılığa geri dönme imkanı doğdu. Bu güne kadar iş ile oyunun, öğrenme ile eğlencenin böylesine birbirine karıştığı bir çalışma içinde yer almadım. Bazen Ahmet İstanbul’a geldi; bazen ben Ankara’ya gittim. Bir yıl süren okuma, konuşma ve gülme dolu seanslar sonucunda Frederik W. Taylor’un meşhur kitabı Bilimsel Yönetimin İlkeleri’nde anlatmak istediğimizin ne olduğunu keşfettik. Bildiğimiz hem de çok iyi bildiğimiz bir şeyi Taylor, mühendislik ve mühendisler üzerinden bize söylemeye çalışıyordu.

Çok kaba bir dille yazılmış olan bu kitabın ana iddiasını biraz daha kabalaştırarak ifade edecek olursam, Taylor’a göre, mühendislik herkese herkesin çok istediği “parayı” verecek tılsımlı bir güce sahiptir. Taylor şöyle diyordu: “Ey işverenler ve de ey işçiler! Biliyorum hepiniz parayı çok seviyor ve istiyorsunuz. O halde, beni dinleyin ve mühendisliği ciddiye alın. Benim söylediklerimi yaparsanız hepinizin çok parası olur.” Bu iddia aslında mühendisliği, Batı Avrupa tarihinde devrimci bir kahraman olarak ortaya çıkan ve eski dünyayı tüyler ürpertici bir şekilde yıkarak insanlığı tek bir pazarda daha fazla para biriktirmek için bütünleştiren Burjuvazinin akılına (iktisadi akla) göre tanımlamaktan öte hiçbir orijinallik taşımıyordu.

Bu konuyu Kapitalizm, İnsanlık ve Mühendislik’te yeterince irdelemiş olduğumuzdan burada daha fazla ayrıntıya girmek istemiyorum. Sadece Marx ve Engels’in Manifesto’daki meşhur sözlerini burada bir kere daha zikrederek yolu açmaya devam edeceğim. Burjuvazinin bu iki amansız eleştirmeni şöyle diyorlardı: Burjuvazi tarihte tam anlamıyla devrimci bir rol oynamıştır. İktidarı ele aldığı her yerde burjuvazi, feodal, ataerkil, duygusal ilişki olarak her ne varsa hepsine son verdi. İnsanı “doğal efendileri”ne tutsak eden karmaşık feodal bağları hiç acımadan kopardı ve insanla insan arasında çıplak öz-çıkar ve katı “peşin ödeme”den (paradan) başka bir bağ bırakmadı (Marx ve Engels, 1997 (1848): 45).

Parayı burjuvazi icat etmedi ama para-merkezli yaşam burjuvazinin alameti farikası olarak insanlık tarihinde derin izler bırakacak şekilde on beşinci yüzyıldan bu yana Avrupa’dan diğer bölgelere doğru yayılarak dünyanın tümünü istila etti ve sonunda “küreselleşme” kisvesi altında insana ait hemen her şeyi ele geçirdi (Köse ve Öncü, 2003). Bu uzun tarih içerisinde Taylor para-merkezli aklın mühendisliği ele geçirişinin sözcüsü oldu. Kitabının en can alıcı kısımlarından birini oluşturan işçi Schmitd ile söyleşisinde Taylor ona, “sen de herkes gibi daha çok para kazanmak istersin. Bundan sonra sadece mühendisliğin senden istediklerini yap, yani kendin olma, o zaman daha çok üreteceksin ve patronun da sana daha çok “peşin ödeme” yapabilecek” diyordu. Kısacası Taylor’a göre mühendislik bir para makinesiydi. Hiç şüphesiz, Taylor para-merkezli ekonominin krizlerinin farkındaydı ve işletme ölçeğindeki üretkenlik artışının makro ekonomik düzeyde baltalanabileceğini görmüştü. Bir başka deyişle, toplam talepteki daralmaları yani meşhur periyodik ekonomik krizleri biliyordu.

Buna karşın kafasındaki iktisat teorisinin naif bir Say Yasası yorumu olduğunu düşünmek mümkündür. Say Yasası “her arz kendi talebini yaratır” iddiasıyla asıl meselenin üretim olduğunu ileri sürüyor ve bu anlamda paranın ekonomideki işlevini değişim aracı olmaya indirgiyordu. Oysa para-merkezli toplumda para her şeydi, yaşamın kendisiydi, sermayeydi, iktidardı, hırstı, hızdı, hayaldi, tutkuydu. Kuşkusuz bu kadar çok şey olabilen bir şey sadece domates, patates, mikro dalga fırın ve Schmitd satın almak için istenmeyecekti. Nitekim para-merkezli medeniyet yaygınlaştıkça parayı sadece para olduğu için arzulayan, isteyen, biriktiren ve kullanan insanların sayısı artacak ve bunlar “küresel” iktidarın efendileri olacaklardı.

Bu efendilerin Schmitd yerine tahvil, hisse senedi ve giderek swap, option gibi diğer para türleri arasında paralarını dolaştırarak paralarının miktarını artırma serüvenleri onları daha güçlü, canlı, kanlı kılarken, Schmitdleri işsiz bırakacak ve maddi yaşamı yani insanın kendi olma alanını cılızlaştırıp, fakirleştirecekti. Marshall Berman’ın Goethe’nin muazzam yapıtı Faust’una odaklanıp, Dr. Faust ve Mephisto ilişkisini modern dünyanın hakikatını anlamak ve anlatmak üzere incelediği Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor adlı harika kitabında para ile ilgili söylediklerini hatırlamanın şimdi tam zamanıdır sanırım. Modern zamanlarda Para hayati bir araç olarak iş görecektir. Lukacs’ın dediği gibi “insanın bir uzantısı olarak, insanlar ve koşullar üzerindeki gücü olarak”; “insan eyleminin çağının büyülü bir biçimde genişlemesinin aracı “olarak. . . . (Berman, 1999:76).

Parayı Faust’a Mephisto sağlar. Mephisto yani insanın içindeki şeytan Burjuvaziyi temsil etmektedir. Faust ise şeytanın verdiği parayla beden ve ruhunu azami bir gelir amacıyla kullanmaya yönelerek maddi yaşamı –insanın kendi olma alanını- zenginleştirmeyi arzulayan tarihteki yeni bir insan türünü temsil eder. Faust’un hedefi “parasal gelir değil ama deneyim, yoğunluk, hayatın hissedilmesi, eylem, yaratıcılık”tır (Berman, 1999:77). Aşağıda kısaca değineceğimiz “bizim mühendislerimiz” de biraz Fausttur. Taylor ise Mephisto’ya tümüyle teslim olmuş, ruhunu ona satmış, araçla amacı birbirine karıştırmış modern insanın en tipik örneğidir. Faust’un tam karşıtıdır çünkü Faust [maddi yaşamın zenginleştirilmesinin bir çok farklı amaçlarına] ulaşmak için parayı seve seve kullanacaktır (Mephisto’nun sağladığı parayı). Ama para birikimi kendi başına bu amaçlardan biri değildir. Bir tür simgesel kapitalist olacaktır o, ama durmaksızın tedavüle soktuğu ve habire arttırmaya çalıştığı . . . kendisidir. Böylece, amaçları hiçbir şekilde kapitalizmin (para-merkezli toplumun) sınırları içinde akmayan bir karmaşıklık ve muğlaklık kazanmaktadır (Berman, 1999:77). Faust modern bilimin ve mühendisliğin bir başka açılımını sunar bize. Sınırsız bir merakla durmadan nesnelerin kurgusunda bulunan sırrı çözmek ve her çözdüğü sırla büyümek ve daha derin, daha zor bilmecelerle yüz yüze gelmek yürekliliği.

Bir yerde “En yüksekte ve en derinde ne varsa kavramak istiyorum tinimle”, der; bir başka yerde
“Beni üzüntülerle kemiren budur işte:
İnsana boyun eğmeyen elementlerin amaçsız gücü!
O zaman düşün ve dostum kendi üstünde yükselmek iste, kanatlarını aç!
Ben orada dövüşmek ve yenmek isterdim”, der (Berman, 1999: 77 ve 93).

İnsana boyun eğmeyen her şey modern bilim ve mühendislik için bir “üzüntü” ama aynı zamanda bir savaş alanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Savaşı kazanana kadar mücadeleye devam edilecektir. Hiç şüphesiz, insana boyun eğmeyen sadece “elementlerin amaçsız gücü” değildir. Para da giderek insanlardan kopmakta, kendisi için bir amaca dönüşmekte ve bir türlü insana boyun eğmemektedir. Daha da kötüsü insana boyun eğdirmektedir. O halde, paranın iktidarı karşısında modern bilim ve mühendisliğin üzüntülere gark olabileceğini ve nihayetinde ona cepheden savaş açabileceğini düşünmek için elde yeterli felsefi ve tarihsel bir temel mevcuttur. Nitekim bu iddia Taylor’dan oldukça farklı bir bilim ve mühendislik algılaması sunan Thorstein Veblen’nin gizemli yazılarında dile getirilir. Veblen Mühendisler ve Fiyat Sistemi adlı kitabını Goethe’nin Faust’una devamla yazmış gibidir. Veblen (1921) sabotaj terimini kullanarak, modern toplumun temel çelişkisini belirlemeye çalışmaktadır. Veblen’e göre para-merkezli (kapitalist) toplumun organik bir öğesi olan sabotaj, sanayi üretiminin artırılmasının para tacirleri tarafından engellenmesi ve bu nedenle ekonomik kaynakların atıl kullanılması anlamına gelmektedir.

Galbraith’in özlü ifadesiyle, Veblen, “Modern toplumda sanayi ve iş dünyası, yani yetenekleriyle mal üretimine katılanlarla asıl düşüncesi para yapmak olanlar arasında bir çelişkinin mevcut olduğunu” ileri sürmektedir. “Servet peşinde olanlar (uğraşsız sınıf) karlarını artırmak amacıyla gerekli gördüklerinde üretimi kısıtlamakta, . . . , yani üreticilerin yeteneğini sabote etmektedirler” (Galbraith 1980:62). Daha önce modern dünyanın egemen akılcılık formu olarak belirttiğimiz iktisadi akılcılık, servet sahiplerinin davranışlarının güdüsünü oluşturmakta ve bu güdüyle uyumlu olarak servet sahipleri maddi yaşamın zenginleşmesini ve gelişmesini sadece parasal birikim amaçlarının araçlarından birisi olarak görmektedirler. Veblen’e (1921:34) göre Amerikan kapitalizminin tarihinde para tacirleri zaman içinde iktisadi akılcılığa uygun olarak dikkatlerini, üretimden elde edecekleri karlardan uzaklaştırarak, yalnızca parasal yollardan elde edebilecekleri kazançlar üzerine yoğunlaştırmışlardır. Bu yapıda, hisse sahibinden başka bir şey olmayan “yatırımcı” için üretimin kendisinden çok, onun parasal getirisi önem kazanmakta ve böylelikle “yatırımcıların” kararlarında finansal yönetimin etkinliği öne çıkmakta, üretim yönetiminin ve bu fonksiyondan sorumlu olan teknik kadroların önemi ise azalmaktadır.

Bu noktada yanıtlanması gereken soru, toplumun maddi refahını oluşturan üretime kayıtsız kalabilen yatırımcıların, sanayinin yönetiminde parasal güçleri aracılığıyla kurduğu denetime, yaşamlarını bu üretimle sürdüren geniş halk kitlelerinin neden rıza gösterdikleridir. Veblen bu durumun nedenini, toplumda uğraşsızlık (çalışmadan paradan para kazanma) ideolojisinin egemen olmasının yanı sıra sabotaja rağmen Amerikan toplumunun, maddi refahını sürekli artırabilmiş olmasıyla açıklamaktadır. İlginç bir tesadüfle sabotajın toplumu gerçek yoksullaşmaya sürükleyebilecek sonuçları, Veblen’in ölüm yılı olan 1929’da, ‘Büyük Bunalım’ da ortaya çıkmıştır. Oysa ki, Mühendisler ve Fiyat Sistemi’nin satırları arasında, bu kitabın yayınlanmasından yaklaşık on yıl sonra ortaya çıkan bu bunalımın uzak görüşlülük olarak nitelendirilebilecek bir tahminini okumak mümkündür.

Veblen’e (1921:41) göre herhangi bir ekonomik kriz durumunda kapitalist işletmeler para tacirlerinin karlarını korumaları için iki temel politika seçeneğine sahiptirler: ya üretim miktarlarını azaltacaklar ya da üretim maliyetlerini düşürerek üretim miktarlarını artıracaklardır. Bu iki seçenekten ilkinin, üretim süreçleriyle ilgili olmadığı yani sorunun çözümünü mevcut üretimin yapısında herhangi bir değişikliğe gidilmeksizin mali/fiyatlama işlemleriyle aşma bekleyişinde olduğu açıktır.

İkincisinin ise, üretim yönetiminin sorumluluk alanına dahil olduğu ve üretim teknolojisinin iyileştirilmesi doğrultusunda teknik kadrolara (mühendislere) çağrıda bulunduğu belirgindir. Ancak kapitalist işletmelerdeki parasal yönetim egemenliği, kararların genellikle ilk seçeneğe uygun olarak alınmasına neden olmaktadır. Bu durum, “yatırımcıların” tercihlerine uygun olarak üretim teknolojisi seçimini mali yönetim kararlarına bağlamakta, teknik kadrolar üzerinde bu kararlara uymayı zorlayan bir baskı oluşturmaktadır. Sonuç olarak, kriz koşullarında sanayiden büyük ölçüde ve fiilen kopmuş olan para tacirlerinin beklentilerini karşılamak amacıyla, düşen fiyatlar karşısında üretimi daraltılıp fiyatları kontrol etme tercihi, üretim maliyetlerini düşürerek üretime devam etme arayışına yeğlenmektedir. Bu nedenle kriz anı, toplumun maddi yaşamının baltalanmasının ya da sabote edilmesinin en açık izlenebildiği ve böylece kapitalist ideolojisinin meşruluğu hakkında şüphelerin berraklaştığı andır.

Veblen’in betimlediği dünyayı ideoloji kavramı etrafında yeniden değerlendirdiğimiz de bu dünyanın, birbiriyle uyuşmaz iki temel ideoloji etrafında şekillendiği göze çarpmaktadır. Bunlardan ilki paradan para kazanarak çalışmadan yaşamayı temsil eden uğraşsızlık ideolojisi, diğeri ise üretim ve maddi refahı amaçlayan mühendislik ideolojisidir. Kapitalist toplumsal ilişkilerin toplumsal yapının hakim öğesi olması nedeniyle ilk ideolojik konumlanış yani uğraşsızlık ideolojisi, toplumda egemen olan ideolojidir. İdeoloji toplumsal ilişkilerin yansıması değil bu ilişkileri kuran bir güçtür. Günlük yaşamın bir parçasıdır o. Bu anlamda insanların yaşam koşullarıyla olan ilişkilerinin an be an imgesel bir temsilidir. İdeoloji bu özelliğinden dolayı insanlara nasıl yaşanılması gerektiği hakkında bir çağrıda bulunarak, yaşam koşullarının anlamını tanımlamaktadır. Kısacası ideoloji, yaşamı anlamlı kılan bilinçtir. Buna rağmen o yaşamın ta kendisi de değildir kuşkusuz. İdeolojiler yaşamdan görece özerk olarak yaşamın içerisinde bulunurlar. Oysa yaşam, her an beklenmedik dönüşümlere açıktır; ve bu nedenle her an, yeni anlamların oluşmasına yani yeni ideolojik öğelerin yaratılmasına ya da bunlar mevcut ise keşfedilmelerine olanak tanımaktadır.

Bu çerçeveden bakıldığında Veblen açısından mühendislik ideolojisi, uğraşsızlık ideolojisinden görece bağımsız olup, diğer ideolojiler gibi toplumsal yaşamın bir ögesi olarak insanlara çağrıda bulunmaktadır. Bir insan olarak mühendis, birbiriyle çelişik iki ideolojik çağrıya maruz kalmaktadır. İlk olarak o, bulunduğu toplumdaki her insan gibi kaçınılmaz olarak yaşamının anlamını egemen ideolojinin çağrısında bulmakta ve uğraşsızlığı (paradan para kazanma sapkınlığını) kabul edilebilecek bir yaşam tarzı olarak görebilmektedir. Ancak mühendis, mesleki benliğinde uğraşsızlığı yadsıyan, çalışmayı ve üretmeyi yaşamın gerçek anlamı olarak kuran bir ideolojiyi de taşımaktadır.

Bu noktada “Bizim Mühendislerimiz”in tarihine dönecek olursak gerçekten de “üretmeyi yaşamın gerçek anlamı olarak kuran” bir mühendislik ideolojisinin Türkiye’de yaratılmış olduğunu ve bunun Türkiye’deki mühendislik mesleğinin kimlik oluşumunda önemli bir öğe olarak etkisi bulunduğunu anımsayabiliriz. Bir başka deyişle, Türkiyeli Mühendisler Veblen’in yüzünü kara çıkartmamışlar ve para tacirlerinin küresel iktidarına karşı insanın varolma alanını yani maddi yaşamı savunmuşlardır.

“Bizim Mühendislerimiz” Türkiye’de toplumsal bir aktör olarak mühendisin tarihi Türkiye’nin ekonomik ve siyasal yakın tarihi ile ilişkilendirilerek üç ana dönemde incelenebilir. Kabaca bu dönemleri 1960-70, 1970-80 ve 1980 sonrası olarak sınıflandırılabiliriz. Bir çevre ülkesi olması nedeniyle, Türkiye’deki mühendislik pratiği ve ideolojileri merkez ülkelerdeki örneklerinden farklıdır (Köse ve Öncü, 2000: 95-111). Bu durumu yaratan en belirleyici etken Türkiye’nin kamu girişimciliği önderliğinde yaşamış olduğu planlı sanayileşme deneyimidir. Türkiye’de sanayileşme arayışının planlı kalkınma hedefine dönüşmesi ve kurumsallaşması 1960’lı yıllarda şekillenmiştir (Gülalp, 1983; Boratav ve Türkcan, 1993). Bu süreçte kalkınma, büyük ölçüde, ekonomik ve toplumsal yaşamı nitelediği varsayılan belirli göstergelerde niceliksel bir büyüme olarak algılanmış ve sorun basit biçimiyle ulusal kaynakların tanımlanan hedefler etrafında rasyonel kullanımına indirgenmiştir. Bu haliyle kalkınma pratiği toplumun dinamiklerinden göreli olarak bağımsız bir tür programlama şeklinde teknik düzeyde tanımlandığı için, dönemin iktisat politikalarının oluşumuna damgasını vuran ideoloji mühendislik işlevinin teknik/araçsal aklıyla yakın benzerlikler taşımıştır (Göle, 1986). Kalkınma pratiği ile teknik akıl arasındaki bu türden bir uyumlaşma Türkiye’deki mühendisin mesleki oluşumuna başlangıçta elitist bir nitelik kazandırarak, ona kalkınmanın taşıyıcı aktörü olma misyonunu yüklemiştir (Öncü, 1996, 2003a, 2003b; Tanık 1991).

Bu nedenle Türkiye’de1960’lı yıllarda mühendis, merkez ülkelerdeki örnekleriyle karşılaştırıldığında, yalnızca üretim ve etkinlik sorunlarına mikro işletme düzeyinde çözüm arayan bir teknisyen olarak kalmamış, aynı zamanda da toplumsal refahın artırılmasından doğrudan sorumlu simgesel bir aktöre dönüşmüştür. Bu tarihlerde mühendisin toplumsal işbölümündeki konumuna bakıldığında ya büyük çoğunluğu kamu kurumlarında teknokrat/bürokrat olarak çalışan ücretli emeğin üst katmanını oluşturduğu ya da yeni kurulup gelişmekte olan sanayii oluşumuna küçük girişimci olarak katılan sermaye sınıfının bir üyesi olduğu görülür.

Dünya ekonomisindeki uzun dönemli kriz eğiliminin başlangıç yılları olan 1970’lerin ilk yarısı Türkiye’de ithal ikameci sanayileşme sürecinin üst aşamalarına geçiş yıllarıdır. Bu yıllar büyük ölçekli kamu işletmelerinin yanı sıra özel girişimciliğin güç kazandığı ve ücretli emek ile sermaye kesimlerinin sınıfsal örgütlenmelerini kurumsallaştırdığı bir dönemdir (Margulies ve Yıldızoğlu, 1984). 1970’li yıllar boyunca dünya ekonomisindeki krizin de etkisiyle yaşanan periyodik iktisadi krizler bu iki sınıf arasındaki uzlaşmayı tehdit ederek, Türkiye toplumundaki sınıf çelişkilerini derinleştirip, siyasalaştırmıştır (Berberoğlu, 1982; Savran, 1992, Öncü,2003c).

Sayıları artan üniversitelerle birlikte mühendislerin kitleselleşmeye başladığı bu dönemde, bir yandan mühendislerin ekonomik anlamda işçileşmelerine, diğer yandan da bir meslek olarak mühendisliğin elitist niteliği erozyona uğrayıp, taşıdıkları mesleki ve siyasal ideolojilerin farklılaşmasına tanık olunmuştur (Kunar, 1991; Öncü, 2003a). Bu durumun döneme özgün olan şekillenişi, önemli bir mühendis kitlesinin kimliğini toplumdaki iki temel sınıfın arasındaki çelişkiye referansla tanımlamaları ve işçi sınıfından yana açık bir siyasal tutum sergilemeleridir. Başka bir ifadeyle kendilerini işçi sınıfından bağımsız ayrıcalıklı bir sınıf olarak algılamak yerine, giderek işçi sınıfının organik bir parçası şeklinde konumlandırmaya başlamışlardır. Bu dönüşüm mühendisler arasında toplumsal gelişme ve kalkınma süreçlerinin sınıfsal bir yorum etrafında çözümlenmesini yaygınlaştırmış ve siyasal iktidarların halen sahip çıktığı sınıflar-üstü teknokratik kalkınmacı ideoloji ile mühendislerin bir önceki dönemde kurduğu mesleki ideolojik ve siyasal yakınlaşmanın bozulmasına yol açmıştır. Bu gelişimi yansıtan en açık gözlem Türkiye’deki mühendis ve mimarların örgütü olan Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin (TMMOB) giderek keskinleşen toplumsal mücadelede kendisini işçi sınıfının öncü parçası olarak konumlandırışıdır (Öncü, 1996, 2003a, 2003b). Bu özelliğiyle TMMOB, merkez ülkelerdeki mühendis örgütlenmelerinden farklı olarak yalnızca bir meslek örgütü olarak kalmamış, aynı zamanda toplumsal dönüşümü hedefleyen bir oluşuma dönüşmüştür.

1980’de yaşanan askeri darbe ile ekonomik ve toplumsal yapının tümüyle yeni bir örgütlenme tarzında düzenlenmesi sürecine girilmiştir (Boratav, 1991; Savran, 1992). Ekonomi alanında yaşanan dönüşüm planlı ithal ikameci kalkınma stratejisinin terk edilerek piyasa güdümünde dışa açık büyüme stratejisine geçiş olarak gerçekleşmiştir (Şenses 1989). Döneme damgasını vuran siyasal resterasyon ise önceki dönemin kurumsal yapılarını temsil eden muhalif sendika, meslek ve sivil toplum örgütlenmelerinin yasaklanması ya da faaliyetlerinin baskı rejiminin hukuksal çerçevesine uygun olarak daraltılması şeklinde biçimlenmiştir.

İşçi sınıfının örgütlenme kapasitesinde gerçekleştirilen yasal sınırlamalar ücretli çalışanlar arasındaki sınıf bilincinin gerilemesine yol açarak, siyasal alanın sınıf-dışı bir söylemin hegemonyasına girmesine olanak tanımıştır. Mühendisler açısından dönemin niteliğini tanımlayan gelişme bir yandan Anadolu kentlerinde açılmaya başlanan çok sayıda üniversiteye bağlı olarak sayılarının hızla daha da artarak ekonomik olarak değersizleşmeye başlamaları, diğer yandan örgütsel yapılarındaki eleştirel siyasal söylemin yerini egemen “piyasacı” eğilimin alışıdır (Köse ve Öncü, 2001).

1980’li yılların sonuna gelindiğinde ücretli emek üzerindeki fiili tahakküm artan siyasal muhalefetle birlikte sürdürülemez bir duruma ulaşarak, ekonomik ve toplumsal alanda yeni bir uzlaşma ve bölüşüm biçimini zorunlu kılmıştır (Köse ve Yeldan, 1998). Görece demokratik bir ortamın doğmasına yol açan gelişmelerle birlikte, sendikal mücadele yeni bir ivme kazanırken, siyasal yelpazedeki çeşitlenme ve talepler sonucunda bir grup meslek ve sivil toplum örgütünün egemen söylemden uzaklaşmaya başlayarak siyasallaşması hızlanmıştır. İşte bu dönemde TMMOB’nin sınıf temelli bir söylemle harekete geçerek, siyasal mücadelelere katılma yönünde bir eğilim sergilediği gözlenmiştir. Bu gelişmeler TMMOB’nin de içinde yer aldığı geniş bir emek cephesinin demokratik ve ekonomik taleplerini siyasal alana taşıyarak iktidarlar üzerinde toplumsal baskı üretebilmelerini sağlamıştır.

Öte yandan gerek küreselleşme ideolojisinin dünyada ve Türkiye’de kurduğu hegemonya sonucunda gerekse de 1990’ların ilk çeyreğinden itibaren derinleşmeye başlayan ekonomik kriz eğiliminin etkisiyle birlikte siyasal iktidarların toplumsal talepler karşısında duyarsız kalarak, küresel sermayenin çıkarlarına yakın bir politik tutum sergiledikleri gözlenmiştir. 2000’lere girilirken kriz giderek siyasal ve toplumsal bir nitelik kazanmış ve geleneksel emek sermaye çelişkisi ve bölüşüm sorununu aşarak bütün toplumsal sınıfların kendi iç çelişkilerinin derinleşmesine yol açmıştır. Bu açıdan sermaye sınıfının küreselleşme yanlısı ve küreselleşme karşıtı ekseninde gerçekleşen sınıf içi kutuplaşması söz konusu gelişmenin en açık örneğini oluşturmaktadır. İçinde yaşadığımız bu durumun devlet toplum ilişkisine yansımasıysa siyasal iktidarların yönetememe krizi ve bu anlamda bir iktidar boşluğu şeklinde kendisini açığa çıkarmasıdır.

Bu gelişmeler iktisadi açıdan değerlendirildiğinde, yaşanan gerçeğin tam anlamıyla bir değersizleşme süreci olduğunu söylemek mümkündür. Toplumun her katmanını etkisi altına alan iktisadi kriz yalnızca niteliksiz emeği değil, aynı zamanda nitelikli emeği de tehdit etmektedir. Türkiye’deki nitelikli emeğin en önemli parçasını oluşturan mühendislerin de bu süreçten doğrudan etkileneceği açıktır. Bu açıdan izleyen dönemin mühendisler için mevcut işçileşme eğiliminin derinleşmesinden daha çok, yaygın bir işsizleşme/değersizleşme süreci şeklinde gerçekleşeceğini tahmin etmek bir abartı olmayacaktır.

Devletin sınıflarla ve sınıflarında kendi alt katmanlarıyla kurmuş olduğu ittifakların bozulduğu bu tarihsel kesit değersizleşme eğilimiyle birlikte düşünüldüğünde, mühendislerin sınıfsal bileşimleriyle mesleki ve siyasal ideolojileri arasındaki ilişkilerin giderek daha karmaşık bir yapıya evrileceğini öngörmek büyük bir kehanet sayılmamalıdır. Bu açıdan önümüzdeki dönem mühendisler için Faust ve Mephisto arasında bir seçim yapmayı zorlayacak gibi görünmektedir. Bu seçimi yaparken kendi örgüt ve eylem tarihlerinin onlara çok değerli bilgi ve deneyim birikimi sunacağını ve maddi hayatı zenginleştirmeye yönelik yaratıcı yeni projeler ve toplumsal eylem planları oluşturabileceklerini unutmamalıdırlar. Ve Faust’u mutlaka bir kez daha okumalıdırlar:

Evet, ben kendimi bu düşüme adadım temelli,
gereği bu aklın ve ileri görüşlülüğün.
Yaşama olduğu gibi özgürlüğe de layıktır
ancak onu her gün bir kez daha fethetmek zorunda olanlar . . .

Kaynaklar
Berberoğlu, B. (1982) Turkey in Crisis, London: Zed Press.
Berman, M. (1999) Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, İletişim: İstanbul .
Boratav, K. (1991) 1980’li Yıllarda Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm, İstanbul: Gerçek Yayınevi.
Boratav, K. and Türkcan, E. (1993) Türkiye’de Sanayileşmenin Yeni Boyutları ve KİT’ler, İstanbul: Tarih Vakfı.
Galbraith, J.K., (1980) Kuşku Çağı, Altın Kitaplar yayınevi: İstanbul.
Göle, N. (1986) Mühendisler ve İdeoloji: Öncü Devrimcilerden….

[1] Doktora tezimi, The State and Engineers:A Historical Examination of the Union of the Chambers of Turkish Engineers and Architects, 1996 yılında savundum. Bu tez bu yıl A Sociological Inquiry into the History of the Union of Turkish Chambers of Engineers and Architects: Engineers and the State başlığıyla yayınlandı. Kaynaklara bakınız.

* TMMOB İKK tarafından yapılan “Mühendislik ve İşsizlik” konulu panele Doç. Dr. Ahmet Öncü (Sabancı Üniversitesi) tarafından sunulan tebliğ. MMO İstanbul Şubesi Aralık 2003 tarihli bülteninden alınmıştır.


Spread the love