Peşinen “ben onun olağan halini de biliyorum” dersek, söze fena başlamış sayılmayız. Zira zihninizdeki Babil, karşınızdaki Keçiören metro inşaatı olunca, fen işleri bazen sarmayabiliyor. Sanat tarihi okusaydım keşke demek üzereyken, antik tiyatronun ortasına minare diktiklerini fark ediyorsun, işler iyice karışıyor. Bir elin vince sol yap demek için kalkarken, diğeri Theseus’a reveransa hazırlanıyor. Türkiye’de teknik bir alanda çalışmak, iş makinesi izlerken çekirdek çitlemedeki ciddiyete endeksliyken, elinizden başka türlüsü gelmiyor. Çünkü liberaller tarafından “beceriksiz birinin on dolara yaptığı işi bir dolara yapan kişi” olarak tanımlanan mühendis, bu kabalıkta ve yüzeysellikte düşünüldüğünde gerçekten karlı oluyor; pardon, daha hafif söyleyelim, gelişigüzel bir meslek olarak algılanıyor. Zaten istenen de bu: gerekeni değil söyleneni yapan, plan değil talimat izleyen, projeci değil tadilatçı, yönetici değil idareci olması istenen ve bu çapta bir zekaya sahip olması yeterli gelen tuhaf yaratık. Hele bir de kendini ve tam olarak ne işe yaradığını bile doğru dürüst tarif edemiyorsa, yani hayatı hep yanlış (ezberletilmiş) sorularla sorguluyorsa, tadından yenmeyecek olan.
Hatırlayalım: pek felsefe okumamış, tam olarak kafasıyla düşünme fizyolojisine erişememiş insanlar iken tahtada bir Fizik öğretmeni vardı ve maddeden, ağırlıktan, momentumdan, elektrikten, basınçtan falan bahsediyordu. Biz de tanrıya şükürler olsun ki bilim diye bir şey var gibi ortaya karışık hislerle defterlerimizin karelerini boyayarak onları birer brutalist mimari parşömenine dönüştürüyorduk. Bir taş diğerinin üstüne otururken, bir düş diğerine bina oluyordu. Derken o gün geliyordu: optik formun büyücüsü elindeki çubuğu lise üniformamızın beline takıp her birimizi aydınger masalara, tezgâhlara, lab’lara savuruyor, yıldızınız parlasın diyerek gözden kayboluyordu. Betona, kömüre, grese, naftaline bulanmış bedenlerimizi kütüphane sandalyelerinden topluyordu Tesla. Titreyerek uyanıp iştahla su içiyorduk, bitirme projesi zihnimizin aynasında bir devrim otomobili gibi parıldıyordu.
Herkesinkine benzeyen bir heyecanla başladığımız yolu, herkesinkine benzeyen düş kırıklıklarıyla adımlarken, farkına varmadan ulaştığımız bir idrak anında, yani tüneldeki karanlığın kendini dayattığı o anda ilkin birbirimizin haybeden telaşlı yüzlerini gördük. Birisi akıl edip neden diye sordu. Kısa bir sessizlikten sonra kafa lambamızı açıp son on yıla şöyle bir göz gezdirdiğimizde, gözümüze ilk olarak yetkinlik tartışmaları çarptı. Gerekçesi suretinden mustarip, güya 1999 depremindeki yıkımın sorumlusu bizlermişiz, olayın kentleşme politikalarıyla, göçlerle, çarpık endüstrileşmeyle ve rantla bir ilgisi yokmuş gibi sunuldular. Sonra özelleştirmeye entegre taşeronlaşma geldi, işsizlik arttı, ücretler dibi gördü. Kamu kurumlarına destursuz girilmez oldu. Bütün memleket meslek lisesinden bozma fakülteyle doldu, TÜBİTAK evrimin, fıtrat bilimin üstünü çizdi, kadrolaşma tavan yaptı. Neylersin, yine de oturup KPSS çalıştık, Alaiye kadısının en sevdiği şiiri doğru işaretleyip mülakatlara girdik. Üst akıl birçoğumuzda umduğu amca ve dayıyı bulamayınca, olmadı tabii. Biz de attık kendimizi İSG kurslarına, bildik bilmedik, duyduk duymadık ne kadar alan varsa girdik çalıştık. Derken “onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar” denildi, bizim aylıklar yine asgari ücreti teğet geçti. Bir de pardon, vardiyalı ve hafta sonları çalışır mısınız? Evet, ne demek!
Velhasıl, olağanüstü hal yokken ki olağanüstü dertlerimiz, varken olağanlaştıysa da, en azından tuhaf ama hepimizce farklı biçimlerde pay edilen ortak bir ezgi çalar olmuştu: ya ben mühendis değilim, ya da bu yaptığım mühendislik değil, ya da boş ver. Fakat şarkının nakaratı bile bitmeden gazeteler öyle manşetler geçti ki, halimizden şikayet etmeyi bile unuttuk: Gölcük depreminde binalar uçtu. Soma’da maden yandı. OSTİM’de depo patladı. Tuzla’da güverte çöktü, vinç düştü. Bodrum’da korunan ormanlara villa yapıldı. Bolu’da viyadük uçtu. ODTÜ’den otoban geçti. Kuzey ormanları kesildi. Boğaz dolduruldu. Akkuyu’ya nükleer santral yaptırıldı. Zeytinliklere inşaat dikildi. Cerattepe’ye ocak açıldı. Yaylalara asfalt, derelere HES, deprem bölgelerine gökdelen, suyollarına alt geçit, Hasankeyf’e baraj, AOÇ’ye…
Devrim otomobiline konulması unutulan benzin, yıllarca düşlerimizi yaktı çelik silindirlerin arasında. Hayatı üreteceğiz diye yetişmişken, hayatta kalmanın bedelini, inanmadığımız işlerin zaruri nezaretçisi olarak ödedik. Çünkü kaçacak yerimiz yoktu; belki bazılarımızın fiziken vardı, ancak kim düşlerinden kaçabilir ki? Tam da bu yüzden, bir ‘başka türlülük’ inadından asla vazgeçmiyoruz. Biz HALA bu gezegene evrenin en güzel binasını dikebilir, Babil’in asma bahçelerinden de masalsı kentler kurabilir, hiç kimseye ve hiçbir canlıya zarar vermeyen koca bir alternatif endüstri yaratabilir, herkesin insanca, yani özgürce, eşitçe, adilce yaşayabileceği koşulları oluşturabiliriz.
Olağanüstü olan, şu anki hal değil, işte bu düşümüzün ve inadımızın kendisidir.
Ragıp Varol / Maden-Mineral Mühendisi