Yıllardır batı destekli diktatörlüklerin yönetiminde ezilen, aşağılanan Arap halkları isyan etti. Bazı yerlerde hükümetler devrildi, yeni hükümetler kuruldu, ama halk durulmadı. Avrupa ülkelerinde meydanlar işgal edildi. İsyan, ABD’de Wall Street’ten başlayarak tüm ülkeye yayıldı. Amerikan rüyasının bittiği yerde Tahrir’deki isyan umut oldu.
Bilişim teknolojileri ve toplum üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Manuel Castells geniş bir araştırma ekibiyle internet çağındaki toplumsal hareketlerin isyan ve umut ağlarındaki izini sürüyor. Castells, internetin dünyanın dört bir yanındaki hareketlerin nedeni olmadığını, ancak bu hareketlerin oluşumuna ve gelişimine zemin hazırladığını savunuyor.
Castells’in bu çalışmasının temelinde Communication Power kitabında sunduğu iktidar kuramı yer alıyor. Castells, toplumsal değerlerin ve kurumların iktidar ilişkileri etrafında oluştuğunu söylüyor. İktidarı da iktidar sahibinin kendi çıkar ve isteklerini bir başkasına kabul ettirebilmesi olarak tanımlıyor. Castells’e göre iktidar zor yoluyla ya da insanların zihinlerinde anlamlar üreterek oluşturuluyor. Ancak iktidarın olduğu her yerde karşı iktidar da var. Aynı zamanda iktidara uyum ve iktidarı kabulleniş de. Ama ret ve direniş, kabullenişi aştığında iktidar ilişkilerinde bir değişim yaşanmaya başlıyor. İktidar güç kaybettiğinde ise kurumsal ve yapısal değişim gerçekleşiyor. Kimi zaman iktidarlar değişimi kabullenmek yerine salt şiddete dayalı bir yol da tercih edebiliyor.
Castells’in tüm teorik tartışmalarına burada yer vermeye olanak yok. Ama Castells özetle, insanların beyinlerinin bağlanmasının iktidar için tehlike kaynağı olduğunu ve bu nedenle iktidarın devamının iletişimin ve bilginin kontrolüne dayandığını, toplumsal muhalefetin de iktidarın iletişim ağları üzerindeki kontrolünü kırmak için mücadele ettiğini söylüyor. Bu çerçevede, internetin iktidarın ve şirketlerin iletişim ağları üzerindeki tekelini kırarak yeni bir özerklik alanı yarattığını belirtiyor.
Castells, interneti kitlesel öziletişim platformu olarak niteliyor. Kitleseldir, çünkü mesajlar birçok kişiden birçok kişiye dağıtılmakta ve her bir mesaj çok farklı ağlara doğru yayılma potansiyeli taşımaktadır. Öziletişimdir, çünkü kişi mesajının üretimininde ve dağıtımında belirleyicidir. Mesajlar, hükümetlerin ve şirketlerin tam kontrolünde olmayan ağlarda yayılır. Bu nedenle sosyal ağlar iktidarlar için tam bir baş belasıdır. Dünyanın dört bir yanındaki aşağılananların, hor görülenlerin, geleceksizleştirilenlerin korkularını öfkeye, öfkelerini umuda dönüştürüp birleştirmektedir. Tunus’un isyanı Tahrir’de, Tahrir Wall Street’te, Wall Street Taksim’de, Taksim her yerde, her yer Taksim’dedir.
Castells, toplumsal hareketlerin yapısal nedenleri ve gerekçeleri hakkında yorum yapmanın kolay olduğunu fakat asıl zorluğun toplumsal hareketlerin nasıl doğduğu sorusunda olduğunu söylüyor. Bireyler nasıl zihinsel olarak başkalarıyla bağlanmaktadır, toplu eyleme varan süreç nasıl gelişmektedir, insanlar ne zaman hayatları pahasına risk alabilmektedir…
Castells tüm bu sorulara yanıt verme iddiasında değil. Ama bu soruların yanıtını ve günümüzde internetin toplumsal hareketlerdeki rolünü merak eden herkese, Koç Üniversitesi Yayınları’ndan Ebru Kılıç’ın çevirisiyle çıkan “İsyan ve Umut Ağları : İnternet Çağında Toplumsal Hareketler” adlı kitabı öneriyorum. Yanlış anlaşılmasın, Castells bu sorulara yanıt vermiyor, sadece düşündürüyor. Ağlar oluşturan toplumsal hareketlere dair gözlemlerini paylaşıyor, bazı varsayımlar öne sürüyor ve amacının bir tartışma başlatmak olduğunu söylüyor.
Bu yazıda, Castells’in kitabını takip ederek farklı ülkelerdeki isyanların ortak özelliklerini ve interneti kullanım pratiklerini aktarmaya çalışacağım.
Tunus: Bu daha başlangıç
Tunus’ta olaylar, 2010 yılının son günlerinde küçük bir kasabada işportacılık yapan 26 yaşındaki Muhammed Buazizi’nin kendisini yakmasıyla başladı. Rüşvet ödemeye yanaşmayan Buazizi’nin meyve ve sebze tezgahına ‘bir kez daha’ el konulmuş, bu aşağılanmalara artık son vermek isteyen Buazizi de 17 Aralık 2010 tarihinde bir hükümet binasının önünde kendini yakmıştı. Hemen ardından yüzlerce kişi olayı protesto etmek amacıyla aynı binanın önünde bir araya geldi. Normal şartlar altında bu olay Tunus’un bu küçük kabasında kalır, sonradan da yavaş yavaş sönümlenirdi. Olay büyük bir şehirde gerçekleşse ya ana akım medyanın sansürüne uğrardı ya da olay sıradanlaştırılıp toplumsal kökenlerinden kopartılarak aktarılırdı. Fakat Buazizi’nin kuzeninin protestoları kaydedip internette yayması Tunus gençlerini öfkelendirdi; cesaret öfkeyi takip etti.
1987’den beri ülkeyi yöneten Bin Ali ve ailesinin ülkeyi terk etmesine rağmen protestolar dinmedi. Protestocular ‘Degage! Degage!’ (Defol git!) sloganlarıyla yalnız mevcut hükümete değil, siyasetçilere, medyaya, spekülatörlere karşı tepkilerini dile getirdiler. Tüm müdahalelere rağmen Tunus’un meydanları tekrar tekrar işgal edildi, çadırlar kuruldu, forumlar düzenlendi.
Bu protestocular kimlerdi?
Önce bir yanılgımı paylaşayım. Birçok insan gibi Buazizi’yi Bilgisayar Bilimleri mezunu, iş bulamamış ve bu nedenle işportacılık yapan biri sanıyordum. Öyle okumuştum. Ama Castells’in bu konuya hiç değinmiyor oluşundan kuşkulanarak tekrar bir araştırdım. Bu yönde yapılan çok sayıda habere karşın Buazizi liseyi bile bitirememişti (http://en.wikipedia.org/wiki/Mohamed_Bouazizi). Belki de bu Buazizi’nin yüksek öğrenim gördüğüne dair yanlış haberlerin nedeni başından beri hareketin en önünde üniversite mezunlarından oluşan işsiz gençliğin varlığıydı.
Protestocular hakkında söylenebilecek bir diğer önemli şey ise muhalif siyasi partilerin yokluğuydu. Bu partiler harekette herhangi bir varlık gösteremedi. Sürecin bütününe bakıldığında zaman zaman fiili liderlikler ortaya çıktı ama hareketin bütününü yönetecek/yönlendirecek herhangi bir hareket yoktu. Hareketin içinde güçlü bir İslamcı akım olmasına rağmen bir İslami hareketten söz etmek de mümkün değildi. Protestolarda en çok söylenenlerden biri ise Tunus ulusal marşının şu dizesiydi: “insanlar bir gün yaşamak isterse, kader cevap vermek zorunda kalır.” Protestocular, Tunus’ta yaşananları “özgürlük ve hasiyet devrimi” olarak adlandırıyordu. Castells, kurumsal aşağılanmaya karşı hasiyet arayışının hareketin temel itkisi olduğunu belirtiyor.
Üniversite mezunlarının hareket içindeki etkinliği, harekette internet kullanımına dair bir yatkınlığa ve dolayısıyla yaygınlığa da neden oldu. Ayrıca ülkede internet ve cep telefonu kullanımının yaygınlığı ve tüm baskılara rağmen rejimle mücadele eden sibereylemcilik kültürünün varlığı harekette önemli bir rol oynadı. Facebook’ta ve Twitter’da örgütlenildi, tartışıldı. Göstericilere uygulanan şiddet Youtube’da teşhir edildi. Blog yazarları, haberlerin su yüzüne çıkmasında ve yayılmasında etkiliydiler. İletişimde mesajı iletenin kimliğine duyulan güven, mesajın benimsenebilirliğini arttırır. Bu nedenle, Facebook ve Twitter mesajlarının etkinliğine karşılık bloglar ‘kesin bilgi’ arayışında daha doyurucu oldular. Ayrıca Tunus’ta, El Cezire televizyonu da son derece etkin bir rol oynadı. El Cezire insanlardan gelen görüntüleri daha geniş kesimlerle buluşturmakla da kalmadı. Geliştirdiği iletişim programıyla, insanların doğrudan uydusuna bağlanabilmesine olanak sağladı.
Castells, şu anki hükümetin ideolojik yönelimine bakmaksızın Tunus’ta düşünsel anlamda bir devrim yaşandığını savunuyor. Castells’e göre siberuzamı işgal eden ve herhangi bir olumsuzlukta geri dönmeye hazır bilinçli bir kitle var. Ama daha ilginci bu deneyimin ve bilincin ağlarda yayılması oldu.
İzlanda: Tencere tava devrimi
Şimdi de yüzümüzü bir Avrupa ülkesine, İzlanda’ya dönelim. Buradaki olayların kökeninde yine bir ekonomik kriz ve bankaların oyuncağı haline gelen bir siyasal sistem var. İzlanda’da olaylar 11 Ekim 2008’de bir şarkıyla başladı. Şarkıcı Hordur Torfason İzlanda parlamento binası önünde banksterlere (bankacı ile gansgter kelimelerinin bileşiminden meydana geliyor) ve onlara hizmet eden siyasetçilere karşı bir şarkı söyledi. Bir kişi bu sahneyi çekti ve internete yükledi. Önce yüzlerce, birkaç gün sonra ise binlerce insan İzlanda’nın tarihi Austorvollur Meydanı’na geldi.
Protestolar 2009 yılında daha da yoğunlaştı ve 2009 yılının ocak ayında binlerce kişi ellerinde tencere ve tavalarla (bu yüzden mutfak devrimi ya da tencere tava devrimi deniliyor) parlamento binasının önünde toplandı ve hükümeti istifaya çağırdı. Hedefte yalnızca hükümet de yoktu. Protestocular bankalara boyun eğen siyasi sistemin de yenilenmesini talep ediyordu. Yapılan seçimler sonucunda muhafazakar partiler büyük bir yenilgiye uğradı. Sosyal demokratların ve “kızıl-yeşiller”in kurduğu koalisyon iktidara geldi. Yeni iktidarın programının üç önemli hedefi vardı:
- Krizin sorumlularının belirlenmesi
- Finansal kurumların yeniden düzenlenmesi
- Yurttaşların katılımıyla bir anayasa hazırlamak
İnternet ve demokrasi deyince ilk başta akla gelen eylemlerin internet üzerinden örgütlenmesi ya da medya tekellerinin gücünün kırılması oluyor. Ancak 320 bin nüfuslu İzlanda daha ileri bir adım atarak anayasayı internet aracılığıyla yapma girişiminde bulundu. Tartışmalar için Facebook, bilgilendirme ve yurttaşların sorularını yanıtlamak için Twitter, yurttaşlar ve anayasayı hazırlamakla görevli konsey arasında iletişim kurmak için Flickr ve Youtube kullanıldı. İnternetten ve internet dışından 16 bin öneri alındı ve bu öneriler sosyal ağlarda tartışıldı.
Castells, İzlanda’daki hareketin de Tunus’ta olduğu gibi yurttaşlık bilincini dönüştürdüğünü söylüyor. Ancak burada, 2013’te yapılan son seçimleri yine merkez sağın kazandığını ve sosyal demokratların yenilgiye uğradığını da ekleyelim.
Tunus ve İzlanda, sonraki protestolar için bir örnek oluşturdu. İnsanlara bir şeyleri değişebileceklerini gösterdi.
Her iki ülkedeki hareketlerde bilişim teknolojileri önemli bir rol oynadı. Ana akım medyanın yüzünü protestoculara dönmesi bile bu teknolojilerin kullanımı sayesinde oldu.
İkinci büyük benzerlik ise sembolik alanların işgali oldu. Alanların işgali siber ağların maddi hayatta somutlanmasının ve halk iktidarının bir ifadesi oldu. Castells alanların işgalinin üç önemli özelliği olduğunu belirtiyor:
1- Alanlar birliktelik yaratırlar. Birliktelik, yalnız olunmadığı hissiyle korkunun yenilmesi açısından önemlidir. Alandaki yaşam ve toplumsal ilişkiler, iktidarın karşısında, gündelik hayatta tamamen farklı bireylerin kendilerini “biz” diye ifade edebilmelerini sağlar.
2- İşgal edilen alanların sembolik bir anlamı vardır ve bireylerin kendi yaşamları üzerinde söz sahibi olma iradesini ortaya koyar.
3- Alandaki özgür birliktelik, temsil haklarını geri almaya yönelik siyasi bir uzam yaratır.
Mısır
2011 yılının ocak ayında başlayan protestolar Hüsnü Mübarek’in 30 yıllık iktidarının son bulmasıyla sonuçlandı. 2011 öncesinde de Mısır’da büyük protestolar (2005 ve 2010 yıllarındaki hileli seçimlere yönelik protestolar, 2005’teki kadın hakları mücadeleleri, 2008’deki tekstil işçileri grevi) yaşanmış ve şiddetle bastırılmıştı. Ayrıca sosyal ağların toplumsal hareketlerde kullanımı da yaygındı.
25 Ocak’ta başlayan protestoları başlatan da İzlanda’da ve Tunus’ta olduğu gibi bir video oldu. Gıda fiyatlarına yapılan zamların ardından birçok kişi aç kalmış ve yine Tunus’ta olduğu gibi insanlar protesto amaçlı kendilerini yakmışlardı. 18 Ocak günü gençlik hareketinin önde gelen isimlerinden Esma Mahfuz, Facebook sayfasında paylaştığı videoda dört Mısırlı’nın kendisini yakması nedeniyle, insanların utanması gerektiğini söylüyor ve 25 Ocak’ta Tahrir (Özgürlük) Meydanı’nda olacağını duyuruyordu. Mahfuz, sessizliğin suça ortak olmak olduğunu belirterek insanları sokağa çıkmaya ve içinde yer aldıkları tüm sosyal ağları harekete geçirmeye çağırıyordu.
25 Ocak, Ulusal Polis Günü olması nedeniyle manidar bir gündü. O gün on binlerce insan Tahrir Meydanı’ndaydı. Farklı tarihlerde iki milyondan fazla kişi Tahrir’de Mübarek’i istifaya çağırdı. Şiddetli çatışmalar yaşandı. Yüzlerce insan hayatını kaybetti, binlercesi yaralandı. Tunus’ta olduğu gibi protestolar Facebook üzerinden planlandı, Twitter üzerinden koordine edildi, bloglarda tartışıldı, cep telefonu mesajlarıyla daha geniş kitlelere iletildi ve Mübarek yönetiminin şiddetinin Youtube’e aktarılmasıyla küresel empati ağları oluşturuldu.
Tahrir gibi sembolik anlamı olan meydanların işgali hareketin görünür kılınması açısından önemliydi. Castells, sosyal ağların bu meydanlarda çeşitli özyönetim ve dayanışma biçimlerini denediğini söylüyor ve buralardaki cemaat dayanışmasının sonraki işgal (occupy) hareketlerine örnek olduğunun altını çiziyor:
Bu dayanışma işgal sırasında gündelik hayatın lojistiğinin (temizlik, gıda ve su ihtiyacının karşılanması, tıbbi bakım, hukuki yardım, iletişim) özyönetiminden tutun, 21 Kasım kuşatması sırasında Müslümanlar cuma namazındayken meydanın Hristiyan Kıptiler tarafından korumasına varıncaya kadar çok çeşitli biçimlerde ifade edildi (s. 66).
Yeryüzü iftarlarını hatırlayalım… Ya da haziran günlerinde Taksim’de bir cuma namazında çekilmiş aşağıdaki fotoğrafı:
Ayrıca işgal hareketleri hareketin dünya medyasında somutlanmasını sağladı. Herhangi bir yerde, belirli bir süre içinde soyut eylemcilerin yaptığı eylemler yerine işgalin kahramanları ete kemiğe büründü. Profesyonel medyanın işgal alanını sürekli izlemesi ve haberleştirmesi, uluslararası desteği arttırdı. Castells bu durumu şöyle özetliyor:
İnternetteki sosyal medya, halkın sosyal medyası ve anaakım medya arasındaki bağlantı, yeni kamusal alanı siberuzam ile kent uzamı arasındaki dinamik etkileşime yerleştiren işgal edilmiş bir toprağın varlığı sayesinde mümkün oldu.
Ayrıca ağların ağı olan internetin gücünü yalnızca bilişim teknolojileri ile sınırlamamak gerekiyor. İnternet, farklı sosyal ağların bir birine bağlanmasına da yardımcı oldu. Kenar mahalleler, dini ağlar, futbol taraftarı grupları…
Diğer Arap ülkelerinde de benzer protestolar ortaya çıktı. Castells bu hareketlerin evriminde iktidarın tepkilerinin önemli bir rolü olduğunu savunuyor. İktidar politikalarına göre hareketler ya reformcu bir çizgiye ya da daha sert çatışmalara yöneldiler. Libya ve Suriye örneklerinde olduğu gibi jeopolitik dengelerin sürece doğrudan dahil olmasıyla hareketler farklı yönlere evrildi.
Tunus’ta ve Mısır’da gerçekleşen protestolar ve kazanımlar, yıllardır hem siyasi hem de ekonomik olarak ağır koşullar altında yaşayan Arap halkları için bir umut oldu. Her gün aşağılanmalara maruz kalan Arap halkı ekmek ve haysiyet için ayağa kalktı. İnsanlar internette örgütlendiler, tartıştılar ve kent uzamına aktılar. İnternetin bu hareketlerdeki rolü neydi?
Castells, teknolojinin toplumsal hareketleri ya da davranışları belirleyeceği iddiasında değil. Fakat, dijital ağların toplumsal muhalefet için siyasal özerklik anlamı taşıdığını, iktidarın kontrol edemediği bir iletişim ağı yarattığını iddia ediyor. Castells’in referans gösterdiği, Hussain ve Howard’ın çalışmalarında, internet iletişim teknolojilerinin kullanılması ve yayılmasının
- demokrasiyi güçlendirdiği
- yurttaşların katılımını arttırdığı
- sayısal ağların olayların nedeni olmasa da bunlara zeminin hazırladığı
- sayısal teknolojilerin genç nüfus arasındaki yaygınlığının, hareketlerin yoğunluğunu ve gücünü etkilediği
- bölge hakları arasında ağlar oluşturduğu
- uluslararası destek ağlarının oluşturulmasını sağladığı
belirtiliyor.
Tabi hareketlerin ortaya çıkış, yayılma ve sayısal teknolojilerini kullanım motiflerinin benzerliğinden yola çıkarak komplo teorileri üretmek de mümkün. Zaten bu hareketler süresince istihbarat servislerinin olaylara sadece seyirci kalıp herhangi bir müdahale girişiminde bulunmadığını düşünmek fazla iyimserlik olur. Eğer sadece Arap ülkelerinden söz ediyor olsaydık ve İzlanda sadece bir istisna olsaydı iletişim teknolojilerinin rolünü fazla abartmış olurduk. Sayısal iletişim teknolojilerinin daha yaygın kullanıldığı ülkelerde neden bir hareketlilik yok diyerek başka bir tartışmaya girebilirdik. Ama benzer toplumsal hareketlere tamamen farklı toplumsal koşullara sahip ülkelerde de rastlıyoruz. Şimdi önce İspanya’ya sonra da ABD’ye bakalım.
İspanya: Öfkeliler
İspanya’daki hareket de ekonomik krizin ortasında, genel işsizliğin %22, gençler arasında işsizliğin %47 olduğu bir dönemde ortaya çıktı. Üstelik bu sefer iktidarda İzlanda’da olduğu gibi sağ partiler değil sosyalistler vardı. Hükümet, sağlık, eğitim ve sosyal hizmetlerde bütçe kesintileri uygulamaktaydı. Sendikalar zayıf, toplumsal muhalefet dağınıktı. Siyasetçilere ve siyasi partilere güven alt seviyelerdeydi.
Bu bağlamda, Facebook’ta rahatsız yurttaşlarca oluşturulan “Yurttaş Yanlısı Seferberlik Gruplarını Koordinasyon Platformu” adlı grup muhalefeti örgütleyici bir rol üstlendi. İzlanda’nın da etkisiyle bu grup, “Gerçek Demokrasi Şimdi” adlı bir eylem grubuna dönüştü. Bu eylem grubu, farklı kentlerde örgütlenen özerk ağlardan oluşuyordu. Bazı yerlerde yüz yüze toplantılar da yapılıyordu. 2 Mart 2011’de yayınladıkları bir manifesto’da, ülkedeki siyasi sistemin tıkanıklığından söz ediliyor ve sisteme olan öfkelerini dile getiriyorlardı. Ayrıca şöyle deniliyordu:
…Biz insanız, mal değiliz. Ben sadece satın aldığım şey, onu satın alma nedenim, onu kim için satın aldığım değilim (s. 106).
(Burada yine hareketlerin ortak bir özelliği karşımıza çıkıyor. Birçok harekette gayet belirgin bir kapitalizm eleştirisi olmasına rağmen herhangi bir sosyalist tahayyül gözlenmiyor.)
“Gelin, hep birlikte değiştirelim” çağrısıyla insanlar 15 Mayıs’ta sokaklara çıkmaya çağrılıyordu. Bu çağrı hem medya hem de partiler ve sendikalar tarafından görmezden gelindi. Sadece sosyal ağlarda örgütlenen bu eyleme, Madrid’de 50 bin, Barcelona’da 20 bin, Valencia’da 10 bin ve diğer 50 şehirde on binlerce kişi katıldı. Sonraki günlerde, meydanlar işgal edildi ve tüm müdahalelere karşın bu işgaller Temmuz ayına kadar devam etti. Hareket, ilk eylem tarihi nedeniyle 15-M olarak adlandırılsa da medya, Fransız filozof Stephane Hessel’in broşüründen yola çıkarak eylemcileri indignados (öfkeliler) diye popülerleştirdi. 23 Temmuz’da İspanya’nın dört bir yanından gelen 250 bin kişinin katılımıyla bir eylem düzenlendi.
Sosyal ağlarda örgütlenme ve alanların işgali gibi pratiklerin yanında eylemlerin katılımcılarının profili de Arap ülkelerindekine benziyordu: 20-35 yaş arasındaki üniversite öğrencileri ve işsiz üniversite mezunları. Hayat şartlarının ağırlaşması nedeniyle yaşlılar da protestolara katıldılar. Bazı kaynaklara göre toplumun %75’i bazılarına göre ise %88 hareketi destekliyordu.
“Gerçek Demokrasi Şimdi” ağının kurucularından Javier Torret’in de belirttiği gibi hareketin sosyal medyadaki faaliyetleri, ana akım medyanın tekelini kırmayı başardı. Torret bu durumu, medya sonrası bir hareket olarak değerlendiriyor:
Medya sonrasıdır, çünkü bugün mevcut olan katılımı ve iletişim aygıtları, teknolojileri ve ortamlarının teknosiyasi olarak yeniden sahiplenilmesi söz konusudur (s. 110).
Öfkeliler hareketi, bir çok benzeri gibi, somut bir kazanım elde edemeden zamanla sönümlendi. Fakat Castells asıl dönüşümün insanların zihinlerinde olduğunu söylüyor. Castells’e göre insanlar artık başka türlü düşünüyor ve geleceğe dair bir değişim umuduna sahipler. Bu nedenle Castells, İspanya’daki hareketi rizomatik bir devrim olarak nitelendiriyor. Rizom, bir bitkinin yer altında kalan kökleri ve parçası için kullanılır. Ayrıca bu parçalar, kökten ayrılmaları durumunda da yeni bir parça doğurma potansiyeline sahiptir:
Yeni hayatın kökleri her yere yayılır, merkezi bir plan yoktur, ama hareket eder ve ağlar oluşturur, enerji akışını korur, baharı bekler. Çünkü düğümler her zaman birbirine bağlıdır: Yerel ve küresel internet ağ düğümleri var; bir de en devrimci eylemi kendisini yeniden icat etmek olan yeni bir devrimin nabzıyla titreşen ağlar (s. 133)
ABD: Kapitalizmin merkezinde yangın
Arap ülkeleri, İzlanda, İspanya vd. Tüm olağanüstülüklerine rağmen her biri bir ölçüde anlaşılır hareketlerdi. Ama ABD ekonomisini yakından takip edenler için bile beklenmedikti. Emlak piyasasının çöküşü, binlerce kişinin evsiz kalması, finansal krizler… Ve tüm bunlar yaşanırken en üstteki %1’lik kesimin giderek zenginleşmesi!
Bilişim teknolojilerinin ABD’deki yaygınlığını tartışmaya bile gerek yok. Belki de ABDliler’e yönelik ön yargılarımız nedeniyle daha çok şaşırdık. Ancak aylar öncesinden de sosyal ağlardaki tartışmalar yaşanacakların sinyallerini vermekteydi.
13 Temmuz 2011’de Adbusters Vakfı’nın çıkardığı bir dergi olan Adbusters’ın blog’unda şöyle yazıyordu:
#occupywallstreet
Bir Tahrir anına hazır mısınız? 17 Eylül’de aşağı Manhattan’a akın, çadırlar, mutfaklar, barışçı barikatlar kurun ve Wall Street’i işgal edin (s. 143).
17 Eylül, Mısır’ın 25 Ocak’ı gibi anlamı bir tarihti, Amerikan Anayasası’nın imzalanmasının yıl dönümüydü. İlk gün 1000 kişi geldi ve Zucotti Park’ı işgal etti. Sonrasında yine benzer bir süreç yaşandı! Polis yüzlerce göstericiyi tutukladı, bunu protesto etmek için eylemler yapıldı, polisin baskısını gösteren videolar youtube’da paylaşıldı ve katılımlar daha da arttı. İşgal eylemleri tüm ABD’ye yayıldı. Çok küçük (örneğin 430 nüfuslu) kasabalarda bile işgaller gerçekleşti. Castells işgal hareketlerinin önemini şu sözlerle açıklıyor:
Dolayısıyla işgal hareketi yeni bir uzam biçimi inşa etti: Belli bir toprak üzerinde bir mekanlar uzamı karışımı ve internette bir akışlar uzamı. Biri olmadan diğeri işlemez; harekete damgasını vuran da bu melez uzamdır. Mekanlar yüz yüze etkileşimi; deneyimlerin, tehlikenin ve zorlukların paylaşımını, ayrıca polisle karşı karşıya gelmeyi, yağmura, soğuğa ve gündelik hayatlardaki rahatın kaybına birlikte dayanmayı mümkün kıldı. İnternetteki sosyal ağlar bu deneyimin iletilmesine ve güçlenmesine olanak sağladı, tüm dünyayı hareketin içine taşıdı, daimi bir dayanışma, tartışma ve stratejik planlama forumu yarattı (s. 151).
Bir diğer deyişle, işgal hareketi yeni yaşam pratiklerine, internet de bu pratiklerin yaygınlaştırılmasına yardımcı oldu. Castells ayrıca ağların hareketin iç bütünlüğünü ve dışarıdan destek sağlama konusundaki rolüne de dikkat çekiyor. Binlerce kişi polis saldırılarına karşı Twitter aracılığıyla seferber oldu. Bu sefer insanların hikayelerini anlatan ana akım medyadaki her şeyi bilen uzmanlar değil doğrudan kendileriydi. Occupy Wall Street eylemleri, Tumblr adlı blog sosyal ağının da kullanımıyla diğer işgal eylemlerinden farklılaşıyordu. Castells’in Graham-Felsen’den aktardığı gibi Tumblr, güçlü bir hikaye anlatma ortamı olarak hareketi insanileştirdi. Borç batağına sürüklenen, hayalleri çalınan, aileleri parçalanan insanların hikayeleri son derece etkili oldu. Ayrıca, eylem alanlarından canlı görüntüler ve polis müdahalelerinin canlı aktarımı ana akım medyanın sansürünün aşılmasını sağladı.
İnternet, diğer ülkelerde olduğu gibi ABD’de de seferberlik, örgütlenme, kafa yorma, koordine olma ve karar verme konusunda etkili bir araç oldu. Fakat tüm bunların da ötesinde lidersiz bir hareketin ayakta kalmasını sağladı ya da ağların yataylığı böyle bir liderliğe izin vermedi. Başta ABD olmak üzere birçok ülkedeki eylemciler, siyasi partilere ve siyasetçilere mesafeli davrandılar. Siyasetçilerin kendi adlarına konuşmasını istemedikleri gibi örgütlenmelerinde özerkliğe ve bağımsızlığa büyük bir önem verdiler. İnternet mi bunu sağladı yoksa ağlarda örgütlenen insanların toplumsal pratikleri böyle olduğu için mi başka türlüsünü düşünemiyorlardı… Bilmiyorum… Ama internetin özerkliğin toplumsal inşasında ayrıcalıklı bir platform olduğunu vurgulayan Castells’e katılıyorum.
Son olarak şunu da belirtmeden geçemeyeceğim.
Kitabı oldukça bilgilendirici ve düşündürücü bulmama rağmen Facebook ve Twitter vurgularından rahatsız olarak okudum. Neyse ki kitabın 156. sayfasında ABDli eylemcilerin, Facebook’un mülkiyete dayalı bir platform olduğunun altını çizmeleri ve alternatif sosyal ağları önermeleriyle biraz rahatladım.
İnternetin ademi-merkeziyetçi yapısı olmazsa özerklik de olmaz. Bugün interneti internet yapan da budur. İnternet şirketlerin ve hükümetlerin eline geçtiğinde isyan da umut da olmayacak…
(*) Castells, M. (2013). İsyan ve Umut Ağları: İnternet Çağında Toplumsal Hareketler. (çev. Ebru Kılıç). Koç Üniversitesi Yayınları.