İş cinayetleri ve yeni sendikal örgütlenme istemi – Murat Özveri (Sendika.Org)
Spread the love

İş cinayetleri hızını kesmeden devam ediyor. Soma’da yaşananların üzerinden bir yıl geçti. Bu bir yılda değişenler değişmeyenler, değiştirilmesi gerekenler tartışıldı. Soma’da yaşananların cinayet olduğunun altı bir kez daha çizildi.

Bir iş hukukçusu olarak, Soma’da yaşanan iş cinayetleri sonrasında Türkiye’nin değişik bölgelerinde, işçilerle, sendikalarla, mühendislerle, iş güvenliği uzmanlarıyla, işyeri hekimleriyle, iş hukukçularıyla, yapılan toplantılara katıldım. Tartışmaları izledim.

Katıldığım toplantıların iki yüzü olduğunu gördüm. Birinci yüzünde, konuşmacılar, iş cinayetlerinin nedenleri, önlenme biçimleri gibi tespit ve çözüm odaklı görüşlerini açıklıyor, dinleyiciler de açıklamalar üzerinden sorularını soruyordu. Bu görünen yüzdü. Bir de toplantıların görünmeyen, katılımcıların genellikle görüş açıklayan panelistlere-konuşmacılara arada birebir soru sordukları ikinci yüzü vardı. Toplantıların görünmeyen bu ikinci yüzünde sorular netti: “İş kazası olduğunda ben ne yaparsam sorumluluktan kurtulurum?”

Bu soru, siz ne anlatırsanız anlatın, siz iş cinayetlerinin nedenleri, çözüm önerileri için ne söylerseniz söyleyin, iş cinayetleri devam edecek inancının dışa vurumuydu. İş cinayetleri olacak, işveren, iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi, sendikacı, mühendis, ustabaşı olarak ben ne yaparsam yaşanan iş kazalarından sorumlu olmaktan kurtulurum diyorlardı.

Soma’nın üzerinden geçen bir yıl, ortada önlenmesi gereken bir cinayet sistemi varken neden iş güvenliği uzmanı ve hekimlerinin cinayet işlendikten sonra öncelikle kendilerinin sorumluluğunu azaltacak/kurtaracak çözüm yollarını sorduklarını gösterdi. Son dönemlerde iş cinayetlerinin görünür olmasında, nedenlerinin anlaşılmasında çok önemli bir işlev gören İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi raporları onları doğruladı. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi raporlarına göre, 2015 yılının ilk üç ayında bir Soma daha yaşandı, 351 işçi yaşamını yitirdi. Aynı raporlara göre sadece 2015 yılı mayıs ayında 161 işçi iş cinayetlerinde öldü.[1]

Üstelik iş cinayetleri bir önceki yılların aynı dönemine göre sürekli artarak devam etti. “2012 yılının Mayıs ayında 69 işçi, 2013 yılının Mayıs ayında 114 işçi, 2014 yılının Mayıs ayında 427 işçi, -ki geçen yıl 13 Mayıs’ta Soma’da 301 madenci katledilmişti- 2015 yılının Mayıs ayında ise 161 işçi yaşamını yitirdi.”[2]

Bir yıl içerisinde katıldığım toplantılarda iş cinayetlerinin önlenmesi için “proaktif önlemler” almanın önemine sık sık vurgu yapıldığını gördüm. Proaktif önlem, iş kazası ve meslek hastalıklarına neden olan etkenlerin, kaynağında yok edilmesine dönük önlemler bütünü olarak tanımlanıyordu.

İş cinayetlerini ortadan kaldırmayı hedeflediğinizde çok önemli olan bu tespitin, iş kazalarının kaçınılmaz olduğunu kabul eden bir anlayışın hâkim olduğu çalışma yaşamında nasıl tersine çevrildiğine tanık oldum.

Örneğin, işçinin parmaklarının kopmasıyla sonuçlanan bir iş kazasında, ceza dosyasına sunulan belgeler incelendiğinde işverenin işçiyi işe alırken “Teslim tutanağı” başlıklı bir belge imzalatmış olduğunu gördüm. Teslim tutanağında işçiye verilen malzemelerin sıralandığı bölümün üstünde “açık kalıplarda ayak pedalı kullanmayacağım” diye bir ifade yer almaktaydı. Normalde işçinin kaza geçirdiği makinede sensör bulunmaktaydı. Sensör devrede olduğunda, işçinin elinin belli bir mesafeyi aşacak kadar makineye yaklaşması halinde makine otomatik olarak durmaktadır. Sık sık makinenin durması ise zaman ve üretim kaybına neden olmaktadır. Oysa sensörün işlemediği ayak pedalıyla çalışılması üretimi hızlandıracaktır işverene göre. Ancak işveren, ayak pedalı ile çalışıldığında kaza olabileceğini öngörmüştür. Öngördüğü için işçiden taahhüt almıştır. Ne var ki ayak pedalı kullanarak işçiyi çalışmaya zorlayan da işverendir. İşverenin öngörüsü gerçekleşip, kaza olduğunda mahkemenin inceleme yaptırdığı bilirkişi kurulu işçiyi ayak pedalı kullanmayacağını belirttiği halde sensörü devre dışı bırakarak çalıştığı için “birinci dereceden kusurlu bulmuştur.[3] İşçinin işverenin talimatı olmadan güvenliğini riske ederek sensörü kapatması her şeyden önce yaşamın olağan akışına aykırıdır. Aksine işverenin talimatıyla sensörün kapatılmış olma olasılığı maddi gerçekliğe çok daha uygun bir sonuçtur. Ne var ki bu tür detaylar üzerinde hiçkimse durmak gereği duymamıştır.

Bir başka örnek olayda işçi kaza geçirmekle kalmaz bir de iş güvenliği önlemlerine uymayarak kendisi ve iş arkadaşlarının güvenliğini tehlikeye düşürdüğü için tazminatsız işten çıkarıldı. Yargıtay bilirkişi raporunu dayanak gösterdi ve dedi ki: “Bilirkişi raporlarına göre davacının daha seri çalışmayı sağlamak için emniyet tertibatını devre dışı bıraktığı ve iş kazasının meydana gelmesinde kusurlu olduğu anlaşılmıştır. Davacının eyleminin, İş Kanunu’nun 25/II-I bendi kapsamında işçinin kendi isteği ile veya işini savsaması sonucu işin güvenliğini tehlikeye düşürmesi niteliğinde olduğu ve işverenin buna dayanarak yaptığı feshin haklı olduğu anlaşıldığından davacının kıdem ihbar tazminatının reddi”[4] gerekir.

Bilirkişiler, işverenin emri olmadan işçinin daha seri çalışmada ne tür bir çıkarı olduğunu araştırmadı. Görünen gerçekliğe maddi gerçeklik bir kez daha feda edildi.

Tüm bu sürece bütünsel olarak baktığımızda, iş kazaları, meslek hastalıkları devlet, işveren, işçi, iş sağlığı iş güvenliği uzmanları, işyeri hekimleri, sendikacılar tarafından öngörülebilen olaylardır.

Devlet ve işverenlerin iş kazalarının önlenmesi gibi bir sorumlulukları olmakla beraber bunu sorun etmemektedir. Devlet ve işverenler iş kazaları meydana geldiğinde sorumluluktan kurtulmayı öne alan bir tutum içerisindedirler. Örneğin, rödövans sistemi aracılığıyla madenleri özelleştiren devlet 2010 yılında Maden Yasası’na ek 7. Madde’yi eklemiştir. Ek 7. Madde’ye göre “İş sağlığı ve güvenliği ile ilgili idari, mali ve hukuki sorumluluklar rödövansçıya aittir.”[5] Devlet de sadece kâr için, ucuz işçiliğe dayalı üretimin işçilerin ölümüne neden olacağını bildiği için, kendisini garanti altına almak amacıyla Maden Yasası’nı değiştirip sorumluluğu rödövansçıya yüklemektedir.

Ucuz işçilik üzerinden küresel piyasalarda rekabet üstünlüğü sağlamaya dönük bir ekonomik model, ister istemez işçi sağlığı iş güvenliği önlemlerini bir maliyet unsuru olarak görecektir. Devletin benimsediği, işverenleri teşvik ettiği bu sistemde sistemin sürmesi işçiliğin ucuz olmasına sıkı sıkıya bağlıdır. İşçinin yaşamını dert edinerek sistemden vazgeçmeleri ise olanaklı değildir. Dolayısıyla işveren ve devletten bir başka yaklaşım beklemek asla gerçekçi değildir.

Öte yandan işçi sağlığı iş güvenliği önlemlerinin alınmasında 6331 sayılı yasayla görevlendirilmiş olan işçi sağlığı iş güvenliği uzmanları, iş yeri hekimleri işveren otoritesini denetleyebilecek ölçüde güvenceye sahip değildir. Güvenceye sahip olmalarına da hükümet izin vermemektedir. 4 Nisan 2015 tarihinde yürürlüğe giren 6645 sayılı (torba yasa) yasa bu tutumun en son örneğidir.

6645 sayılı yasa 6331 sayılı yasayı değiştirirken iş yeri hekimleri ve iş güvenliği uzmanları için güvenceyi bir yıllık sözleşme ücretleri ile sınırlı tutmuştur. İşverene bir yıllık sözleşme ücretini ödeme koşuluyla fesih hakkı tanıyan bu düzenlemeye gerçek anlamda istihdam güvencesi demek olanaklı değildir. Hükümet, yapılması gerekeni yapmaktan kaçınmıştır. İş yeri hekimleri ve iş güvenliği uzmanlarının iş sözleşmesini haksız feshinde feshin geçersizliği ve çalışmasalar da ücret ve sosyal haklarının ödenmesi olması gerçek güvence sistemidir. Hükümet ise, gerçek anlamda güvence getirecek bir düzenleme yapmaktan özenle kaçınmıştır.

Dolayısıyla sorunun merkezinde güvencesizlik yatmaktadır. Güvencesi olmayan işçi, güvencesi olmayan iş yeri hekimleri ve iş güvenliği uzmanları, işveren otoritesi karşında etkili bir güç olamayan sendikacı, iş cinayetlerini önleyebilecek durumda olamayacaklardır. Çünkü iş cinayeti yaşanmaması için yapacağı her uyarı işçiyi de, iş yeri hekimini de, iş güvenliği uzmanına da işinden olma riski yaratır.

Güvence ise, ancak sendika, özgür toplu pazarlık ve grev hakkının varlığı ile sağlanabilir. Renault’da başlayıp, tüm metal sektörüne yayılan işçi eylemleri yakılmış bir işaret fişeğidir. İşçiler, yatay örgütlenmelerle denetlenmeyen merkezi sendikal yapıların, işveren ve devlet güdümünden çıkamayacağını göstermişlerdir. İşveren ve devletten bağımsız olmayan sendikalar işçi haklarını koruyarak ayakta kalamazlar. İşveren ve devlete bağımlı sendikaların gücü işçileri işveren ve devletin öngördüğü doğrultuda kontrol edebilmelerine bağlıdır. Bu nedenle bu tip sendikalar, devletin kendilerine çizdiği yasal sınırları aşmaktan delicesine korkarlar.

Merkezileşmiş sendikaları gerçek işlevlerini görür hale getirecek olan, işçi temsilciliği, işyeri konseyleri, işyeri sendikaları, federasyon gibi tüm örgütlenme biçimlerinin serbest bırakılmasıdır. Mutlak anlamda güvenceye kavuşturulmuş, işveren tarafından haklı neden olmadan iş sözleşmesi sona erdirilemeyen, erdirilmesi halinde ücret ve sosyal haklarının haksız fesih ortadan kaldırılana kadar ödendiği, seçimle belirlenen işçi temsilciliği, işyeri konseyleri üzerinden yeni bir sendika modelini yaşama geçirmek için metal işçisinin yaktığı işaret fişeğini takip etmek etkili çözümün ilk adımıdır.

[1] İş Cinayetleri Raporları www.guvenlicalisma.org

[2] a. g. r.

[3] Gebze 1. Sulh Ceza Mahkemesi, 2012/180 E. sayılı dosya

[4] Yargıtay 9. HD. 2012/9461 E., 2014/14283 K, 05.05.2014 T. Sayılı yayımlanmamış kararı

[5] 3213 sayılı kanunla 5995 Sayılı maden kanununa eklene ek 7. Madde: “Maden ruhsat sahiplerinin, ruhsat sahalarının bir kısmında veya tamamında üçüncü kişilerle yapmış oldukları rödövans sözleşmelerinde, bu alanlarda yapılacak madencilik faaliyetlerinden doğacak İş Kanunu, iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili idari, mali ve hukuki sorumluluklar rödövansçıya aittir. Ancak bu durum ruhsat sahibinin Maden Kanunundan doğan sorumluluklarını ortadan kaldırmaz.”


Spread the love