Felaketler çağında yaşıyoruz desek yalan olmaz. Sadece bizim memlekette değil, dünyanın neredeyse tamamında bu felaketlerin yarattığı krizleri doğru yönetme kabiliyetinden uzak akılların, uzunca bir süredir ‘yönetme’ yetkisini ellerinde tutmasını da üzerine eklersek duyduğumuz kaygılar yerli yerine oturuyor. Sosyal medyada mizahı yeterince yapılan ‘2020 felaketleri’ serisini tekrar saymayacağım, zira Covid-19 salgını bir süredir hepsini unutturacak etkiyi yarattı bile. Güdük mü güdük “#evdekal” çağrısına bir şekilde uyabilip eve hapsolmanın, sokağa çıkmaktan daha ayrıcalıklı hissettirdiği ilginç bir dönem…

Her gün işlerine giden milyonlarca çalışanın büyük bir kısmının hayatında, kaygı ve korkunun artması dışında değişen bir şey yok. Ücretli izin talebinin yok sayılması, ekonomik krizdeki katmerlenmenin getireceği maddi yük, sağlık hakkına erişimdeki soru işaretleri, sevdiklerimizi korumaya çalışmanın stresi, hayatın doğal akışı yeterince zor değilmiş gibi milyonların sırtına bindi. Bir kısmımızın hayatında sonuçları çok net olan değişiklikler var. İşinden olanlar, ücretsiz izne çıkarılanlar, şimdilik yıllık izin haklarına el konup sonrasında muhtemelen ücretsiz izne mecbur kalacaklar için salgının etkileri net, gelecekleri ise artık daha belirsiz. Kısa çalışma ödeneğinden faydalanabilen şirketlerin çalışanlarının hayatları da bir süreliğine daha az ama mutlak biçimde olumsuz etkilendi. Ücretsiz izne çıkarılmalarına rağmen kendilerinden talep edilen işleri evlerinden yetiştirmeye çalışan meslektaşlarımızın durumu ise daha da net. Hem çalışıyorlar, hem ücret almıyorlar, hem de evden çıkamıyorlar. Salgından önce zaten işsiz olanların durumunu konuşamıyoruz bile…

Çalışanların bu büyük çoğunluğu için çok yerinde talepler en başından beri dillendiriliyor. Türk Tabipler Birliği’nin ve DİSK’in ifade ettiği, sonrasında TMMOB’nin ve diğer örgütlerin de sahiplendiği taleplerin yerine gelmesi halk sağlığı ve artırılmış sefaletten korunmak için acil ihtiyaç.
Evde kalamayanların, hayatları iki göz odaya sığamayanların acil ihtiyaçları yeterince görünür ve sarsıcı. Bunun yanında ise daha az görünür olan, hatta subjektif görüşlerden öteye geçmiş bir yargı henüz oluşturmamış bir kesim daha var: ‘Home Office’ çalışanlar. Ben onlara ‘home hapis’* demeyi tercih ediyorum…

Evden çalışabilenlerimiz, kendilerini daha şanslı hissediyorlar. Kansıksanmış bir marjinal fayda gözüyle baktığımızda çok anlaşılır bir his olduğu açık. Hem virüsün yayılmasına karşı kendilerini koruyabilecekleri ‘güvenli’ bir alandalar, dışarı çıkmak zorunda değiller. Hem de evden çalışmaya devam edebildikleri için ücretlerini almaya devam ediyor, (şimdilik) koronavirüs salgınının ekonomik etkilerinden en az şekilde etkilenmiş oluyorlar. Sevdiğimiz tabirle “win-win” durumu… Zaten her gün işe gitmekten çok da memnun olduğunu söyleyemeyeceğimiz bu grubun işine gelmiş gibi görünüyor.
Rutin yaşantılarında fazla mesai, hafta sonu çalışma, sürekli seyahat halinde olma gibi sebeplerle evde geçirebileceği zaman oldukça kısıtlı olanlarımız için evden çalışmanın ilk günlerinin fiziksel bir dinlenme fırsatı yarattığını itiraf etmeliyim. Fakat zihinsel olarak tam tersi bir durumla karşı karşıyayız…

Artık asıl işimizin yanında bir çağrı merkezi çalışanının sarf ettiği eforu da sarf ediyoruz. Hem işin gerektirdiği zihinsel faaliyeti yürütürken hem de sürekli kulaklıktan gelen sesleri ya da bilgisayar ekranından bize bakan gözleri tatmin ederek çalışmamız gerekiyor. Zaten yüz yüze iletişime göre çok daha kısıtlı olan iletişim araçlarıyla derdimizi anlatmaya çalışıyor, günlerdir evde olmanın verdiği gerginlikle ‘profesyonel nezaket’ sınırlarını aşmadan stresimizi yönetmeye çalışıyoruz.
İş yerinde çalışırken öğle arasının bir kısmında yemeğimizi yiyip, kalan kısmında kendimizi günün kalan yarısına hazırlamaya çalışırken, şimdi apar topar yemek hazırlayıp öğle arası bitmeden yemeye çalışıyoruz. Artık işyerimizde yemek, temizlik gibi çoğunlukla taşeron çalıştırılan mesai arkadaşlarımızla aramızdaki iş bölümü yok… Yemekhane çalışanının işini de biz yapıyoruz, temizlik personelinin işini de biz yapıyoruz. Onlarsa muhtemelen ücretsiz izinde veya artık işsizler. Çünkü taşeron firma sattığı hizmet kadar ödeme alıp ücretlerini ödeyebildiğini söylüyor. Bugüne kadar biriktirdikleri konusunda ise sessizler.

Evden çalışsak da, çalışamadığımız için evde olsak da hepimizin faturaları bu ay normalden fazla gelecek. Çünkü hiç olmadığımız kadar evdeyiz. Sık sık ellerimizi yıkıyor, bilgisayarlarımızı gün boyu açık tutuyoruz. Bağışıklık sistemimizi güçlü tutmak için iyi beslenmeye çalışıyor, soğuk algınlığından kaçıyor, evimizi sıcak tutuyoruz. Aslında bunları yaşayabilmek için olduğu kadar, işimizi sürdürebilmek için de yapıyoruz. Maaşını hiçbir kesinti olmadan almaya devam edenler için, salgın sürecinin geçici olduğunu düşünürsek, işsiz kalmaktansa kısa süreliğine katlanılabilir bir masraf olduğunu varsayabiliriz. Fakat ya maaşını alamayanlar? Peki ya rutin çalışma düzenimiz bu olsaydı?
İşlerimizi masa başında yapabiliyor olduğumuz için evlerimizdeyiz. İşyerlerimizin asgari ergonomik koşulları sağladığını, sandalyemizin, masamızın bel ağrılarımızı en aza indirdiğini ve her evdeki koşulların bunu sağlamadığını varsayarsak; çalışırken ortopedik sağlığımızı da kendimiz korumak zorundayız. Kısıtlı da olsa işe gidip gelirken veya iş yerlerimizdeyken yaptığımız hareketleri de artık yapmıyoruz. Ya kabullenip iyice miskinleştik, ya da artık kayıtlı olduğumuz spor salonundaki çalışanların işini de evde kendimiz yapıyoruz.

Evden çalışanların bir kısmı rutinin çok üstünde bir kontrol baskısı altında çalışıyor. Her an çevrimiçi olup olmadığı kayıt altına alınıp, yanlışlıkla 15 dakika internet bağlantısı kopsa ‘işten kaytaran dolandırıcı pislik’ muamelesi görmek yüksek bir olasılık…
İçinden geçtiğimiz sürecin ‘normal’ olmadığının tabi ki hepimiz farkında olmalıyız. Çalışma hayatlarımız da olağan seyrinin dışında sürüyor. Bu geçici ve olağanüstü süreçte toplumsal dayanışmanın, yaşlılar için alışveriş yapmak gibi, sağlık çalışanlarının mesleki sorumluluklarını gözlerini kırpmadan yerine getirmeleri gibi, birbirimizi korumak için sarılıp öpmekten vazgeçmek gibi çokça örneğini sergiledik. Peki, şirketlerindeki çalışanların maaşlarını, hiç satış olmasa bile yılsonuna kadar karşılayacak şekilde bütçe planlamasını yaptığını açıklayan CEO’nun açıklaması da bir toplumsal dayanışma örneği midir? Yoksa marka imajı adına krizi fırsata çevirme kıvraklığı mıdır? Varoluş amacı para kazanmak olan bir yapıdan, “dayanışma” örneği beklenebilir mi?

Koronavirüs salgını bize birçok konu üzerinde düşünme gereğini hatırlattı. Sağlık sistemimiz, piyasanın fiyat belirleme mantığı, çalışma düzenlerimiz, alışkanlıklarımız…
Mahpusluk uzun, ‘home hapis’ defterini doldurmaya devam edeceğiz…

*“Home hapis” tabirini geçtiğimiz günlerde mesai arkadaşımdan duydum bir iş telefonlaşması esnasında… Aslında sadece “Yine evden çalışsak ama mesai bittiğinde dışarı çıkabilsek güzel olurdu” duygularını kısaca ifade etmek için bu tabiri kullanmıştı ama bana birçok farklı konuyu düşündürdü. Kendisine bu yazı dizisine vesile olduğu için teşekkür ederim.

K.Efe Ersöz – İmalat Mühendisi
Politeknik YK Sekreter Üyesi