Giriş
Özgürlükçü bir sosyalizm tasavvuru içerisinde, emek sürecinde yaşanacak değişimlerin özel bir önemi vardır. Ancak bu konu Türkiye’deki tartışmaların gündemine yeterince oturamamış, ihmal edilmiş bir alan olarak kalmıştır. Daha önce İktisat Dergisi’nde yayınlanmış olan bu makalenin bir özeti, böyle bir tartışma sürecine katkıda bulunması amacıyla yeniden gündeme getirilmiştir.
Günümüzde filizlenmeye başlamış olan yeni bir sermaye birikim rejiminin; post-fordizmin en çarpıcı özellikleri emek sürecinde yaşanan dönüşümlerde ortaya çıkmaktadır. Bu dönüşümlerin ise işçiler üzerinde çok önemli etkileri olduğu gözlemlenmektedir.
Sürece ilişkin üretilen politikalar, büyük bir çeşitlilik göstermekte ve emekten yana politika üretmek kaygısında olan teorilerin dahi, birbirinin tamamen zıddı önermeleri içerebildiği görülmektedir. Bunun nedenlerini araştırdığımızda ise, karşımıza temel olarak iki katagoride ele alabileceğimiz değerlendirmeler çıkmaktadır.
-Birinci grupta ele alacağımız değerlendirmelerde, Taylorist süreçler ile Post-Taylorist süreçler arasında emeğin yoğunluğunun artması dışında ele alınabilecek başka bir farklılık tesbit edilmemektedir. İşçilerin vasıf düzeylerindeki değişimler, kafa kol emeği ilişkisinde, tasarlama ve yapma ilişkisindeki değişimler, işletme içi hiyerarşik yapılanmadaki değişimler v.b. bu görüşte olanlar için sadece verimlilikleri artıran mekanizmalar olarak görülmekte ve sürece başkaca bir önem atfedilmemektedir. Böyle ele aldığınızda ise, işçinin vasıf kazanmasını, onun daha çok sömürülmesi olarak algılamak ve buna karşı çıkmak olağan kabul edilmektedir. Bu görüşte olanların emek sürecinin derinlemesine analizlerine ihtiyaçları yoktur. Cevabını aradıkları tek soru, artık değer oranlarında artma veya azalmadır.
Bu bakış açısının temelinde, emeğin kurtuluşunu mülkiyet sorununa indirgeyen bir anlayış yatmaktadır.
Gene bu anlayışa göre, sosyalizmin bütün unsurları, emek süreci de dahil olmak üzere, ancak üretim araçlarının mülkiyetinin değişiminden sonra tartışma gündemine gelecek konulardır. Buna bağlı olarak da, böyle bir aşama yaşanmadan, bugünden, işçinin emek sürecindeki konumunda yaşanan değişimler bir anlam ifade etmemektedir.
-İkinci katagoride ele alacağımız değerlendirmeler, Taylorist ve post-Taylorist süreçler arasında, emeğin yoğunluğunun arttırılmasının yanısıra, ortaya çıkan yeniliklerin de derinlemesine tahliline ihtiyaç duyarlar. Çünkü işçilerin emek sürecindeki konumları ile, her düzeyde özgürleşmeleri arasında dialektik bir ilişkinin var olduğuna inanılmaktadır. Sosyalizm, bugünden oluşturulmasına başlanacak alternatif bir projedir. Bu bağlamda da işçinin bugün içinde bulunduğu emek sürecinin niteliği çok önemlidir. Bunu insanca kılmaya ilişkin mücadeler ertelenmeden bugünden başlamak zorundadır.
Bu makale kapsamında iki bakış açısının karşılaştırılması yapılacak, bunların kaynaklandıkları alternatif toplum projelerine değinilecek ve buradan çıkarılan farklı politikalar incelenecektir.
Derinlemesine analizler yapılmadan değerlendirilmesi durumunda, bu iki farklı bakış açısının sunduğu görünüm, son derece ilginçtir: Birinci türden yaklaşımlar, sürece topyekün karşı çıkışlarının yarattığı radikalizm çağrışımlarına da bağlı olarak, sol bir bakış açısı biçiminde lanse edilmektedirler. Bu sol gibi görünen bakış açısının aslında ne kadar sağ önkabüllerden yola çıkarak oluştuğu bu yazı kapsamında irdelenecektir.
İşçilerin Bilim İle İlişkilerinin Kopması ve Üretimin Nesnesi Olan Emek
Yeni üretim organizasyonlarına ilişkin bütünsel bir bakış açısı oluşturabilmek için, öncelikle işçilerin bilim ile ilişkilerinin tarihine kısaca değinmemizde fayda vardır.
Zanaatın, çözüldüğü ve geleneksel içeriğinden yoksun hale geldiği ölçüde, bunların kendi iç ilişkisi parçalandığı ölçüde, işçilerin bilimle ilişkileri de az ya da çok bütünüyle kopmuştur. Çünkü bu bağlantı, geçmişte işçiler tarafından kurulmuştur ve zanaatçılar ile sanatçılara dayanmaktadır. Kapitalizmin başlangıcında bu bağlantı oldukça yoğundur. İşletmeciler bilim üzerindeki tekellerini kurmadan önce, zanaatçılık bilimsel üretim tekniklerinin temel kaynağı idi, ve tarihsel kaynaklar bize bilimin köklerinin zanaatçıların tekniklerinde yattığını göstermişlerdir. Bunun somut bir göstergesi, 1824’e kadar ingiliz teknisyenlerin, yurt dışına çıkmalarının yasaklanması olgusudur. Zanatkarlar o dönemde üretim sürecinin bilimsel bilgisinin taşıyıcıları konumundadırlar. (Bravermen,1977:106).
İşçinin böylesi bir gücü elinde bulundurması, sermaye sahiplerini tedirgin eden en önemli konulardan biri olmuştur ve kontrol sorunu, kapitalizmin ilk evrelerinden itibaren, sermayenin teorisyenlerinin gündemini işgal etmiştir.
Manüfaktür üretimin tümüyle el emeğine bağımlı olduğu, teknolojik temeli alet olan bir üretim sistemi idi.
Makinenin ortaya çıkmasından sonra, manüfaktür dönemindeki, üretimin el emeğine tümüyle bağımlı bulunması olgusunu dahi hazmedemeyen sermayenin sözcüsü Ure, şu görüşleri dile getirmiştir.
“İşbölümünün eski siperleri gerisinde kendilerini çok güvenli gören hoşnutsuzlar takımı (işçiler), yeni mekanik buluşlar ile kanatlarının sarıldığını ve savunma hatlarının hiç te işe yaramadığını gördüler ve ister istemez teslim olmak zorunda kaldılar.. Sermaye bilimi hizmetine aldığı anda, işçinin söz dinlemez eli, uysallığı öğrenecektir. (Marx,Kapital,1978:448)
Ure ayrıca, işçilerin becerileri ile orantılı olarak, başına buyrukluklarının artacağı ve tümüne zarar verebilecekleri mekanik sisteme, o kadar az uyan bir öğe haline gelebileceklerini farketmişti. (Marx,Kapital,1978:381)
Ure’nin bu çok kritik tesbitleri, sermayenin bir birikim dönemine damgasını vuran Taylor’un öğretisinin özünü teşkil etmiştir. Bu öğretinin hayata geçirilmesi ile birlikte, işçilerin yetenekleri ve üretim sürecini kavrama düzeyleri, kendilerinden öncekilere göre büyük bir düşüş göstermiş, buna karşın bütün bilgiler işletmecilerin ve mühendislerin elinde toplanmıştır. İşçilerin zanaatçılık döneminde sahip oldukları becerileri yitirdikten sonra, onların yerine yeni beceriler kazanamamaları ve bu açığı kapatamamaları anlamında, sürece baktığımızda mesleki yeteneklerin azaldığı değil, tamamen yok olmaya başladığı gerçeği ile karşı karşıya geliriz. Bilim üretim sürecine ne kadar çok girerse, işçiler ondan o kadar az anlar olmuşlar, makineler ne kadar rafine ve komplex hale gelirlerse, işçiler makinaya o kadar az hakim olmuşlar ve o kadar az onu kavramışlardır. Başka kelimeler ile ifade edersek: İşçilerin emek süreci içerisinde insan gibi kalmak için ne kadar çok bilgi edinmeleri gerekiyor ise, o kadar az bilgi edinmeleri sağlanmıştır. (Bravermen,1977:322)
Kapitalist gelişmelerin ortaya çıkardığı Taylorist süreçler, işçilerin sadece bilimle olan ilişkilerinin değil, türsel özellikleri ile olan ilişkilerinin de ortadan kalkmasına yol açmışlardır.
Emek sürecinde, insana türsel özelliğini veren şey, insanın bu dönüştürme eyleminden önce yapacağı şeyi kafasında tasarlaması olarak tanımlanmaktadır. İnsan eylemini hayvan eyleminden ayıran bu içgüdüsel olmama, iradi olma durumudur. En kötü mimarı, en iyi arıdan şey, mimarın yapısını gerçekte kurmadan önce, onu imgesinde kurabilmesidir. (Marx,Kapital,1978:194)
Taylorizm’de bu iki şeyin birbirinden ayrılması gündeme gelmiştir. Tam da bu süreç, işçinin üretim süreci içerisindeki insan dışı konumudur. Burada insan yaklaşık hayvankenki konumuna indirgenmiştir. (Bravermen,1977:94)
Kapitalizmin başlangıcına kadar , milyonlarca yıldır süregelen emek, sadece komplex toplumsal bir kültür yaratmakla kalmamış, ayrıca gerçek anlamda kendi kendini geliştirmiştir. Ancak bu kültürel ve biyolojik oluşum, emek, son 200 yıldır girdiği kriz ile kendi gelişiminden çok şey yitirmiş ve “İnsan nesli bozulmaya başlamıştır.” Düşünme ve yapma, tasarlama ve uygulama, kafa ve kol arasındaki bütünlük, kapitalizmin ilk yıllarından beri tehdit edilmiş Taylorizm ile de sistematik bir parçalanmaya gitmiştir, öyleki bunun için tüm bilimsel araçlar ve teknik dallar seferber olmuştur. (Bravermen,1977:134).
Taylor’dan kısa bir süre sonra ortaya çıkmış olan, işletme sosyolojisi, işletme psikolojisi ve işletme fizyolojisi , gibi dallar, iş organizasyonunun değil, işletme mühendisi tarafından ortaya konulan çalışma koşullarına , işçilerin nasıl uyum sağlayabileceklerini, bu sisteme nasıl uygun hale getirilebileceklerinin teorisini yapmaktadırlar. (Braverman,1977:111)
Bu durumda ise, insan zekası, Taylorist süreçlere uyum sağlamada, dezavantaj teşkil etmiştir. İşçi ne kadar aptal olur ise, Taylorist süreçlere o kadar iyi uyum sağlayan, başarılı bir işçi olmuştur. (Bravermen,1977:84)
Bizler burada sadece deneysel amaçlarla kullanılan bir makinalar sistemi, yada sadece yaparak öğrenmeye dayanan bir süreçle karşı karşıya değiliz. Daha çok kapitalist üretim tarzı ile bağlantılı olarak geçerli bir teoriyi, bir sınıfın diğer bir sınıfı harekete geçirmesi gerçeğine tanık olmaktayız. Bu sermayenin bir yandan emek ile hangi tarzda bir ilişkiye girdiğini ve insanlığa ne yaptığını anlamak için bir örnek teşkil etmektedir.
Taylorizmin özü, işçileri, vasıfsız hale getirerek, onların üretim süreci üzerindeki kontrollerini ortadan kaldırmak ve sermayenin gerçek kontrolünü üretim sürecinde hakim kılmaktır. İşletmeciler şunu anlamışlardır: Genel talimatlar ve genel disiplin kuralları ile kontrol edilmeye çalışılan işçiler, asla yeterli düzeyde kontrol edilemezler, çünkü onlar üretim süreci üzerinde gerçek kontrole sahiptirler. (Braverman,1977:85)
Kapitalisterin ve işletmecilerin çabaları ve meslekleri, emeği bütünsel bir insani faaliyet olarak algılamamaktır, aksine onu gerçek özelliklerinden soyutlamak ve onu tekdüze sürekli yeniden tekrarlanan hareketler olarak algılamaktır. Emeğin toplamı, diğer yatırım araçları, makineler, hammaddeler ile karışmış, onlarla bütünleşmiştir, emek te diğerleri gibi üretimin başından beri bir yatırım aracı olmuştur.
Bu tip hareketlere indirgenmiş emek, değiş tokuş edilebilir, birbirinin yerine ikame edilebilir niteliktedir ve gerçek hayatta yabancılaşmayı gittikçe daha fazla yaşamaya başlayan emek haline gelmektedir. (Braverman,1977:143)
Kafa emeğinin, kol emeğinden ayrılması, birtakım çevreler için teknik bir zorunluluktur. Çünkü bunlar hiyerarşik bir örgütlenme için, hem kol emeğine dayalı emeği hem de kafa emeğine dayalı emeği en iyi biçimde kontrol etmek için, en yüksek karı elde etmek için, yani insan için olmayan herşey için, bu ayrımı uygun bulmaktadırlar.
Emek Sürecinin Niteliği Nasıl Belirleniyor?
Yeni üretim organizasyonlarına ilişkin değerlendirme yaparken öncelikle, üretim organizasyonlarının tarihsel olarak hangi faktörler tarafından belirlendiği konusunun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.
Emek sürecinin tarihsel gelişimi içerisinde, insanın faaliyet biçiminde oluşan değişimlerin, hangi faktörler tarafından belirlendiği konusunda yoğun tartışmalar yaşanmaktadır. Bu tahlillerde izlenen yöntemler konusunda belirgin hale gelmiş iki farklı eğilim vardır.
Bu eğilimler teknoloji tanımında da ortaya çıkmaktadır. Teknoloji tanımının içine sadece üretim araçlarını, makinelerin gelişmişlik düzeyini katan görüşlere karşı, teknolojiyi, emeğin üretimi gerçekleştirmek amacıyla, üretim araçları etrafında örgütleniş biçimi ve bu süreçte kullanılan tüm bilgi ve becerilerin toplamı olarak tanımlayan görüşler de vardır. (Ansal,1985:154)
Teknolojik determinist olarak tanımlanan görüşler, emek süreçlerindeki değişimleri, üretim araçlarında yaşanan değişimlerin doğal sonucu olarak ele almaktadırlar. Buna karşı geliştirilen görüşlerde ise, emek sürecini belirleyen değişkenler üretim araçları ile sınırlanmayıp, üretim organizasyonu, üretim ilişkileri gibi değişkenler de buna dahil edilmektedir. Birinci yaklaşım türü kavrayışlarda teknolojinin “kendiliğinden” geliştiği düşünülmektedir. (Üşür,1991:71)
Üretim araçlarının, böyle bir gelişme dinamiğinin olduğunun kabülü, emek süreci içerisinde yer alan insan faaliyetinin biçiminin de, mekanik sistemler tarafından belirlendiği, bu anlamda insanların iradi olarak sürece müdahale edecek alanlarının kalmadığı anlamına gelmektedir.
Oysa biz makinenin kapitalist kullanımından doğan ayrılmaz çelişki ve uzlaşmaz kanşıtlıkların, makineden değil, ama aslında makinenin kapitalist biçimde kullanımından doğduğunu bilmekteyiz. Bu yüzden makine tek başına alındığında, çalışma saatlerini kısalttığı halde, sermayenin hizmetine girdiği zaman bunu uzatmakta ve gene kendi başına, çalışmayı hafiflettiği halde, sermaye tarafından kullanıldığı zaman, işin yoğunluğunu arttırmaktadır, kendi başına o, insanın doğa üzerindeki zaferi olduğu halde, sermayenin elinde, insanları bu kuvvetlerin kölesi haline getirmektedir. (Marx, 1978:Kapital 453)
Teknolojik determinist bakış açısına göre, üretim ilişkilerinin düzenleniş biçimi de, üretim organizasyonunu ve kullanılan makinelerin niteliğini belirleyemez. Yani farklı üretim ilişkileri biçimlerinde, örneğin üretim araçları üzerinde toplumsal mülkiyetin veya özel mülkiyetin bulunması, bu sürecin niteliğini belirleyememektedir.
“Bu türden kavrayışlarda teknoloji kendiliğinden gelişir. Her ne kadar teknolojinin toplum (ve ekonomi) üzerindeki etkileri çözümlenmeye çalışılırsa da, toplumu oluşturan sınıfların ve bu sınıflar arasındaki ilişki ve çelişkilerin teknolojinin yaratılmasında ve üretim sürecine sokulması ve uygulanmasındaki etkileri ancak ikinci dereceden etkiler biçiminde göz önüne alınır. Farklı bir anlatımla, teknoloji ve gelişmeleri toplum ve/veya sınıflar karşısında “otonom”dur. Otonomisine sahip bu teknoloji, toplum ve/veya sınıflar karşısında, bir de “nötr” olacaktır.(Üşür,1991:72)
Bu son yorumu destekleyen anlayışların, özellikle SSCB deneyiminden sonra daha da ağılık kazandığı görülmüştür.
İşbölümü ve iş organizasyonu açısından kapitalist ve sosyalist uygulamalar arasında fark yoktur görüşünden yola çıkarak şöyle bir sonuca ulaşmanın mümkün olabileceği söylenmektedir: “Modern endüstrinin başkaca bir düzenleniş biçimi olamaz”. Toplumbilimlerde bu sonuç yeterince kullanılmıştır. Buradan çıkarak, gerçek olan her şeyin, gerekli, uygulanan her şeyin değişmez ve bugünkü üretim şeklinin tek biçim olduğu yolunda saptamalar yapılmıştır. Bu tarz bir yaklaşım teknolojik determinizmdir veya daha açık bir ifade ile makinenin despotizmi olarak yorumlanmaktadır. (Braverman,1977:21)
İnsanlığın içine düştüğü konumun nedeni olarak makinanın kendisini göstermek, çok yaygın bir görüş haline gelmiştir. Ancak makinalar toplumsal ilişkilerin bir sonucudur, nedeni değil. Bu bakış açısı ile toplumlar bilimin ve teknolojinin bir esiri, makinalar da düşmanın kendisidir. (Braverman,1977:178)
Emek sürecinde kullanılan makineler karmaşıklaştıkça, gelişkinleştikçe, yani sofistike oldukça, bunları kullanan emek gücünün eğitim düzeyinin yükselmesi gerektiğini (Satlıgan,1994:45) varsayan anlayışlar da, teknolojik determinizm yanılgısı içine düşmüşlerdir.
Numerik kontrol sisteminde, işçilerden her birinin vasıflılık düzeyleri, eğitim ve beceri düzeyleri ve ücretleri makinayı kumanda eden eski tip işçiye göre çok daha düşük olmaktadır. Üretim süreci daha da karmaşıklaşmıştır ancak, buna paralel bir gelişme gösterip daha yetkin bir hale gelemedikleri, aksine daha da yeteneksiz hale getirildikleri için , bu durum işçiler açısından bir kayıptır. Bu işçilerden, kendilerinden bir önceki sistemde çalışanlardan daha çok şey bilmeleri ve anlamaları değil, aksine daha az şey bilmeleri ve anlamaları istenmiştir. (Braverman,1977:157)
Numerik kontrollü makinaları, kumanda etmek daha kolaydır. Diğer tür makinaları kumanda etmek için bir teknik bilgiye muhakeme yeteneğine gereksinme varken, bu tip makinalarda buna gerek yoktur. Numerik kontrollü makinaları kumanda etmek için de yapılması gereken seri hareketleri öğrenmek gerekir ancak, muhakeme yeteneği ve akıl, bandın kendisinde mevcuttur. (Braverman,1977:158)
Michigan Üniversitesi’nin numerik kontrollü makinalar kullanan firmalar arasında yaptığı bir araştırmanın sonuçlarına göre, geleneksel makinaları kulanan bir işçinin eğitimi ve öğrenimi için harcanan giderler, numerik kontrollü bir makinayı kullanan bir işçi için harcanan giderlerin 12 katını bulmaktadır. Yani eski makinalar için bir işçi 4 senede yetiştirilirken, numerik kontrollüler için 4 ayda yetiştirilebilmektedir. (Braverman,1977:159)
Buradan da anlaşıldığı gibi emeğin üretim süreci içerisinde vasıf kazanması, ya da kazanmaması, makinelerin kendisi ile açıklanacak bir olgu değildir. Bu tamamen emeğin o makineler etrafında örgütleniş biçimine, emek düzenleme biçiminin niteliğine bağlıdır. Bunun bir açık kanıtı, Amerika’nın kullandığı teknik düzey ile, Japonya’nın kullandığı teknik donanım arasında gelişmişlik açısından bir fark olmamasına rağmen, 1950’li yıllarda bu iki farklı toplumsal formasyonda iki farklı emek düzenleme biçiminin hayata geçirilebilmiş olmasıdır. (Womack,v.d.,1993:59)
Emek süreci insan iradesi tarafından belirlenir ve şekillendirilir. Bu anlamda işçiler içinde yaşanılan şu kaos ortamında, bilimin onların esaretlerini pekiştirmek adına uygulandığı şu ortamda, hiç bir “bilimsel” dayatmanın zorunluluğunu yaşamadan kendilerini sürekli geliştirebilecekleri, üretim sürecinin her alanını denetleyebilecekleri emek süreci alternatiflerini ortaya koyabilirler ve bunun yaşama geçirilmesinin mücadelesini verebilirler. Bu mücadelede onlara rehberlik edecek en önemli söylem şudur: Makineler insanlar için vardır, insanlar makineler için değil.
Teknolojik determinist bakış açılarının emek politikalarına yansıması, işçilerin emek düzenleme biçimleri üzerinde söz ve karar haklarının olmaması şeklinde ortaya çıkmaktadır. İşçiler kendi dışlarında gelişen, açıklayamadıkları, anlayamadıkları, müdahale edemedikleri süreçlere mahkum edilmektedirler. Bu süreçlerin, mekanik sistemler tarafından belirlenen, zorunlu süreçler olduğuna inandırılmaktadırlar. Herşeyden önce, hakim politik anlayışlar, bunun böyle kavranmasını dayatmaktadırlar. Bilim ile işçilerin ilişkilerinin kopmasının belki de en acı tarafı böylesi bir dayatmada ortaya çıkmaktadır.
Bunun sonucu olarak, işçiler, işletmeciler tarafından yönetilen, onlara hizmet eden her işe uygun bir makina olarak değerlendirilmektedirler. Bunun bir başka ifadesi, emeğin üretim sürecinde özne olmaktan çıkması ve bir nesneye dönüşmesidir. (Braverman,1977:141)
Üretim Sürecindeki Nesneden Politik Nesneye …
Yukarıdaki satırlarda, üretim sürecinde işçileri insanlık dışı konumlara mahkum eden bir üretim organizasyonuna ve bunun dayandığı temel bakış açısına ilişkin açıklamalara yer verilmiştir. Bu bölümde ise, işçinin üretim sürecindeki nesne konumunu terketmediği sürece, üretim dışındaki alanlarda özne konumuna sahip olamayacağı gerçeği ortaya konulmaya çalışılacaktır.
Burada tartışılan önemli bir konu, üretim araçlarının mülkiyetinin el değiştirdiği durumlarda, bu el değiştirmenin tek başına, emeğin özgürleşmesinin koşullarını yaratıp yaratmayacağıdır.
Ekonomist olarak tanımlayabileceğimiz görüşlere göre, böylesi bir dönüşüm, toplumun her alanına doğrudan yansıyacak ve emeği özgürleştirecektir.
Ancak, yaşanan deneyimler bize bunun böyle olamadığını açıkça göstermiştir.
Emeğin nesne olarak görülmesi noktasında, kapitalist uygulamalar ile, sosyalist olduğu iddia edilen denemeler arasında bir bağ kurabilmemiz mümkündür. Bu ülkelerdeki uygulamalarda, seçilen emek düzenleme biçiminin Taylorizm olduğunu biliyoruz. Sovyet deneyimi, kapitalizmin Fordist birikim rejimine denk düşen Taylorist emek düzenleme biçimlerin hakim olduğu bir üretim sistemini bizlere miras bırakmıştır. Bu anlamda sosyalist bir emek süreci tarihi yaşanmamıştır. Sovyet deneyimine bakarak, sosyalist bir emek sürecinin yapısal özelliklerini ortaya koymamız mümkün değildir. Çünkü, Sovyetler birliğinde ve o blokta bulunan diğer ülkelerde iş organizasyonları, kapitalist ülkelerdeki iş organizasyonlarından çok küçük farklarla ayrılmaktadır. (Braverman,1977:21) Kapitalizmin o döneme özgü rasyonelleşme biçimi neyse, küçük değişiklikler ile aynen uygulanmış, yani reel duruma teslim olunmuştur. Sovyet işçisi, bir Amerikan işçisinden, bir Alman işçisinden farklı emek düzenleme biçimlerinin içinde yer alamamıştır. Lenin, Taylorizm’in “bilimsel ve ilerici” içeriğinin, kapitalist niteliğinden arındırılıp, Sovyet sisteminde yeniden kurulabileceğini düşünmüştür. (Murray,1990:94)
Oysa Marx çok açık biçimde, emek sürecinin niteliğinin, işçilerin yaşam tarzları üzerindeki etkisini tanımlamıştır.
“Bu üretim tarzını, şu bir tek görüş açısından, yani bunun bireylerin fizik varlıklarının yeniden üretimi olduğu açısından ele almamalıdır. Bu üretim tarzı tersine, daha o zaman bu bireylerin belirli bir eylem tarzını, onların belirli bir yaşamlarını ortaya koyuş tarzını , belirli bir yaşam tarzını temsil eder. Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş tarzı, onların ne olduklarını kesin olarak yansıtır. Onların ne oldukları, demek ki, onların üretimiyle, ne ürettiklerine uygun düştüğü kadar “onu üretiş biçimlerine” de uygun düşer. Demek ki bireylerin ne oldukları, onların üretimlerinin maddi koşullarına bağlıdır.” (Marx,Alman İdeolojisi,1976:42)
Bu maddi koşulları, üretim araçlarının mülkiyetindeki değişmeye indirgemek ise, bizleri, kapitalistlerin emeği kontrol etmek için buldukları yöntemleri, sosyalizm adına uygulmaya götürmektedir.
SSCB’de, emek süreçlerinde işçilere neler olduğuna ilişkin sorgulamalar yapılmış olsa da, bu tip muhalif görüşler etkin olamamışlardır. Bireysel yönetim üzerine çıkan tartışmalarda, ortak yönetimin ”bir sınıfın nasıl yönettiği ve hangi sınıfın hakim olduğu “ sorusu ile ilgisi olmadığı öne sürülmüş, sorun sadece mülkiyet sorunu olarak görülmüştür. Mülkiyet sorunu uygulamada çözülür çözülmez sınıfın hakimiyetinin sağlanılacağına inanılmıştır. (Siriani, 1990:282)
Eğer temel konu mülkiyetse ve üretim araçlarını kimin kontrol ettiği ve yönettiği değilse (ve bu yönetimin demokratik şekilde kurulup kurulmadığı değilse), o zaman fabrika komitelerinin kontrolünün de ortak yönetim kadar konu dışı kalmasını doğal karşılamak gerekmektedir. (Siriani,1990:282)
Sovyet deneyimi, Taylorist süreçlere tabi bir işçi sınıfının özgürleşme yolunda ne kadar güçsüz kalabileceğini, kolunun kanadının kırılabileceğini bize ispatlamıştır. Bu güçsüzlüğün temelleri Sovyet deneyiminin ilk yıllarında görülmeye başlanılan, işçileri nesne olarak değerlendiren anlayışlarda yatmaktadır. İşçileri devrimin nesnesi olarak gören bu anlayışların temsilcilerinden biri (Troçki), sadece belirli acil durumlarda uygulanacak zorunlu çalışma uygulamalarını gösteren bir liste düzenlemekte kalmayarak, sosyalizme geçiş döneminde emek üzerinde uygulanabilecek zorunlulukların ve hatta işgücünün tümüyle ASKERİ STATÜ’ye alınmasının kuramsal açıdan doğrulanması için ayrıntılı bir plan hazırlayabilmiştir. (Siriani, 1995:295) Taylorizmin temel argümanı olan şu görüşe tümüyle katılan Troçki’nin özerk işçi örgütlenmelerini desteklemesi tabiiki mümkün değildir:” İnsanın işten kaçmanın yollarını araması genel bir kuraldır. İnsan tembel bir hayvandır.“ (Albert/Hahnel,1994:59) Bu varsayım Taylor’un teorisinin de özünü teşkil etmektedir. Varılan yer de sonuçta aynı olmuştur.
Bu tesbit genel bir bakış açısının, üretim sürecine ilişkin düzenlemelere küçük bir yansımasıdır. Bu bakış, işçiler adına, onları yönetme erkini kendinde gören bir anlayıştır. Parti kadrolarının kendilerini bu tür yetkilerle donattıkları durumlarda, yaşanacak şey, SSCB’dekinden farksız olacaktır.
Sadece sermayenin ortadan kaldırılması ile ne emek sürecinde bir özgürleşme ne de çalışmanın zorunluluğundan kurtulunabilme mümkün olmuştur. (Kempe,1990:255)
İşçi sınıfının çözmek durumunda olduğu bütün sorunların özel mülkiyetten kaynaklandığı ve bunun ortadan kalkması durumunda herşeyin kendiliğinden dönüşeceği yaklaşımı, sosyalizmi sadece ekonomik katagorilere hapseden, bir mantıktır. İşçi sınıfı kendini özgürleştirerek bütün sınıfların özgürleşmesini sağlar. Özgürleşmenin önünde sınıf olarak engeli olmayan bir nitelik taşır. Bu nedenle bir başka toplumun kuruluşunun öncü gücüdür. Bu özgürleşme sürecinin önündeki engellerden biri herkesin toplumsal kaynaklardan eşit olarak yararlanamamasıdır. Sadece tüketim olanaklarının eşitlenmesi , ancak insanların kendini geliştirme olanaklarından mahkum edilmesi, veya bu gelişmiş potansiyellerini üretim sürecinde seferber etmeleri ve sonsuz bir süreçte geliştirmeleri imkanının tanınmaması, kısaca insanların üretim sürecinin özneleri olamamaları sonucunu doğurmaktadır. Özgürleşme, insanın türsel özelliklerini geliştirmesinden bağımsız düşünülemeyecek bir kavramdır.
Proleterya bu nedenler zincirinin kökündeki dinamiği, en genel anlamıyla bilimi, zihinsel emeğin belirleyici olduğu bir eylemlilik halini özümsemelidir. “Kendisini ortadan kaldırabilmesi”nin , yeniden ve insanca varolabilmesinin ilk ve yegane koşulu budur. (Laçiner,1989:16)
İşçi sınıfı gerçekliğinin en belirgin belirleyici yönleriyle değişmediği, işçi sınıfının kendisinde bir devrim olmadığı bir durumda, devrim sözü ne anlama gelebilir? Eğer ortada, “dışarıdan bilinç” veren bir parti sayesinde ve hele o partinin iktidarı olan bir “sosyalist devrim” le bambaşka bir konuma erişen, örneğin sadece fikri üretimde bulunurlarken buna bir de yönetme fonksiyonunu katan birileri varsa, onlar için şüphesiz bir devrim sözkonusudur. (Laçiner,1989:17)
İşçileri askeri disiplin altına almaya dek varan bu uygulamaların kökeninde, işçilerin üretim sürecinde varolan hegemonyasızlıkları yatmaktadır. Üretim sürecinde egemen olamamış, onun bilgisine sahip olamamış, onu denetleyemeyen, kurgulamayan, bütününü kavramayan işçiler, üretim alanından başlayarak, toplumun her alanında, yönetilmekten kurtulamamışlardır.
Taylorizm SSCB’de, devralınan toplumsal formasyonunun özellikleri nedeniyle, işçilerin eğitimsizliği, deneyimsizliği v.b, nedenlerle uygulanan geçici bir emek düzenleme biçimi olmamış, süreklilik kazanmıştır. Bu bağlamda, böylesine bir uygulamanın hakim olmasının ardında yatan gerçek nedenin, mevcut politik bakış açısı olduğunu söyleyebiliriz: “Sanayi vazgeçilmezdir. Demokrasi ise sadece siyasi dünya ile ilgili bir kategoridir. Sanayi vazgeçilmezdir, demokrasi ise öyle değildir.(Siriani,1990:276) Demokrasinin vazgeçilebilir olmasının sınırları, işletme içi karar alma mekanizmalarına, emek sürecinin derinliklerine kadar yansımış ve sermayenin emeği kontrol etme adına bulduğu insanlık dışı despotik emek düzenleme yöntemleri, sanayinin gelişimi adına, sosyalist olduğunu iddia eden bir ülkede, hakim emek düzenleme biçimi olabilmiştir.
Üzerinde durulması gereken bir başka konu da, sahip olunan perspektife uygun yapılanmaları oluşturulmasına ne zaman başlanılacağı sorunudur. Ekonomist yaklaşım, iktidarı ele geçirdikten sonra yukarıdan aşağıya bir toplum inşasını öngörür. SSCB’de olduğu gibi, işçiler adına sosyalizmi kurmakla yükümlü birileri bu süreci koordine ederler, yönetirler. Oysa, devrimden sonra, devrimin nesnesini özne haline getirme süreci, başarısızlığı mahkum bir süreçtir. Her yeni toplum, eski toplumun bağrında yeşerir. Bu yeşerme bugünden başlatılıp geliştirilemez ise, toplumun bütününe yapıcı bir alternatif sunulamaz ise, bir toplumsal dönüşümün hayallerini kurmak bile mümkün olamaz.
Üretim bilgisinden yoksun, çok küçük parça iş yapan, dolayısıyla üretim süreci üzerinde hakimiyeti kalmamış işçinin üretim yapabilme potansiyeli olsa bile, bu işçi sınıfı yeni bir alternatif toplum inşasında oldukça zayıf bir konumdadır. (Ansal,1994:36)
İşçinin üretim sürecinde kendini makinenin bir uzantısı olarak görmesi, kendini değersizleştirmesi, ancak bütün içerisinde bir anlam ifade edebileceğini düşünmesi, anlayamadığı, kavramadığı bir devasa sistem içerisinde kaybolması, kendine olan güvenini, dönüştürmeye olan inancını sarsmaktadır. Ancak değiştirip dönüştürme yeteneğini üretim sürecinde ve hayatın her alanda uygulamaya geçirebilen işçiler, devrimci özne olabilirler. Emek süreci ile hayatın diğer alanları arasındaki ilişkiyi, dialektik dışında, başka bir tarzda açıklamak ise mümkün olmamaktadır.
Günümüzde de, işçilerin bugünden fabrikalarında ve işyerlerinde üretilen mal veya hizmetin üretim sürecine ilişkin bilgi sahibi olmamaları durumunda, bazılarınca avantaj olarak kabul edilen bu durumda, iktidarın el değiştirmesinin varsayılması halinde düşecekleri konum bundan başka bir konum olmayacaktır. Ancak işçileri özne değil nesne olarak görmeye yatkın sosyalist anlayışlar, “iyiniyetli” parti kadrolarının onları yönetip yönlendirmesi ile bu badireleri aşacaklarına inanmaktadırlar.
Böyle bir senaryonun pratikteki geçersizliği SSCB deneyimi ile bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmıştır. Bu deneyimden beslenmemekte direnen sosyalist anlayışların, ekonomist bakış açıları, hayatın her alanında toplumsal dönüşüme zarar vermektedir.
Üretkenlik ve verimlilikler adına, sosyalizmin temel öncüllerinden vazgeçilmesi, ne yazık ki buradaki uygulamaların başarısının değil, tam da başarısızlığının maddi temelini oluşturmuştur. Kapitalist dünyada, bir birikim modelinin çökmesinin temel nedeni, emeğin taylorist tarzda düzenlemesi olmuştur. Pragmatist bir bakış açısı, insanın üretim sürecinde yanlış istihdamı, hertürlü düzeyin uğruna feda edildiği ekonomik katagorilerde de başarıyı getirememiştir.
İşbölümünün Sonu Mu?
Taylorist süreçlerin egemen olduğu seri üretim, işletme içerisinden başlayıp, uluslararası işbölümüne dek uzanan yapılanması ile, uzunca bir dönem dünya ölçeğinde hakim üretim sistemi haline gelmiştir.
Uluslararası pazarlarda meydana gelen değişimler, seri üretimin kendi içindeki tıkanıklarla birleşince, sermayenin yeniden değerlenme süreçleri işlemez hale gelmiştir.
Değişmeyen sermayeye yapılan büyük oranda yatırımlar, kar olarak geri dönmez olmuştur. Mikroelektronik teknolojisindeki yenilikler, standartlaştırılamayan işlerin otomasyonu, esnek otomasyona geçilebilmesinin teknik temellerini tamamlamıştır. Pazarların taleplerine uygun, kaliteli ve çeşitli mal üretiminde büyük olanaklar ortaya çıkmıştır. Ancak bu tip teknolojiler, Batı’da ve Amerika’da Fordist-Taylorist yapıların üzerine eklemlenmeye çalışılmıştır. Bu şekilde ise üretimden elde edilecek verimliliklerde, teknoloji ile üretim organizasyonunun bütünselliğini sağlamış Japonya ile rekabet etmek mümkün olmamıştır. Japonya uluslararası pazarlarda, Amerika ve Avrupa ülkelerinin elinde olan alanlara girmiş ve sürekli bir gelişim izlemiştir. Bu başarının sırrının üretim organizasyonlarındaki değişime dayandığının anlaşılması üzerine, gerek Batı’da gerek Amerika’da post-Taylorist, post-Fordist olarak adlandırılan gelişmeler başlamıştır. Ancak bu uygulamalar, Japonya’da 50 yıldır yerleşmiş yapıların düzeyine gelememişlerdir.
Yalın yönetim sistemi, Japonya’da 50 yıldır uygulanan ve taylorizmin karşıtı birçok özelliği içinde barındıran bir işletmecilik biçimidir. Kısaca, bir malın veya hizmetin üretimi sırasında ona gerçek anlamda değer katan kimselerin, üretim sürecine bilgi ve becerileri düzeyinde katılımlarını temel alan bir yönetim anlayışıdır. Taylorizmin planlama ve yapma ikilemine getirilmiş, farklı bir çözümdür. Her düzeydeki işçiler kaizen süreci çerçevesinde, hiç bitmeyecek bir gelişme sürecinin aktif parçaları haline gelmişlerdir. Japonya’nın gelişmemiş demokrasisinde post-fordist uygulamaların aldığı biçimin eleştirisi üzerine sosyal bilimlerde geniş bir literatür oluşmuştur. Ancak bu makalenin sınırlarını aştığı için bu konuya girilmemiştir.*
Yalın üretim, talebe dayalı bir üretim anlayışını ifade eder. Yalın üretim, seri üretimin arza dayalı yapısının ve iç işleyişinin sonucu ortaya çıkan stokları, yeniden üretim alanlarını, zamanın, emeğin, malzemelerin, makinelerin israfını ortadan kaldırmayı amaçlar.
Kaplinsky’e göre bu tür bir üretim sistemi, işbölümünün giderek artması yönündeki tarihsel eğilimden ayrılmayı gerektirmektedir; çünkü makineleri işlemekle görevli işçilerin makine ayarlarını değiştirmek ve rutin bakım onarım işlerini yapmaktan da sorumlu hale gelmeleri, esnek iş sürecinin bir gereği ve bu sürecin bir karakteristiğidir. (Kaplinsky,1991:29)
Bu süreci tanımlayan en önemli karakteristik, işbölümü ile verimlilikler arasında oluşan çelişkinin, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar keskinleştiğidir. (Kern/Schumann,1985: 48). Eskiden işbölümü verimlilikleri arttırmanın önşartı kabul edilirken, şimdi verimliliklerin önündeki en büyük engel olarak görülmektedir. İş bütünleşmesi süreçleri, emek yoğunluğunu arttırarak, sermayenin değer kazanma mekanizmalarını düzene sokarken, aynı zamanda, kaliteli çok fonksiyonlu malların, üretiminin işbölümünün arttırılması sürecinin tersine çevrilmesinden geçtiği gerçeğini ortaya koymaktadır. Eski işbölümü mekanizmaları ile, artık, kaliteli, kendini sürekli geliştiren ürünler üretmek mümkün olamamaktadır.
İşletme içerisinde dönüşmeye başlayan işbölümü süreçlerinin sınırlarını bugünden kestirmek güçtür. Yalın üretim ile ortaya çıkan, işlerin bütünleşmesi süreci, Japonya dışındaki başka uygulamalarda, hiyerarşik yapılar üzerinde çok daha radikal düzenlemelere yol açabilmiştir. Geleceğin işletmesine ilişken yapılan tanımlar, iş bütünleşmesi süreçlerinin varacağı yeri kurgulayabilmemiz açısından önemlidir.
Makineli sistemlerdeki ilk otomasyon hareketleri etkinlikçi otomasyon olarak nitelenmektedir. Örneğin malzeme işleme yöntemlerinin mekanizasyonu bu türden bir gelişmedir. Bu tür otomasyonun özelliği belirli bir etkinlikle sınırlı olması ve bu nedenle de belirli bir üretim blokunun içindeki ya da ötesindeki başka etkinliklerle ilişkisinin bulunmamasıdır.
İkinci katagori blokiçi otomasyondur. Aynı blok içinde farklı etkinlikleri bütünleştiren bir otomasyon uygulamasıdır. Ford’un montaj hattı, kaplama yapan robotlar, bürolardaki bilgisayarlar bu tür otomasyona örnek gösterilebilir.(Kaplinsky,1991:25)
Bugüne Kadarki Otomasyon
Kaynak: Junne, Gerd, “Beschaeftigunguskrise, internationale Konkurrenz und Innovation”, in: Technik für den Menschen, Technologiepolitische Konferenz 1985, DGB, Köln, 1987. s. 51.
Üçüncü katagori bloklararası otomasyondur ve farklı blokların içerdiği etkinlikler arasındaki otomasyonu kapsar.(Kaplinsky,1991:25) 1970’lerin ortasında, mikroelektronik sistemlerin blokiçi otomasyona girişinden doğan ilk niteliksel değişimlerin ortaya çıktığı tesbit edilmiştir. Blokiçi ve bloklararası otomasyonda ilk elektronik uygulamaların, fordist üretim sisteminin özelliklerine göre olduğu ve yapılan tek şeyin, elektromekanik denetim aygıtlarının yerine elektronik olanların geçirilmesinden ibaret olduğu vurgulanmaktadır. Oysa tam bir bloklararası otomasyonun girişi, yönetimsel yaklaşımda, organizasyonda ve iş sürecinde köklü değişimler gerektirmektedir. (Kaplinsky, 25) Bu köklü değişimler fordist üretim sisteminin sınırlarını aşmaktadır.
Günümüzün mikroelektronik sistemlerinin artık bloklararasında bir otomasyona imkan tanıyacak yetkinliğe ulaştığı tesbit edilmiştir. Ancak üretim, tasarım, kontrol, planlama gibi işletme içindeki değişik bölümlerin bütünsel bir otomasyon sistemine dahil olmalarının, taylorist yönetim ilkeleriyle gerçekleştirilemeyeceği ileri sürülmektedir. Kaplinsky, tam bir bloklararası otomasyonun girişinin, yönetimsel yaklaşımda, organizasyonda ve iş sürecinde köklü değişimleri gerektirdiğini ifade etmektedir. (Kaplinsky,1991:25) Böylece, CAD (bilgisayar destekli dizayn) ve CAM (bilgisayar destekli imalat)’tan, CIM (bilgisayarla bütünleşmiş imalat)’a geçilmesi mümkün olabilecektir.
Geleceğin Otomasyonu
Kaynak: Junne, Gerd, “Beschaeftigunguskrise, internationale Konkurrenz und Innovation”, in: Technik für den Menschen, Technologiepolitische Konferenz 1985, DGB, Köln, 1987. s. 52.
İşletme içinde, taylorist tarzda bir örgütlenme ile, bloklararası tam otomasyonu gerçekleştirmenin mümkün olmamasının nedeni, böyle bir sistem için işletmenin her biriminin, yatay ve dikey olarak yoğun bir iletişim ve bilgi akışına sahip olmasının gerekliliğidir. Böylesi bir otomasyon için, tasarım, üretim ve planlama bölümleri arasındaki ilişkinin yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Bu yeniden düzenlemenin önşartı vasıflı, insiyatifli insanlara dayanarak, işletme içi işbölümünü en alt düzeye indirmektir.
Freeman ve Perez’de, kriz dönemlerini tekno-ekonomik paradigmadaki değişimler ile açıklamaktadırlar. Bu paradigmanın değişmesinin, yüksek üretkenlik ve kar oranı elde etmek için aşağı yukarı tüm sanayide, mühendislik ve yönetim alanında hakim olan düşünce yapısında radikal bir dönüşümü gerektirdiğini ileri sürmektedirler. Yazarlar, krizin, kitle üretimine yönelik teknolojik rejimden, mikro-elektronik ürünlere dayalı ve basit bir otomasyon sistemini aşan , tasarım, üretim, yönetim ve pazarlama faaliyetlerinin entegre bir sistemi olarak çalışan bilgi yoğun bir üretim organizasyonuna geçişte ortaya çıktığını ileri sürmektedirler. (Rosier, 1991:87)
Sonuç olarak, kapitalizmin gelişim seyri içerisinde varılan aşamaların, işbölümünün giderek artması şeklindeki bir tarihsel eğilimi, tersine çevirdiği ortaya çıkmaktadır. Bunlar henüz başlangıç aşamalarındaki uygulamalar olmasına rağmen, yükselen trend hakkında bizlere ipuçları vermektedir. Buralardan çıkarak, alternatif toplum projemizin, teknolojik altyapısı, emek düzenleme biçimlerinin ilerde alabileceği biçimler üzerine öngörülerde bulunulabilir. İşbölümün ortadan kalkmasına ilişkin 1800’lü yıllarda yapılan öngörülerin, belki de en çarpıcı sinyalleri bugünlerde verilmektedir. Ancak şu ayrımı akılda tutmak çok büyük önem taşımaktadır. Bütün bu aşamalara kapitalizmin kendini restore etme çabaları ile gelinmiştir. Yeni sermaye birikim rejimi uygulamaları tabii ki hiçbir insani amaç taşımadan, tamamiyle kar amacı, rasyonelleşme amacı doğrultusunda hayata geçirilmektedir. Bu olgu kapitalizmin yapısal özelliğidir. Ancak sorun bu kapitalist uygulamaların, uzun vadede bir toplumsal dönüşüm açısından ne ifade edip edemeyeceği noktasında düğümlenmektedir. Dolayısıyla hertürlü eşitsizliği yeniden üretmek üzerine kurulu böylesi bir sistemin, işbölümünün sınırlarını da ne düzeyde zorlayacağını tarih bize gösterecektir. Bugünden söylenecek şey, sadece böylesi bir sürecin başlamış olduğudur.
Yeni Bir Toplumun Temelleri
Nasıl ki geçen yüzyılda köylüler ve manüfaktür işçileri tüm yaşam biçimlerini değiştirmişler ve büyük sanayie sürüklendiklerinde bizzat çok farklı insanlar haline gelmişlerse, üretimin toplumun tamamı tarafından ortak yönetimi ve bunun sonucu üretimin göstereceği yeni gelişme de çok farklı insanları gerektirecek ve aynı zamanda bunları yaratacaktır. Üretimin ortak yönetimi, herbiri tekbir üretim dalına bağlanmış, ona zincirlenmiş, onun tarafından sömürülen, herbiri bütün öteki yetenekleri pahasına, yeteneklerinden sadece birisini geliştirmiş ve toplam üretimin yalnızca bir tek dalını, ya da o dalın dallarından birini bilen bugünün insanları tarafından gerçekleştirilemez. ….. Toplumun tümü tarafından ortaklaşa ve planlı olarak yürütülen sanayi, ayrıca her yönden gelişmiş, üretim sisteminin tamamını kavrama yeteneğine sahip insanlar öngörür. (Marx, Engels,1976:Seçme Yapıtlar:112)
SSCB’de bu tür insanları yaratma gibi bir çaba gösterilmemiştir. Çünkü bu tür insanları yaratmamak için bulunmuş bir emek düzenleme biçimi uygulamaya sokulmuştur.
Yeni üretim organizasyonları üzerine bir bakış açısı geliştirirken, yapacağımız farklı bir toplum projeksiyonunun temel amacı, çok büyük önem taşımaktadır. Bu amaç ise, Marx’ın şu satırlarında en açık biçimde ifadesini bulmaktadır. “Toplumların dönüşümü, kendi içinde bir amacı içermek durumundadır. Bu amaç , her bireye, ilkönce de proletere, “kendi kişiliğini geliştirme “ olanağını sağlamak biçiminde açıklanabilir.” (Marx, Engels,Alman ideolojisi,1976:14)
Alternatif bir emek sürecinin yapısal özellikleri nelerdir sorusuna cevap ararken de bu amaç bizi yönlendirmelidir. Vasıflı insan emeği toplumsal zenginliğin en önemli kaynağıdır. Bunun için ise, emeği sadece ekonomik ve teknik gereksinimlere göre düzenlemek yerine, işçilerin kendilerini sürekli geliştirebilecekleri üretim süreçleri oluşturulmalıdır. (Dörr, 1986:193)
İşçiler kollektif ve toplumsal bir üretimin egemenliğini ancak, modern mühendislik biliminin, planlama ve işletmenin bilgisine sahip olup direkt kendileri uygulayabilirler ise kurabilirler, bu olmadan üretim süreci üzerinde egemenlik kurmaları mümkün değildir. Kapitalistlerin kendi amaçları doğrultusunda eğitim sürelerini uzatmaları, işçiler açısından da yeni olanaklar anlamına gelebilir, okulda geçirilen yıllar, herhangi bir endüstri dalında gereken genel politeknik bilgiler için yeterli olabilmektedir. Fakat bu ancak, işçilerin okuldaki bilgileri pratik süreçle bir bütünsellik oluşturabildiği ve işçilerin okuldaki eğitimleri çalışma hayatlarında da devam ettirilebildiği ve bir ömür boyu sürebildiği ölçüde mümkün olabilir. Bu tür bir eğitim süreci için işçilerin motive olabilmeleri ancak onların gerçek anlamda endüstrinin ustaları olmaları halinde mümkün olabilir, bu da şu anlama gelmektedir, üretim süreci içerisindeki çelişkiler, (kontrolörler ile işçiler arasındaki, planlama ve uygulama arasındaki, kafa ve kol emeği arasındaki), ortadan kalktığı ve üretim süreci onu yürütenlerin ortaklığı üzerine kurulduğu zaman mümkün olabilir. (Bu açıdan bakıldığında “işçilerin yönetime katılması”, “işçilerin kontrolü” gibi kavramlar marksist vizyondan çok daha geri taleplerdir. İşyerinde bir demokrasi düşüncesi, parlamentodakine benzer bir süreç, yani müdürlerin seçilmesine katılım, üretime ilişkin ve diğer konularda alınacak kararlara ortak olma gibi talepler, üretimin Taylorist organizasyon yapısı içerisinde, hayaldir. İşçi kitlelerine onlardan alınmış bulunan üretim sürecine ilişkin teknik bilgiler geri verilmediği sürece ve üretim sürecinin yeniden organizasyonu gerçekleşmediği sürece, tek kelime ile ifade edersek yeni ve gerçekten toplumsal bir üretim sistemi olmadan, fabrikalardaki ve bürolardaki birtakım düzenlemeler ile gerçek sorun ortadan kalkamaz, yani işçiler eskisi gibi uzmanlara bağımlı çalışabildikleri ve onlar tarafından seçilebildikleri ve onların sunduğu alternatifler arasından seçim yapabildikleri sürece bu gerçekleşemez. (Bravermen,1977:337)
Katılım kelimesi soyut biçimde ele alınmamalıdır. Katılımın içini dolduracak olan şey, işletme içerisinde işçilerin, katılmayı düşündükleri süreçlerin içini doldurabilecek donanımlara sahip olmalarıdır. Üretim sürecinin işleyişini, işletmesini yönetmeyi, organize etmeyi bilmeyen işçinin, işletme yönetimine katılmasının maddi koşulları oluşmamış demektir.
Brödner’in insan merkezli üretim sitemi olarak adlandırdığı alternatif sistem, tekniğin imkanlarını ve insanın sınırlarını dıştalamak yerine, insanın yaratıcı ve üretken potansiyellerini daha yoğun gelişime açmayı hedefler, makineleri iş aracı olarak kullanır ve teknoloji merkezli üretim anlayışından çok farklı bir anlayışla yapar bunu. İnsana özgü nitelikleri bir kenara atıp, insanı makinelerin bir fonksiyonuna indirgemek veya tümüyle üretimin dışına atmak yerine, insan ve makinenin farklı yönlerini üretken biçimde birleştirir. (Brödner, 1986:118)
“İnsansız fabrika” düşüncesini geliştirmek isteyenlerin savunduklarının tam aksine, makine ve insanın birbirinden farklı veya birbirini tamamlayan özelliklere sahip olduğu düşünülmektedir. İnsanı merkez alan üretim tekniklerinin yaptıkları şeyin, bu farklılıkları kabul edip buna göre insan unsuruna gereken yeri vermek olduğu ortaya çıkmıştır. (Brödner, 1986:138)
Alternatif bir emek sürecinin oluşturulması mücadelesi ertelenmeden bugünden başlamak durumundadır. Emek sürecindeki hangi varoluşun, ya da hangi yok oluşun, işçiler için ne anlam ifade ettiğini kavrayacağımız bir teori, elimizde çoktan beri mevcuttur ve bu olguları net biçimde açıklamaktadır:
“İşçi eğer üretim eyleminin ta içinde kendi kendine yabancılaşmasaydı, kendi etkinlik ürünüyle yabancı olarak nasıl karşılaşabilirdi? ….. Emek nesnesinin yabancılaşması, emeğin etkinliğinin kendi içinde, yabancılaşmanın, yoksunlaşmanın özetinden başka birşey değildir. Peki emeğin yabancılaşması neye dayanır? İlkin, emeğin işçinin dışında olması, yani onun özüne ilişkin olmaması, demek ki emeğinde, işçinin kendini olurlamayıp yadsıması, mutlu değil mutsuz duyması, özgür bir fizik ve entellektüel etkinlik göstermeyip, bedenine ve tenine eziyet etmesi olgusuna. Sonuç olarak işçi, ancak çalışmanın dışında kendi kendisinin yanında ve çalışmada, kendini kendi dışında duyar…. Öyleyse çalışması istemli değil, ama istemsizdir, zorlama çalışmadır.” (Marx,El Yazmaları,1976:157)
Bundan şu sonuca varılır ki, insan olarak işçi artık kendini ancak yemek içmek ve çoğalmak gibi hayvansal işlevlerinde, bir de olsa olsa konutta, süste, vb. özgürce etkin duyabilir, insan işlevlerinde ise ancak hayvanlığını duyar. Hayvanal insanal, insanal da hayvanal durumuna gelir. Gerçi yemek içmek ve çoğalmak da gerçek insanal işlevlerdir. Ama insanal etkinlikler alanının üst yanında soyut olarak ayrılmış ve böylece son ve tek erek durumuna gelmiş biçimde, hayvanal işlevlerdir. (Marx, El Yazmaları, 1976:158)
Marx’ın tanımı ile, hayvanal istemleri tek belirleyici faktör olarak görüp, sadece bunun üzerinden politik önermelerde bulunmak, bir sapmadır, en hafif ifade ile, sağa sapmaktır.
Yeni üretim organizasyonlarının emek süreci bağlamında getirdiği kazanımları iyi değerlendirip, bu kazanımları arttırmaya yönelik mücadeleler, artık değere ilişkin yürütülecek mücadeleyi engellemez, aksine buna güç verir. Bu gücü ise şöyle tarif edebiliriz:
Taylorist ve posttaylorist yöntemlerin uygulamalarından doğan farklılığı açıklamak için, üretim sürecindeki nicel ağırlık ve nitel ağırlık olarak adlandırabileceğimiz iki kavrama başvurabiliriz. Üretim süreci içerisinde, bilgi ve beceri gerektirmeyen, yeri kolayca doldurulabilecek bir fonksiyonu ifa eden yığınlara dayalı bir örgütlülük, sayıca çokluğa, nicel bir güce dayanmaktadır. Buna karşın, gerek sahip olduğu nitelikler ile, gerek se, o işyerinde üretim sürecini kavrama, tanıma düzeyi anlamında, üretimin vazgeçilmez unsurları haline gelmiş insanlara dayanan bir örgütlülük nitel bir güç haline gelmiştir. Burada esas olan kafa sayısından çok, üretim sürecine hakim olma düzeyidir. Post- Taylorist ilkelere göre işleyen bir işletmede, bu güç işletmenin her kademedeki elemanına ayrı bir önem kazandıracak şekilde düzenlenmek durumundadır. Özellikle işleri bilfiil yapan insanların katkısı, çok incelmiştir. Bu katkının düzeyi, sürekli iyileştirme prosedürüne dahil olmakla belirlenmiş durumdadır. Yani posttaylorist yöntemlere göre işleyen bir işyerinde, bu iyileştirmeler yapılmaz ise, motive olmuş, işiyle bütünleşmiş, işini daha da iyileştirme yönünde somut adımlar atacak işçiler, bu fonksiyonlarını yerine getirmezler se, sistem işleyemez. İşçilerin sistemi işlemez kılma düzeyleri, işi yapmayı büsbütün bırakmakla değil, öneri getirmeme, iyileştirme sürecini sürdürmeme, yani kafa emeklerini ve çabalarını ortaya koymama düzeyinde incelmiştir. İşçilerin konumunun, bu düzeyde hassas noktalarda üretim süreci ile kenetlenebiliyor hale gelmesi, işletme içi güç dengelerini Taylorist üretim organizasyonundan farklı bir şekilde kurulması sonucunu doğurabilir. Makina veya yönetici kesimin değil, her kademede o işi direkt olarak yapan insanların en önemli üretim faktörü haline geldiği böyle bir sistemin, çalışanların üretimdeki nitel gücünü arttırması doğal bir sonuç olarak ortaya çıkmaktadır. (Necef, 1994:304)
İşletmelerdeki düzenlemelerde, bütün aktörler, arenalarda ve oyunun kurallarında birtakım kaymalar olduğunun farkındadırlar. Bu dengelerin ilerde nasıl bir şekil alacağına dair somut reçetelerimiz şu anda elimizde yoktur. Bu daha çok emek cephesinde oluşturulacak bilinçli politikalardan ve buna uygun çabalardan geçecektir.(Jürgens,1987:5)
Emeğin özgürleşmesinin önünde aşılması gereken çok büyük engeller vardır. Ancak, en azından emekten yana politika üretenlerin bizzat bu engelleri oluşturmasına imkan vermemekle bunları aşmaya başlayabiliriz.
Dipnotlar
Braverman, Harry, Die Arbeit im modernen Produktionsprozess, Frankfurt/Main, Campus Verlag, 1977. (Not: Dünyada Taylorizmin en kapsamlı eleştrisini yapan Marksistlerin başında gelen Hanry Braverman’ın eserleri ne yazık ki Türkçeye çevrilmemiştir. Bu makale kapsamında yapılan yoğun aktarmalar ile, bu açığın da belli ölçüde kapatılması amaçlanmaktadır. Braverman ekolü uzunca bir süre Marxist yazına etkide bulunmustur. Ancak bugün, vasıfsızlık olgusunu kapitalizmin yapısal özelliği olarak kurgulayışı noktasında, teorisi yeniden gözden geçirilmektedir.)
Marx, Karl, Kapital, C.I, Ankara, Sol Yayınları, 1978.
Ansal, Hacer, “Teknolojinin Taraflılığı ve Üretim İlişkileri”, 11.Tez Kitap Dizisi, S.1.,Kasım 1985, s. 152-171.
Üşür, İşaya, “Teknoloji ve Tarih”, 11. Tez Kitap Dizisi, S.11, 1991, s.57-82.
Murray, Robin, “Fordismus und Sozialismus”, Prokla 81, 1990, s. 91-122.
Siriani, Carmen, İşçi Denetimi ve Soyalist Demokrasi, Belge Yayınları, İstanbul, 1990.
Albert, Michael, Hahnel, Robin, Geleceğe Bakmak, Çev. Akınhay, Osman, İstanbul, 1994.
Kempe, Martin, Die Kraft kommt von den Wurzeln, Bücherfilde Gütenberg, Frankfurt am Main, 1990.
Laçiner, Ömer, “İşçi Sınıfının Kendinde Devrim Bilinci”, Birikim, S.5, Eylül, 1989, s.13-19.
Ansal, Hacer,”Teknoloji ve İşçi Sınıfında Değişim”, Toplumsal Araştırmalar Vakfı Panel Dizisi, 1-2, Nisan 1994, s.33-54.
Kaplinsky, Raphael, “Teknolojik Devrim ve Uluslararası İşbölümünde Üçüncü Dünya’nın Yeri”, çev. Aykut Göker, Endüstri Mühendisliği Dergisi, S.12, 1991, s. 23-34.
Kern, Horst, Schumann, Michael, Das Ende der Arbeitsteilung, München, 1985.
Rosier, Bernard, İktisadi Kriz Kuramları, Çev. Yentürk, Nurhan, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991.
Marx, Karl, Engels, Friedrich, Seçme Yapıtlar, Sol Yayınları, Ankara, 1976.
Marx, Karl, Engels, Friedrich, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, Ankara, 1976.
Necef, Şule,”Yeni Üretim Organizasyonları ve Emeğin Değişen Konumu”, Marmara Üniversitesi, Basılmamış Doktora Tezi, 1994.
Dörr, Gerlinde, “Arbeit nicht mehr laenger im Schatten der Technik”, in: Brödner, Peter, Fabrik 2000, Sigma Verlag, 1985.
Jürgens, Ulrich, Geganwertige technisch-organisatorische
Wandlungsprozesse im Betrieb in arbeitspolitischer
Perspektive, IIVC Papers, Berlin, 1987.
Junne, Gerd, “Beschaeftigunguskrise, internationale Konkurrenz und Innovation”, in: Technik für den Menschen, Technologiepolitische Konferenz 1985, DGB, Köln, 1987. s. 40-57.
Womack, James.P.,Jones,Daniel.T.,Roos, Daniel, Dünyayı Değiştiren Makina, çev. Otomotiv Sanayii Derneği, İstanbul, 1993.
*Bknz: Necef, Şule,İşçiler Esnekleşiyor mu, Parçalanıyor mu?” Petrol-İş Yıllığı, 95-96, s.783-801.