Her hafta bir araya gelen bir grup beyaz yakalı, beyaz yakalının “yüksek maaş, şık kafeler, topuklu ayakkabı, ruj ve takım elbiseyle” sunulan imajını altüst ediyor ve “Beyaz yakalıyı şöyle de tarif edebilirsiniz” diyor: “Performans baskısı altında körelen, iş dışında kendisiyle ne yapacağını bilemeyen ama hayatın dizginlerinin kendi elinde olduğuna inanan, antidepresan kullanan, eğitimli çalışanlar”
Fazla mesailerimiz ödeniyor mu? İşe ulaşmak için iş saatinden sayılmayan trafikte zaman geçirmiyor muyuz? Önümüzdeki sene bu zamanlar hâlâ bir işimiz olacağından emin miyiz? Bizden her dakika yüksek motivasyon beklenmiyor mu? Performans kılıcı tepemizde sallanmıyor mu? Yıl sonu hedeflerinin tutup tutmadığının hesabı yapılırken hesabı yapılmayanlar, hayatımızı vasat, işten ibaret bir döngüye mahkûm ediyor… Farklı işler yapıyoruz. Yazılımcı, sigortacı, bankacı, araştırmacı ya da grafikeriz. Ama bu farklar hepimize dokunan sorunların aynılığını gizleyemiyor.” Büyük bir kalabalığın belki de sadece kendine sakladığı sitemlerini yukarıdaki sorularda kâğıda döken, profesyonel dünyanın köşelerini aşındıran bir grup beyaz yakalıdan oluşuyor Plaza Eylem Platformu (PEP)… Kuruluşu, 2008’e uzanıyor. Sayıları belki çok değil ama “Herkesin gündelik, kendinde taşıdığı hikâyeleri nasıl ortak bir hikâyeye çevirebiliriz”in cevabını arıyorlar. “Kadın sorunu gibi” diyorlar. “Çünkü herkesin ayrı ayrı başına gelenler, bütün kadınları ilgilendiren bir meseledir. Beyaz yakalılarınki de öyle. Yöneticisinden, iş arkadaşından ya da patronundan… Ama herkese değen bir hikâye de var ortada…”
‘Hayatta ne yapıyorum?’
PEP’in haftalık rutin toplantılarının birine konuk oluyorum. Salı günleri, Beyoğlu, Kadıköy gibi merkezi semtlerden birinde ortalama 10-15 kişi bir araya geliyor. Elimde, psikoloji alanında profesör Paul Verhaeghe’nin geçen yıl Guardian’a yazdığı “Neoliberalizm içimizdeki en kötüyü ortaya çıkarıyor” başlıklı makalesi var. Verhaeghe, şöyle başlıyor: “Kişiliğimizin daima sabit olduğunu ve dış etkilerden etkilenmediğini düşünmeye eğilimliyiz. Fakat onyıllardır süren araştırmalar ve terapi pratiği sonucunda, ekonomik değişimin yalnızca değerlerimizi değil kişiliğimizi de etkilediğine ikna oldum…”
PEP’ten 3 kişiyleyiz. Biri grafiker, biri araştırmacı, biri yazılımcı; Salih, Can ve Selin. Pek tabii, gerçek isimleri değil, “İsimler kaydedilir, bir gün karşınıza çıkarırlar” diyorlar. Lakin meselenin göbeğinden bildiriyorlar: “Süslü” ofis ve plazalardan… Üniversite mezunu, donanımlı, “Hayatta ne yapıyorum?”un peşine düşmüş, bu 20’li, 30’lu yaşlarında çalışan insanlar, “beyaz yakalı”yı “şık kafeler, topuklu ayakkabılar, ruj, takım elbise” klişesinden soyutluyor. “İşyeri kötü bir yer değil” diyorlar. “Fakat beyaz yakalıyı şöyle de tarif edebilirsiniz: Kriterleri belirsiz performans baskısı altında, dolayısıyla ‘Sadece verilen işi yapıyordu’ gerekçesiyle de işten çıkarılan, nasıl sosyalleşeceği de işyeri tarafından dizayn edilen, iş dışında kendisiyle ne yapacağını bilemeyen ama hayatın dizginlerinin kendi elinde olduğuna inanan, antidepresan kullanan, eğitimli çalışanlar…”
‘Sınavı çalışırsan geçersin’
Selin, bir araştırmacı. “Sana ‘Burası sevdiğin işi verecek; karakterine baktık ve seni bu işe layık gördük; sen seçildin!’ gibi bu kadar kişiliğine seslenen bir vaat olunca işle ilgili şeyleri, kendini var ettiğin ahlaki normlarla düşünüyorsun” diye anlatıyor. “Fazla mesaiye kalmadığın zaman kendini kötü hissediyorsun. Ya da orada iş koşullarına yönelik itirazlarını, işyerinde uyumsuz kişi olarak marjinalleştirilmediysen bile, ‘Acaba ben kötülük mü yapıyorum?’ diye frenliyorsun.”
“Peki neden?” diye soruyorum. “Biz, ‘Sınava çalışırsan geçersin’ gibi rasyonel bir neden-sonuç ilişkisini pratiklemiş, eğitimle kendini kuran insanlarız. ‘Okursan, olursun’ denildi bize” diye anlatıyor Selin. “Zamanın ruhu da bu eğilimi destekliyor ‘Sen yapabilirsin!’ diye. Hayatımızı daha fazla kendi elimizde zannediyoruz. O yüzden birisi bize ‘Sen düşünürsen yaparsın’ dediğinde de ‘Yapamadın’ dediğinde de inanıyoruz…”
‘A notunu kim veriyor?’
Aslında beyaz yakalının çelişkisi burada başlıyor. Salih, bir grafiker. “Biraz açalım” diyor. “Beyaz yakalılar belli bir yere gelmiş, üniversite bitirmiş, başarılı insanlar. Okulda koşul; çok çalışırsan iyi bir üniversiteye girersin. Ama orada not verenler, hayata hazırlayan öğretmenler. Peki iş hayatına girdiğinde A notunu kim, hangi kritere göre veriyor? O ‘A’, hiçbir zaman ulaşamadığın havuç işte… Performanstan A’yı alamayacağımızı biliyoruz ve bizi hep eksik hissettirerek güdülüyorlar. Hayal kırıklığı da böyle doğuyor. Sonra da ‘Yeter ki cezalandırılmayalım’ diyorsun…”
“Ama herkes de öyle değil tabii” diye araya giriyor, bir yazılım firmasında çalışan Can. “Birileri de ‘Bana belirli bir iş verilsin, onu yapsam keşke’ diyor. O da beyaz yakalı, iyi okumuş, sınavlar geçirmiş. Ama bunu istiyor. Hayatında o anlamı kaybettiği, ‘Çalışacağım, edeceğim de ne olacak?’ gibi bu dünyanın meşruiyetini yok saydığı bir tavırda olduğu için… Bir yanda da hayatta kalma refleksleri var…”
‘Çalışanların çocuklaşması’
Zaten, “Köye yerleşeceğim”i daha çok duyar olmadık mı? Hani beyaz yakalı havalı kent insanıydı? “Çünkü ‘Kendi hayatımızın ipi kendi elimizde’ algımıza çok ters bir pratik var” diyor Can. “Banka çalışanlarının masada ekran başında ne kadar durdukları dakika dakika kayıt altında tutulabiliyor mesela. Ayağa kalktıklarında nereye gittiklerini, ‘Tuvalete’ vs. diye hemen ekrana girmek zorundalar. Bu kadar gözetim, ortaokuldan, hapishaneden bile beter.”
Zira Prof. Verhaeghe de Can’ı doğrularcasına, yazısına “Zorbalık yalnızca okullarla sınırlıydı; şimdi ise işyerlerinde ortak bir özellik” diye devam ediyor. “İşyerindeki sürekli değerlendirme, bağımsızlığın azalmasına ve sürekli değişen dış normlara bağımlı olunmasına sebep oluyor. Bu, sosyolog Richard Sennett’in oldukça yerinde bir tanımı olan ‘çalışanların çocuklaşması’ sonucuna yol açıyor. Yetişkinler çocukça öfke patlamaları yaşıyor ve küçük sebeplerden kıskançlık duyuyorlar (‘O yeni bir ofis koltuğu aldı ve ben almadım’), beyaz yalanlar söylüyorlar, hilekârlığa başvuruyorlar, başkalarının düşüşüyle neşeleniyor ve küçük intikam duygularıyla besleniyorlar. Bu durum insanların bağımsız düşünmesini engelleyen, çalışanlarına yetişkin gibi davranmakta başarısız olan sistemin sonucudur.”
İş dışında bir başına
Fakat daha önemlisi, insanların özsaygılarında oluşan büyük hasar. Hegel’den Lacan’a filozofların belirttiği gibi, özsaygı büyük oranda başkalarından aldığımız onaya bağlı. Sennett, bu düşünceden yola çıkarak, günümüzde çalışanların en büyük sorusunun “Bana kimin ihtiyacı var?” olduğu sonucuna varıyor ve gittikçe büyüyen bir grup için cevap: “Hiç kimse.”
Sennett’in referans verdiği, 1960’larda yapılan bir araştırmaya göre, toplumda en itibarlı meslekler hemşirelik, doktorluk, öğretmenlik idi. Yani toplumsal faydası olduğu düşünülen meslekler… Lakin bugünün de en itibarlıları onlar… Ama bu kadar iş yoğunlaşmasının içinde, beyaz yakalı bu kadar kolay değiştirilebilen bir küçük unsur ise varlığı ve yokluğu hiçbir şey ifade etmiyor, bir şeyi değiştirmiyorsa hayata atfettiği anlam dünyasında kayıplar yaşıyor. Hele ki sahip olduğu yakın ilişkileri, hayatını daha anlamlı kılacak edebiyat, sanat, müzik, spora erişebileceği kaynakları sınırlı ve bu tarz anlam dünyaları yoksa… Selin, “Beyaz yakalıların burçlara, batıl inançlara, yeni nesil Uzakdoğu inançlarına nasıl sürüklendiği de bu alana özgün bir sorun…” diye de ekliyor.
İşte karşınızda iş dışında, kendisiyle para harcamadan ne yapacağını bilemeyen bir yığın eğitimli insan… Selin, “İzin gününde işe giden insan biliyorum yahu” diyor. “Bir de bizim aile ilişkilerimiz geleneksel yaşayan insanlara göre daha zayıf. Akraba gezmesi yapmıyoruz, her düğüne altın alıp gitmiyoruz, aşure gününü bilmiyoruz. İnsanı eğleyen toplumsallıklardan da uzağız. ‘İstediğim iş’ gibi bir ideal de varsa, elde sadece iş ortamı ve iş arkadaşları kalıyor. Ama Olimpos’ta yanındaki kadınla tanışmak için kartvizit uzatan insan biliyorum. Artık iş yok; başka türlü iletişim kurman gerekiyor!”
Velhasıl, “İnsanla, çalışanla ilgili bilginin biriktiği, bir sonraki stratejinin buna göre oluşturulduğu bir yerde biz çok yalnız kalıyoruz” diye tamamlıyor lafını. “İnsanlar bize öznellikleri yıpranmış olarak geliyor. ‘Çok çalışıyorum’dan dolayı değil; ‘Bana böyle böyle davranıldı’ diye… Artık bizim de örgütlenmemiz gerekiyor.”