Yeraltı Maden-İş’i anlatırken öykünün asıl kahramanı Çetin Uygur’u anmamak olmaz. Çetin Uygur 1940’ta Zonguldak Devrek’te doğmuştur. Yeraltı Maden İş ise Yeni Çeltek’te 1975’te. Çetin Uygur’un adı Zonguldak kent tarihinde “iz bırakanlar” faslında yer almaktadır. Yeraltı Maden-İş, Yeni Çeltek maden ocaklarında “üretenlerin yönetebileceğine” dair ilk ve tek deneyimi hayata geçirmiştir. Yeraltı Maden-İş, Çetin Uygur’un evladı gibidir. Doğmasında, büyümesinde, serpilip gelişmesinde, örnek alınmasında yadsınamaz emeği vardır. Yeraltı Maden-İş üyesi işçiler, hayalin gerçeğe döndüğü o yılları büyük bir özlemle anmaktadır. Pek çoğunun evlatlarına Çetin ismini vermesi bundandır…
İnönü Alpat’ın bu ifadelerle anlattığı, maden işçilerinin ‘Çetin Abisi’ Çetin Uygur ile 15-16 Haziran olaylarını ve işçi sınıfı mücadelesinin dününü bugününü konuştuk.
»15-16 Haziran Olaylarını tetikleyen etkenler nelerdi?
Öncelikle 15- 16 Haziran’ı tanımlarsam; 15- 16 Haziran Türkiye işçi sınıfı tarihinde tam bir dönüm noktası ve bir boyutuyla da sendikal mücadeleye önemli dersler, yol göstericiler taşıyan bir süreçtir. Çünkü o süreçte siyasi iktidarın ciddi biçimde sınıfa yönelik saldırısı, sadece sendikal platformda değil, onun en genelindeki düşünce odaklarına da yönelikti. Dolayısıyla buna karşı başlatılan bir mücadele sadece ve sadece sendikal hakları yok etme, sendikal örgüt kurucularına belirli kurallar getirildiği söylenen olay ciddi bir dikkatle bakıldığında 1950’ler, 60’lar öncesindeki bir geri noktaya hapsetmenin karşısındaki bir ayağa kalkış, bir direniş, bir mücadele ve bir başarı olarak tanımlanabilir.
»Bugün de insanlar, ‘sendikalı olduğu için işçi çıkartan’ zihniyet egemen olduğu için sendikalı olmaya korkuyor, ya da onların hangi sendikaya üye olacağına başka odak güçler büyük ölçüde belirleyen oluyor, iktidara yakın sendikalar çalışanlara dayatılıyor… Yani bugün işçi sınıfının etrafında benzer koşulları yok mu? Eğer varsa niçin o tarihteki gibi bir mücadele yükselemiyor?
Çok da net bir benzerlik var denemezse de, bugünkü mücadele açısından 15-16 Haziran ciddi bir yol göstericilik taşıyor. Çünkü o dönemde yapılan saldırganlığa karşı, sadece ve sadece başlangıç adımını DİSK’e üye olan işçilerdi, sonrasındaki destek ise tüm işçilerle sağlandı. Dönemin çalışma bakanı DİSK’i kapatmaya yöneliyordu. Ama görüldü ki işçiler sadece DİSK üyesi olarak ayağa kalkmadı. 200 bini aşkın işçi yürüdü ve yürürken talepleri çok netti. Tıpkı 1980 sonrası Zonguldak’ın ayağa kalkışı gibi, ücret ve sosyal haklar değil demokrasi diyerek yürüyen maden işçileri gibi ciddi bir düşüncenin de kaynağı olan 15-16 Haziran, bugünün de yol göstericisi olma niteliğini taşıyor.
Bir önemli nokta da Türkiye’deki sosyalist düşünce emeğin çıkarlarını temel alan düşüncenin çok farklı çizgilerde ve çok farklı yerlerde olması. Bu dağılım da ortak davranış, ortak tavırdan bizi mahrum ediyor. Özellikle bugün ortak davranışlı sermayeden doğan kriz toplumları ciddi biçimde tahrip ederken, elindeki demokratik hakları da siyasi iktidarlar aracılığıyla almaya kalkarken, solun bu konuda ortak tavırdan uzak kalmasının eksikliği çok büyük. Ortak davranış sağlanırsa, yaşam koşulları yüzünden savrulmuş olan işçi sınıfını, ve o sınıfın bilinç düzeyini yükseltir. Bu bilinç de onların siyasi tercihlerini yapmasını getirecek ama maalesef bundan çok uzağız. Yerel yönetim seçimlerinde bile ortak davranamayan bir sol çizgiden bahsediyoruz bugün.
Ama o süreç ile bugün arasındaki çok önemli bir ayraç; o zamanlar bir konfederasyon merkezi olan bir DİSK var ve onun yaptığı eyleme Türk- İş’e üye olan işçiler de katıldı. Sendikasız işçiler ve bağımsız sendika üyeleri de katıldı. İstanbul-Ankara yolu üzerindeki çoğu işyeri kapılarını kilitleyip işçileri dışarı çıkarmazken, işçiler de 2 gün üretimi durdurdu hem de içeride kilitli oldukları halde. Yani bugünün aksine; o süreçte DİSK’in hem sendikal anlamda hem de düşünsel anlamda bir liderliği vardı.
»Yani bugünü 15-16 Haziran sürecini başlatan koşullardan uzak tutan en büyük eksiklik o tarihteki DİSK gibi her anlamda lider bir konfederasyon mudur?
Bugün DİSK devam ediyor ama bugünün değişen koşulları da dünden çok farklı. Devletin elindeki tüm değer ve hizmet üreten kurumlar yerli ve yabancı sermayenin eline devredilmiş durumda. Yani böyle bir işlevi yerine getirmek için en son görevlendirilmiş olan AKP İktidarı, kendi iktidarı açısından da, Sanayi Bölgeleri adı altında kendi arkasında bir sermaye sınıfı yaratıyor. Dolayısıyla artık tek tek iş kollarındaki sendikaların başarılı olabilmesi çok zor. O sendikaların kendi başlarına örgütlenme mücadelelerinin, tek tek hak alma uğraşlarının, işyerlerinden başlayıp düzene kadar ulaşan mücadelenin korunabilmesi ve gelişebilmesi zor.
Bugün de sosyal güvence yok, kovulan işçilerin yanı sıra kalanların da büyük bir kısmı kayıtdışı çalıştırılıyor. Sanayi bölgesinde bir işletmeye çalışan işçiler, o işletmeyle bağlantılı başka işverenlerin de saldırısına maruz kalıyor. Bu saydığım koşullar gözönüne alındığında; DİSK, işçilerin tek tek iş kollarında sendikal mücadele vermesi yerine kollektif bir mücadeleyi önüne koymak zorunda. Ortak bir mücadele oluşturulmalı. Sanayi Bölgeleri örgütlenmeleri sağlanmalı, iş kolu ayrımı, sendikalı-sendikasız ayrımı gözetmeksizin, işçi-işsiz ayrımı gözetmeksizin, emekli-çalışan ayrımı gözetmeksizin bölge örgütlenmelerini önüne koymak zorunda. Çünkü, demek ki sermaye sınıfı ve onun iktidarı, tüm işçilerin mücadelesinin ortaklaştığı bir kuvvetle karşı karşıya bırakılmalı. Ayrıca işçinin sadece iş saatini değil 24 saatini örgütlemek zorundayız. Onun çocuklarının okul sorunundan kendi özel sorunlarına kadar tüm sorunlarını gündeme alan 24 saatlik bir örgütlenme ağı gereksinimi var.
Elimizdeki olanaklarımızı açık bir şekilde değerlendirdiğimiz de, örneğin “Anayasa’daki bir maddeyle Türkiye’nin imzasını taşıyan uluslararası sözleşmelerdeki bir kanun çelişirse uluslararası sözleşme geçerlidir” deniliyor ama yapılmıyor. Demek ki biz bunu hayata geçirmeye yönelik bir mücadele oluşturmalıyız. “İstiyoruz, verin” diyerek sadece ve sadece meydanları dolduran bir söylemin yerine “Alıyorum, uyguluyorum” diyen bir mücadele çizgisini önümüze koymalıyız.
»Peki 15-16 Haziran olaylarında devrimcilerin rolü neydi?
O süreçte devrimcilerin rolü çok açık ve nettir. Bunu güzel bir örnekle anlatayım: Bir arkadaşım vardı, sanırım o zaman Singer fabrikasında çalışıyor bir yandan İstanbul Kartal semtinde bir işçi derneğinde koşturuyordu. 15-16 Haziran olaylarında uzun süre hapishanede yatmış bu işçi arkadaşımı yıllar sonra görüp, “Ne yaptın, nasıl oldu?” diye sorduğumda, bana “Ben devrim oluyor sanmıştım” dedi. Bu bütün her şeyin ifadesiydi. Yani o, işyerindeki ve yaşamdaki hakları konusundaki öğretilerin sonucunda bir ayağakalkışın yol göstericiliğiyle hareket etmişti. Ayrıca üniversite gençliği, özellikle 68 kuşağının ve solun zenginliğinin içinde farklı düşünce odaklarının içinde olsa bile böyle bir eylemde DİSK’in kapısına gidip, “Biz ne yapabiliriz?” diye sordu. Düşünebiliyor musunuz? Devrimci Gençlik, “Bizim katkımız nasıl olacaktır?” diye sordu ve o mücadele sırasında sınıfın saflarında yeraldılar.
»Zonguldak’daki madenlerin kârlı işletmeler olmasına rağmen özelleştirilmesi ve işçi sayısının azaltılmasının nedeni, işçi sınıfı mücadelesinde maden emekçilerinin ön saflarda yeralması mıydı?
Zonguldak’da da 15-16 Haziran olaylarının ardından sıkıyönetim ilan edilmişti. Zonguldak maden işçisinin özelliği en tehlikeli ve yıpratıcı işlerden birini yapmasıdır. Onların okumayı bırakın, düşünmeye bile vakti olmuyordu. Çünkü günde 12 saat çalışıyor ve o ağır çalışmayla gidip 10 saat yatmak zorunda. İşte bu işçiler ne zaman sorun ortaklaşırsa o zaman ayağa kalkıyor.
Daha öncesinde Satılmış Tepe ve Mehmet Çavdar’ın öldürülmesiyle başlayan olaylardaki, 1990 eyleminde 80’lerde gaspedilen haklarını geri almak için ayaklanması gibi. O eylemde de “Turgut Özal’ın, İshak Alaton’un kapatalım o zaman ocakları!” sözleri çınlamıştı.
Çünkü evrensel sermaye, Körfez sürecinden dolayı hızla kömüre yönelmiş ve dünyanın en zengin kömür ocaklarını kapatmıştı. İngiltere’de maden işçilerine saldırılan olayların arkasında da, Hollanda’nın, Fransa’nın, Belçika’nın Almanya’nın kömür ocaklarının kapatılmasının arkasındaki de budur. Türkiye’de de bunu İstediler çünkü Ereğli Demir Çelik’i de, Karabük’ü de, İskenderun’u da kömür işletmeciliği açısından oraya bağlayacaklardı.
Nitekim Türkiye’deki siyasi iktidarlar aracılığıyla bu başarıyı elde ettiler. Buna somut bir örnek; Zonguldak Ereğli Demir Çelik 2, 5 yılda milyon ton kömür tüketiyor ve bunun 2.2 milyon tonunu Ukrayna ve Avustralya’dan getiriyor.
Karabük Demir Çelik de aynı. Böyle politikalara karşı Zonguldak maden işçisinin ayağa kalkması en doğal hakkıdır ve bunun için sendikal, siyasi yol gösterici niteliği taşıyan bir lidere ihtiyaç vardır.
»Peki o süreci en merkezinde yaşamış insanlardan biri ve madencilerin ‘Çetin Abisi’ olarak bugün ekranlarda adeta popstar yarışmaları gibi izleyenlerin gözü önünde müsabakalar düzenleyerek maden işçisi alındığını gördüğünüzde, kaçak maden ocaklarındaki göçüklerde ölen işçi haberlerini duyduğunuzda ne hissediyorsunuz? Ve maden işçisinin hatta sendikaların bile bu durumu neredeyse kanıksamış olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Benim o kadar içinde bulunduğum maden işçilerinde ben o zaman şunu görmüştüm: İşçilerin devrimcilere, sol düşünceye kesin bir güveni vardı. Bu güvenin de temeli 1968’den beri gelen bir sesleniş olayıydı. Dolayısıyla bugün onlara ulaşabilen bir durum olmadığı gibi, devletin elindeki neredeyse tüm maden ocakları özel şirketlere devredildi. Böyle uygulamaların yanısıra yoksulluğunda delice arttığı bir noktada işini kaybetme korkusu ağır basarak, sessizliğe itiyor. Onlara güven veren bir solun olmaması ve siyasi yol göstericinin eksikliği onları yeni bir örgütlenmeye kapalı tutuyor.
Biz bugün sendikal örgütlülüklerimizi sanki sınıf örgütü değil de ekonomik örgütlülükmüş gibi varedip, o kavrama hapsediyoruz. Oysa sendika sadece ekonomik mücadele değil, işçinin siyasi yol göstericiliğini de görev bilmeli. Bu yapılırsa olumsuzlukları aşmak mümkün olabilir.
»15-16 Haziran süreci ve sonrası bir çok sosyalist için “Ordunun devrimci bir rolü olabilir mi?” sorusunun olumsuz ve net bir yanıtı olarak kabul edildi. Deneyimle gelen bu yanıta siz de katılıyor musunuz? 15-16 Haziran bu sorunun yanıtının miladı mıdır?
Evet. Şöyle kısa bir tanım yapalım: 1946’yla birlikte Türkiye’nin ABD ile geliştirdiği NATO ittifakı gibi ilişkiler dolayısıyla, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana cumhuriyeti koruyucu sıfatı taşıyan TSK, Türkiye’deki ekonomik, siyasi, politik, toplumsal tüm kriz aşamalarında krizin aşılması doğrultusunda görev üstlendirilmiş bir örgüttür. Dolayısıyla o krizin aşılması yönünde darbeleri yapar, iktidara oturur ve ona göre tehlikeli olan odakları –ki bu öncelikli olarak sosyalist örgütlerdir– tasfiye eder. Ondan sonra da kapitalist sisteme düzeni tekrar teslim eder ve o zamanda da bunu yaptı. Ama bugün 1990’la birlikte, 80 darbesinde en son ‘görevini’ yerine getirdikten sonra devletin elindeki tüm değer üreten kurumlar sermayeye devredildi. Dolayısıyla sermaye sınıfı bu süreçte yeni bir liberal devlet ve onun iktidarını yaratmanın karmaşasının içinde. Yani bu krizi aşmak için tekrar TSK’ye başvurulur. Görevleri bellidir ve onlar devreye girerler.
»Yani bu düşünce o süreçte kanıtlanmış oldu?
Evet. Hatta şu an görülen o ki Ergenekon Davası’nda adı altında yürütülen süreç, kriz anlarında orduya görev düşmediği ve hatta espri yapalım:
Genelkurmay Başkanı’nın yerinin protokoldeki yerinin Devlet Su İşleri Müdürü’nün yanı olduğu söylenmeye çalışılıyor. Ergenekon bir dağıtma süreci ama bu dağıtmanın içinde bütün cefayı, acıları çekmiş Türkiye Solu’nun bir kesimi tarafından “ordu cezalandırılıyor” diye tanımlansa da AKP bu arada kendi derin devletini oluşturmaktan geri durmuyor.
Birgün-ONURKAN AVCI
14 Haziran 2009