İsrail terörünün Gazze’de gerçekleştirmekte olduğu işgal ve soykırım 900 civarında ölü ve binlerce yaralıyla ikinci haftasını geride bıraktı. Giderek derinleşen krizinden çıkmanın yolunu her zaman olduğu gibi milyonlarca insanı savaşlarla ve yoksullukla katletmekte arayan emperyalist-kapitalist sistemin dünya için hazırlamakta olduğu kanlı geleceğin işaret fişeği Filistin’de atıldı.
İsrail’in katliamlarına ABD’nin tam desteği büyük olasılıkla kimseyi şaşırtmadı. Peki ya “demokrasi ve insan hakları savunucusu”, emperyalizmin “iyi polis”i Avrupa Birliği’nin savunma hakkı demagojisi ardında verdiği tam destek? Ya işbirlikçi Arap rejimlerinin verdiği tam destek? Ya Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin, “uluslararası hukuk”un İsrail karşısındaki aczi? Filistin, bir kez daha, bugüne dek anlamamışlar için, emperyalist-kapitalist sistem hakkında yalanın bittiği yer oldu.
Günlerdir televizyonlarda İsrail’in bombaladığı bir okulda ölen çocukların, bir binaya kapatılan ve oradan çıkmamaları istenen, sonra da üzerlerine bombalar yağdırılan insanların cansız bedenlerini izliyoruz. İsrail, soykırımını gizleme gereği bile duymuyor; öylesine kendinden emin ve pervasız. Dünyanın pek çok yerinde insanlar bu açık vahşet karşısında öfkelerini sokağa döküyorlar. Dünya halklarının bu tepkisine karşın, iktidarlar herhangi bir somut protestoda bulunmuyorlar; bulunamazlar da. Çünkü kanla beslenen bu sistemin bir parçasıdırlar, varlıklarını bu sistemin kurallarına boyun eğmeye borçludurlar. Tıpkı stratejik ortağı İsrail ile yaptığı askeri, ticari ve siyasi anlaşmaları iptal etmeye kesinlikle yanaşmayan, İsrail pilotlarına Konya Ovası’nda eğitim alanı açan, bugüne dek yürüttüğü işbirliği çerçevesinde aslında yaşanan katliamda payı bulunan AKP hükümeti gibi.
Sınıfsal çıkar ve hesapları mevcut iktidarların İsrail terörüne karşı çıkmasına olanak vermeyeceğinden, katliama tepki göstermek her zamanki gibi halka ve halkın örgütlü yapılarına kalıyor. Demokratik kitle örgütlerinin herhangi bir konu hakkında halkın kendiliğinden oluşan tepkiselliğini doğru bir hedef ve amaca yöneltme sorumluluğu vardır. Ülkemizde İsrail’in Gazze’yi işgali konusunda böyle bir girişimi, TMMOB’nin de içinde olduğu on emek ve meslek örgütünün bir araya gelerek 7 Ocak 2009’de yaptıkları “Biz bu insanlık suçuna ortak olmak istemiyoruz!” başlıklı açıklama ve eylem çağrısında görüyoruz. Ancak bu açıklama, emek ve meslek örgütlerini yöneten anlayışların sınıfsal ve toplumsal mücadelede ne kadar geri bir noktaya düştüklerini açığa vuran, birçok sorunlu nokta içeriyor.
Öncelikle açıklamada ne yaşananların asıl sorumlusu olan emperyalist-kapitalist sistem, ne de İsrail’le stratejik ortaklığı dolayısıyla katliamda payı bulunan AKP teşhir ediliyor. Aksine, hükümeti Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde varlık göstermeye çağırarak ve Türkiye’nin de içinde yer alacağı bir barış gücünün bölgeye gönderilmesini isteyerek sisteme ilişkin bir bulanıklık, yanılsama ve nafile beklentiler yaratılıyor. Oysa ilerici, demokrat, devrimci insanların canla başla halka anlatmaya, kavratmaya çalıştıkları düzenin, böylesine somut görünür olduğu anlarda ilerici örgütlerin görevi, teşhiri boyutlandırarak üyelerinin bilinç düzeyini yükseltmek ve mücadeleyi ilerletmek olmalıdır.
Barış Gücü adındaki uluslararası askeri birliklerin gönderildikleri ülkelerde fiilen işgalcinin güvenliğini sağlama ve ezilen halkların direnişini baskı altına alma görevi yaptığı herkesçe bilindiği halde Barış Gücü önerisinde bulunmak, emek ve meslek örgütleri yönetimlerinin toplumsal mücadele konusunda tüm iddialarını yitirdikleri ve kendilerine sistem içinde yer arama gayretinde oldukları dışında nasıl yorumlanabilir? Üstelik İsrail’in Ankara Büyükelçisi Gabby Levy, “sözkonusu gücün, şu anda yaşananların tekrar etmesini önleyeceğini, bunun da öncelikle, Çin, İran, Lübnan gibi ülkelerden silah ve roketlerin sızmasının tamamen durdurulması anlamına geldiğini” söylerken, eski ABD Büyükelçisi Martin Indyk, Gazze’de İsrail’in üstünlük sağlaması halinde Türk ve Arap kuvvetlerinden oluşan çokuluslu bir barış gücünün konuşlandırılmasını önermişken ve AB planı çerçevesinde aynı öneri tekrarlanırken.
Öte yandan bu konuda TMMOB açısından sorulması gereken bir soru daha vardır: TMMOB Başkanı Mehmet Soğancı’nın 4 Eylül 2006’da Lübnan’a asker gönderme konusunda yaptığı açıklamada “… Birleşmiş Milletler yaşanan süreci seyretti. ABD’nin ikna olduğu yerde de “Barış Gücü” oluşturulması kararı aldı. Bu “Barış Gücü” değildir. Çünkü Lübnan’da barış olmamıştır. İsrail işgali sürmektedir” sözleri bulunmaktadır. Acaba Gazze’de İsrail işgali sürmemekte midir ki TMMOB Barış Gücü önermektedir? İki yıl içinde bu ne baş döndüren bir değişimdir! 2006 yılında Lübnan’a Barış Gücü gönderme konusunda çeşitli odaların açıklamalarında ve mitinglerde bizzat Soğancı tarafından yapılan konuşmalarda Barış Gücü’ne karşı çıkılırken ne olmuştur da örgütün fikri değişmiştir, bu yeni “açılım” hangi örgüt organlarında tartışılarak yapılmıştır, TMMOB yönetimi bunu üyelerine açıklamalıdır.
Açıklamada yapılan eylem çağrısının başarısı da bizce kuşkuludur. “Her gün saat tam 18.00’de Filistin için ses ver. Bağır, korna çal, siren çal, düdük çal, çan çal. Katliam duruncaya kadar” biçimindeki çağrı, bireysellikle sınırlı kalacak ve uzun soluklu olmayacak bir eylem izlenimi doğurmaktadır. TMMOB’nin, içinde yer aldığı toplumsal mücadeleleri üyelerine aktarmadaki yetersizliği düşünüldüğünde bu izlenim daha da güçlenmektedir. Bu eylem düşüncesi, belli ki Susurluk’a karşı örgütlenmiş ve giderek yaygın bir halk hareketine dönüşmüş ışık kapama eylemlerini örnek almıştır. Gerçekten de örnek alınması gereken bir eylem olan ışık kapama eylemlerinin örgütlenmesinde devrimcilerin harcadığı yoğun emek ve mesai acaba bu emek ve meslek örgütleri tarafından da harcanacak mıdır? Çünkü halk hareketleri ne yazık ki üyelerin cep telefonlarına gönderilen bir mesajla örgütlenememektedir.
Son olarak açıklamada “her türlü şiddete ama’sız karşıyız” denilerek Filistin halkının direnişi ile işgalci İsrail’in saldırıları bir tutulmuş, halkların meşru direnme hakkına şiddet karşıtlığı temelinde karşı çıkılmıştır. TMMOB ve diğer örgütler bu tutumlarıyla “aklıselim” “başka bir çözüm” önerdiklerini sanıyor olabilirler ama nesnel olarak bu tutum, İsrail’in saldırılarını meşrulaştırmaktan başka hiçbir amaca hizmet etmemektedir. İlerici, devrimci, demokrat insanların, kurumların görevi, halkların direnişini eleştirmek değil, halkları direnmeye çağırmaktır.
Barış, teslimiyet anlamına gelecekse barış değildir. Filistin’de ve her yerde, yalnızca direnenlerin kazanacağına inancımızla, Filistin halkını ve direnişini destekliyoruz.
Mühendislik Mimarlık ve Planlamada
+İVME Dergisi