Üretilen ve yönetilen kriz – Ragıp Varol
Spread the love

Çorum’da işsizlik nedeniyle canına kıyan inşaat mühendisi Abdullah Kaan Özbağ anısına…

Kapitalist iktidarın en temel özelliği ‘ürettiği ve yönettiği’ krizlerdir. Birçok biçimiyle, nasıl ürettiğinden ziyade, nasıl yönettiğini kavrayabilmek için öncelikle krizin kapitalizme ilişkin içsel bir olgu olduğunu, bu bakımdan doğalında panzehrini de bünyesinde barındırdığını tespit etmek yerinde olur.

Krizin diyolojisi: ‘Bizimle alakası yok sistemi’

Bir toplumsal sözleşmenin ortaya koyduğu kanunların şekillendirdiği seçim veya güvenoyu gibi aracı bir yöntemle, üzerinde toplumsal uzlaşıya varılanlar, yani yetkililer, bu iyi gitmediğinde sahnede hayli tanıdık bir nakarat tekrarlar: bizimle alakası yok!

Tarihsel arka plan

Bizimle alakası yok sistemi, üçüncü dünya ülkelerinde ‘öteki’ kavramından ileri gelen bir milliyetçilikle soslandırılır. Başka bir şey de beklenemezdi: emperyalistlerin iki tane dünya savaşından sonra bile üzerinde uzlaşamadığı, jeopolitik ve ekonomik açıdan ‘verim’ alabileceği alanlar, ulus-devlet modelini kapitalizmin temeline yerleştiren Wilson İlkeleri gibi yeni meşruiyet zeminleriyle birlikte – kapitalizm içinde kalmak şartıyla – bağımsızlık mücadelesine girişerek kendi ‘özgünlüğünü’ üretti. Bu özgünlüğün ihtiyaç duyduğu toplumsal uzlaşı, özellikle etnik, teolojik ve kültürel çeşitliliğin bol olduğu yerlerde ‘üst kimlik’ gerektirdi. Bunun en kolay yolu, baskın olanı iktidara getirecek bir milliyetçilikti ve hemen hemen her yerde bağımsızlık savaşları ‘ulusal’ mücadele karakteri taşıdı (Balkan ülkelerindeki ‘anti-Türkçülük’ ve İslamofobi, bir biçimiyle orada kurulan yeni devletlerin temel ideolojik altyapısını teşkil etti).

Sistemle uzlaşmayan, dini ya da komünist rejimlerin belirginleştiği Kore, Ortadoğu gibi coğrafyalarda ise soğuk savaş cepheleri ‘yeri geldikçe’ sahneyi sıcak çatışmalara bırakmaktan çekinmedi. Örneğin, 1940’larda Japonya işgali altında olan Kore’de başlangıçta anti-Japon temelli milliyetçiliğin örgütlediği çeteler sonradan emperyalistler tarafından ‘elden geçirildi’ ve anti-komünist bir alt metin kazandı. Çünkü kuzeydeki ‘birleşik ve bağımsız Kore’ savunucusu komünistlere karşı örgütlenmek milli bir şuur oluşturmaktan daha acil hale geldi (O dönemde silahların gölgesinde 10 yılda değişiveren bir ‘milliyet’ ilkesinden ne çıktığını bugünün elektronik devi Güney Kore şirketlerinin cirolarındaki ABD paylarında görebiliriz).

Bu model, Kore’deki süreçle benzerlik taşısın ya da taşımasın, sistemin siyasi krizleri aşması adına uygulandığı her yerde etkin ve kusursuz şekilde işletildi.

Bu noktada, temeline ‘ideolojik, tarihi, etimolojik ortaklık’ konma ihtiyacı bir ‘milli şuur’ ürettikten sonra, arka planda bunun piyasalaşabilmesinin de koşulları oluşturuldu. Nitekim kapitalizm bu konuda deneyimliydi; soğuk savaş sırasında Eisenhower doktrini gibi birçok alt disiplin, ulus devletlerin sistemle uzlaşma yönündeki davranışlarını belirlemede etkin hale geldi. Buna göre, sistemin – gerekirse silahlandırıp – en kolay ve hızlı harekete geçirebileceği özne olan milliyetçiler, gerektiğinde iç siyaseti domine etmek için hayali düşmanlar yaratma, bunu beceremediği yerlerde mevcut etnik, kültürel çeşitliliği eğip bükerek suni çatışma zeminleri oluşturma konularında günden güne ‘deneyim’ kazandılar (örn. Bosna Savaşı). Bunun kısmi etki yaratabildiği yerlerde ise askeri darbeler, polis devleti gibi radikal yöntemler seçmekten çekinmediler.

Bizim büyük dış güçlerimiz

Türkiye’nin de çok farklı bir öyküsü yok. Hala can yakıcı şekilde yüzleştiğimiz temel sorunların neredeyse tamamı benzer biçimdeki çelişkiler ve çarpıklıklar yumağının eseri olmasaydı, bugün paranoyası gitgide yükselen, kendini yaşadığı hiçbir problemin doğrudan kaynağı hissetmeyen ve sorumluluk almak yerine en yakınındaki ‘öteki’ye amansızca saldıran kitleler halinde yaşıyor olmayabilirdik. Dolayısıyla, bu illiyet bağının kurulması burada önerilebilecek olası çözüm önerilerine temel teşkil edebilecek niteliktedir.

Öncelikle, dış güçler ve içerisi şeklinde bir ayrım yapabilmek için ortada birbiri ile dikkate değer düzeyde çelişen iki ayrı güç formu olmak zorundadır (Örn. Soğuk Savaşın tarafları). Oysa bugün kapitalizm Türkiye’deki yaşamın bütün özgünlüklerini tarihte hiç olmadığı kadar piyasalaştırma becerisi kazanmış, ülkenin en ücra köşesindeki mübadele biçimlerini kendine uyarlamış, küreselleşme ve yeni dünya düzeni teorilerine son derece verimli bir uygulama alanı haline getirilmiştir. Bugün küresel ölçekte yaşanan krizlerden geçmişe nazaran çok daha yoğun etkilenen, üretimden bağımsız – spekülatif- olarak yaşanan finansal dalgalanmalara bile aşırı duyarlılaşmış bir ülkeyiz. Hatta dış güçler söylemiyle işaret edilen bütün olası öznelerin hiç olmadığı kadar büyük hacimlerde yatırımının bulunduğu, sürdürülebilir kılındığı ve dolayısıyla hiç olmadığı kadar söz sahibi edildiği bir ülkeyiz.

Hal böyleyken, dış güçler şeklinde sınıflandırdığımız her şeyle aslında içeride artık doğrudan muhatap olurken, başka bir deyişle, sömürünün ‘ulus-devlet dolayımı’ neo-liberalizm fonksiyonuyla ortadan kaldırılmışken, yani sistem başlangıçta özgünleştirdiğini bugün piyasalaştırmışken, ortaya çıkan kavramsal boşluğu doldurabilecek aygıt üretmek olanaksızlaştı. Kapitalistler de bunu ‘eski yöntemle’ halletmeyi seçti: faşizm (Sarı yeleklilerin yalnızca akaryakıt zamlarına karşı sokaklarda olduğunu düşünmek, ilk üç günü iyiydi felsefesinin yakın akrabasıdır).

Krizin yumuşak karnı

Bugünün krizindeki ‘yumuşak karnı’ buradan tespit etmek yerinde olur. Zira Ortadoğulular tarafından “on yılda bir her şeyin değiştiği ülke” olarak anılan, Batılıların ise “Türk işi demokrasi” diye tariflediği oligarşimiz, her dönemde savaşmak için bir ‘hayalet’ buldu ve iç siyasette bunun ekmeğini yiyen liberallerin – solda, sağda fark etmeksizin – ardı arkası kesilmedi. Bununla beraber, toprak ağalarımız marabalara en düşük ücreti mahsulün en verimli olduğu yıllarda verdi. İş makinası sahiplerimiz operatör maaşlarındaki kesintileri en yoğun çalışılan sezonlarda yaptı. Çıktıkları her kürsüde ülke sevgisinden bahsedenler, emperyalistlerle kol kola girip yıpranan toprağı dinlenmesi için çiftçilerin omuzlarına yatırdılar, yorulan makinanın tamiri için gereken gres yağını emekçinin alın terinden damıttılar.

Bugün yaşanan kitlesel umutsuzluğun gerekçesini burada aramak gerekiyor. Emeğin ‘çilesiyle’ tarihsel bağları kurulmayan, kapitalizmle ve onun sömürücü karakteriyle ilişkilendirilmeyen, emperyalizmin en vahşi formunun dayatıldığı günümüz çalışma yaşamı koşullarıyla neden-sonuç ilişkisi kurulmayan hiçbir çözümün geçerliliği yoktur.

Var olan tek öteki, tek dış güç kapitalizmdir. En başta onu karşısına almayan hiçbir söylem anti-emperyalist karakter taşımamaktadır. Hangi iddiayı öne sürerse sürsün, çözümün değil, problemin tarafında yer alması kaçınılmaz olan politik argümanlar ile inşa edilebilecek tek şey bugünün cinayet şebekesi gibi işleyen mega projeleri, maden ocakları, tersaneleri, tünelleri, kanalları, demiryolları, otobanları, köprüleridir. Yakasının rengi fark etmeksizin tarihte hiç olmadığı kadar korkunç koşullarda güvencesiz, can emniyeti olmadan alın teri döken milyonlarca emekçinin bir avuç patronun sınırsız imtiyazı uğruna çalınan güzel günleri, geleceği, umut ıslığıdır.

Neyse ki, “Islığı yakalanmadıktan sonra, neye yarar ıslıkçının yakalanması?*

*Islıkçı – Tiyatro Oyunu, Çetin Altan, 1976.

Ragıp Varol
Maden Mühendisi


Spread the love