TMMOB İstanbul Kent Sempozyumu Sonuç Bildirgesi
Spread the love

YAŞANABİLİR BİR İSTANBUL MÜMKÜN ve HAKKIMIZDIR!

İstanbul, tarihinin en kritik dönemlerinden birini yaşamaktadır. Neoliberal piyasacı düzenin ayakta kalabilmek uğruna doğaya, kamusal alanlarımıza, evlerimize,  bedenimize… fütursuzca elini attığı bu dönemde hemen hepimiz müşteri, yaşamın hemen tüm alanları ise para olarak görülüyor.

Bugün hepimizin ortak değeri olan kamusal alanların, kentin kuzeyinde kalan son orman alanlarının, su havzalarının, tarım alanlarının, kent merkezlerinde zaten yetersiz olan donatı alanlarının, eşsiz tarihi-kültürel mirasın, planlama araçları da alet edilerek birer rant yaratma ve paylaşma aracına dönüştürüldüğü bir dönemi yaşamaktayız. Özellikle kentsel dönüşüm adı altında toplumun büyük bir kesimi barınma eğitim, sağlık ve beslenme gibi temel haklardan yoksun bırakılırken; başta su, elektrik, doğalgaz ve ulaşım olmak üzere temel kentsel altyapı hizmetleri ile eğitim, kültür, sağlık, çevre vb. alanlarda sağlanan sosyal hizmetler birer birer özelleştirilmektedir. Yaşanan bu kentsel ayrışma, yoksulluk ve eşitsizliğin kabul edilebilir hiçbir tarafı kalmamıştır. Böyle bir süreç içerisinde İstanbul; halkın sorun ve talepleri ile uzaktan yakından alakası olmayan Galataport, Haydarpaşaport, 3. Köprü, 3. Havalimanı, Taksim Projesi, lüks konut projeleri, Yeni Şehir, AVM`ler, finans merkezi, Kanal İstanbul gibi projeler ile küresel/yerel sermayenin istekleri doğrultusunda yeniden biçimlendirilmekte, bu isteklerin önündeki tüm hukuki düzenlemeler, bilimsel argümanlar yok sayılmaktadır.

Başıboş ve bütünsellikten uzak bir şekilde idare edilmeye çalışılan İstanbul`da çok ciddi bir demokrasi krizi ortadadır. İstanbul`a dair alınan tüm bu kararlar, bırakın kentte yaşayanlar, meslek örgütleri, üniversitelerin bilgisi ve görüşü dahilinde olsun; yerel yönetimler dahi by-pass edilerek uygulamaya geçirilmektedir. Ülke ve bölgenin dengeli olarak planlamasından bütünüyle vazgeçen AKP hükümeti, İstanbul`a yönelik aldığı yanlış yatırım kararları ve nüfus politikaları ile gelecek kuşaklara baş edemeyecekleri bir yük bırakmaktadır.

İstanbul`a dair tüm projeler hakkında tek bilgi kaynağı, karar mercii neredeyse sadece Başbakan`ın kendisidir. Ve süper yetkilerle donatılan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ise bu mutlak iradenin yeryüzündeki temsilcisi gibi şartsız, koşulsuz dile getirilen projeleri uygulamaya geçirmektedir. Kente dair önemli kararların tek bir elden alındığı, bilimsel kriterlerin ve hukuki denetimin göz ardı edildiği, demokrasi kültürünün giderek aşındığı bu süreç, sistemin işlerliğini sağlama gayesi ile inşaat/emlak sektörüne yeni alanlar açmak için merkezi ve yerel iktidar elbirliği ile geri dönüşü olmayan imar hareketlerine girişmektedir. Son dönemlerde kamuoyuna da yansıdığı biçimde, kapalı kapılar ardında sermayenin arsız isteklerini hoş tutmak adına her türlü yolu-yolsuzluğu mubah gören bir düzen, “yasal” hale getirilmeye çalışılmaktadır.

Oysa ki, çözümü dile getirmek o kadar da zor değil. “Yaşanabilir bir İstanbul”, sermayenin değil İstanbul halkının ortak çıkarlarını ve kamu yararını gözeten, doğal ve tarihsel çevrenin korunduğu, halkın demokratik katılımını esas alan bir planlamayı acilen hayata geçirmekle mümkündür. Bu anlamda yerel yönetimlerin; kendi kendini yöneten, katılımcılığı benimseyen, temel kentsel sorunların olabildiğince toplumun tüm katmanlarının mutabakatı ile çözüleceğine inanan, şeffaf, hesap vermeye ve demokratik denetime açık, gücünü halktan alan yönetimler olmaları gerekmektedir. Temel itibariyle kentte yaşayanların, kamusal ve kendi hayatlarına dair tüm kararlarda söz, yetki ve karar sahibi olması yönündeki örgütlenmelerin, temsiliyet biçimlerinin önünün açılması şarttır. Ancak yakın bir örnekte de görüleceği üzere, yürürlüğe giren Büyükşehir Kanunu gibi mevzuat çalışmaları ile birlikte özerk-demokratik-etkin yerel yönetim yaklaşımının tam tersine merkezi idarenin yerel yönetimler üzerindeki vesayetini arttıran, yerel katılımı son derece zorlaştıran değişiklikler yapılmıştır. Bu ve benzeri birçok yasal değişiklik ülkenin hemen her alanında hızla merkezileşme ve otoriterleşmsinin temellerini sağlamlaştırmaktadır.

İstanbul`un bugün ve gelecek kuşaklar açısından yaşanabilir bir kent haline bürünebilmesi için öncelikle kamu yararından, şehircilik ilkelerinden yana; doğal varlıkları, ekolojik, tarihi, kültürel, toplumsal değerleri koruyan, yaşatan, geliştiren, birarada yaşama kültürünü büyüten katılımcı, müzakereci, dinamik ve eşitlikçi bir planlama anlayışının hayata geçirilmesi gerekmektedir. Planlama, özellikle kamu eliyle yaratılan rantın belirli kişilere dağıtım aracı olarak kullanılmamalı, kamu yararına aykırı, yasa dışı plan değişiklikleri durdurulmalıdır. Kamuya ait arazi ve yapıların satışı ya da özelleştirilmesi yöntemleri ile elden çıkarılmasına son verilmelidir. Son bir-iki yılda dahi, Etiler Polis Meslek Yüksekokulu, Fulya Transfer Merkezi, Zincirlikuyu Karayolları Arazisi, İETT Arazisi, birçok Askeri Alan, Cevizli Tekel Fabrikası, Haydarpaşa ve Galata Limanları, Haliç Tersanesi gibi büyük ölçekli birçok alan özelleştirilip, plan değişiklikleri ile ayrıcalıklı imar rantları yaratılarak belirli sermaye gruplarının hizmetine sunulmuştur.

Her türlü kentsel yerleşimde olduğu gibi İstanbul`da da temel kamu hizmetlerine kamusal alan sorumluluğu ile yaklaşılmalı, temel insan ihtiyaçlarının karşılanmasında kâr amacı gütmeyen, güvenlikli, ucuz, erişilebilir, temiz hizmet üretme anlayışı geliştirilmelidir. Özellikle İstanbul gibi milyonlarca dar gelirli ve yoksul yurttaşın yaşadığı bir kentte kent merkezlerindeki arazi rantının yüksek olduğu alanlardaki eğitim tesislerinin, kamu hastanelerinin kapatılarak yerlerine lüks konut, alışveriş merkezi vb. gibi tesislerin inşa edilmesi girişimleri ile birlikte özelleştirme ve ticarileştirmenin bir sonucu olarak “entegre hastane kampüsü” girişimleri, kamusal hizmetlerin sunumunda hayati tehlikelerin yaşanacağı bir dönemi işaret etmektedir. Bugün Şişli Etfal, Taksim İlk Yardım, Numune, Samatya, Çapa, Cerrahpaşa Hastanesi gibi kamu hastaneleri bu dönüşüm sürecinin baskısı altında bulunmaktadır.

Kent içi ulaşımda bütüncül yaklaşımdan yoksun noktasal, plansız ve parçacıl kentsel gelişmeler ile kentin kontrolsüz büyümesinden kaynaklanan sorunların çözümüne “erişilebilirlik” amacı ile yaklaşmayan, bunun yerine özel araç odaklı, günübirlik geçici çözümler üreten yaklaşım İstanbul`u bir sorun yumağına dönüştürmüştür. İBB`nin yapmış olduğu Çevre Düzeni Planında yer almayan ve aslen bir emlak sektörü yatırımı olan, güzergahları yanlış projelendirilen 3. Köprü`yü bir ulaşım projesi olarak lanse etmek, bilimsel planlama kriterleri açısından sadece abesle iştigal etmektir. Bir seçim yatırımı olarak hizmete sunulan metrobüs bile henüz daha 1. Yılını doldurmadan kapasitesini çoktan aşmış, mevcut yerel yönetim henüz yapmadığı metro yatırımlarının propagandasını yaparak, kendisiyle övünç duymaktadır.

Bu noktada insan odaklı, doğa ile uyumlu planlama yaklaşımı benimsenerek, ulaşım hizmetine yaya, engelli, yaşlı, yoksul demeden, her kesimin eşit erişiminin sağlanması temel amaç olarak belirlenmelidir. Kent içi ulaşımda, emekçi kesimlerin yaşadığı semtler için “pozitif ayrımcılık” olarak tanımlanabilecek düzenlemeler yapılmalıdır. Kentsel mekânın oluşturulmasında güvenli, entegre toplu taşıma sisteminin geliştirilmesi, deniz ve raylı sistemin ulaşım sistemi içerisindeki payının arttırılması, bisiklet yollarının, yaya yollarının sürekliliği, güvenliği ve erişilebilirliğinin sağlanması, kent içi arazi kullanım politikası olarak yolculuk talebinin azaltılması temel ilkeler olarak uygulamaya geçirilmelidir.

Cinsiyete, yaşa, etnik kökene, dine, bedensel ya da zihinsel yeterliliğe dayalı ayrımcılık, sadece kentlerin değil tüm insanlığın sorunudur. İstanbul bu ayrımcılığın, çatışmanın ve hatta yok ediciliğin yoğun bir biçimde yaşandığı bir kent haline gelmiştir. Dolayısıyla hiç vakit kaybetmeden, kentsel/toplumsal yaşamda cinsiyet ayrımcılığının önüne geçecek her türlü sosyal, ekonomik, hukuki düzenlemelerin gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Kentin bütün sokaklarının, istihdam olanaklarının, sosyal hizmetlerinin tüm cinsiyetçi politikalardan arındırılmış biçimde daha erişilebilir, daha güvenli ve nitelikli hale getirilmesi ivedilikle gerçekleştirilmelidir. Yaşlılar ve düşkünlerle birlikte, kentlerde yaşayan tüm engellilerin, toplumsal hayat içerisinde engeli bulunmayan bireyler kadar eşit hak ve yükümlülüklere sahip oldukları tartışmasız bir gerçektir. Ancak mevcut merkezi ve yerel yönetimler bu konuda uygulamakla yükümlü oldukları yasal zorunlulukları yerine getirmemekte engellilerin kentsel ve toplumsal yaşama katılımını kolaylaştıracak projeler adeta bir “lütuf” olarak sunulmaktadır. Engelli yurttaşlarımızın tüm kamusal alanlarda eşit olarak var olabilmeleri için mekansal tasarım ilkeleri geliştirilmeli ve uygulanmalıdır. İstihdam olanakları geliştirilmeli, çalışamayan engellilerin kamu hizmetlerinden ücretsiz yararlanmaları sağlanmalıdır. Toplumcu bir bakış açısıyla, engelli kentlilere yönelik sosyal hizmet uygulamaları geliştirilmelidir. Tüm bunlarla birlikte etkin-özerk-demokratik bir kent yönetimin gereği olarak karar mekanizmalarında tüm dezavantajlı kesimlerin var olabilmesinin önü açılmalıdır.

Son 10 yılı aşkın bir süredir İstanbul`un hemen tamamı topyekun bir şekilde kentsel dönüşüm alanı ilan edilmiştir. Sulukule`de, Tarlabaşı`nda Ayazma`da… ve daha birçok yerde gerçekleşen uygulamalar bölge halkının yıllardır yaşadıkları yerlerden zorla tahliye edilmelerine, işlerini kaybetmelerine, borçlandırılmalarına, sosyal, ekonomik ve kültürel hak ihlallerine maruz kalmalarına ve insan hakları mağduriyetlerine yol açılarak, yıllarca kurdukları ilişkilerinin yok olmasına yol açmıştır. Boşaltılan tüm bu yerlerin rantı, lüks konut ve alışveriş merkezleri yapılarak; inşaat şirketleri, yerel ve merkezi idareler tarafından paylaşılır iken toplumun büyük çoğunluğunun yoksullaşmasına, evsizleşmesine, kent çeperlerine sürgün edilmesine neden olduğu gözlenmiştir. Tarihi çevrelerde, İstanbul`un titizlikle korunması gereken mirası tamamen yok edilirken, bir başka çözüm olarak sunulan Fikirtepe gibi örnekler ile yurttaşlar inşaat şirketlerinin insafına terk edilmiş, bütüncül planlama kararlarına aykırı inşaat hakları yaratılmıştır. “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” ile birlikte, devletin üzerinde şekillenmesi gereken “toplumsal adalet ve eşitlik zemini” afete maruz kalmıştır. Bugüne kadar Kanunun uygulamalarına bakıldığında, “riskli alan” olarak ilan edilen bölgelere dair yeterli bilimsel araştırmanın yapılmadığı, bu alanların özellikle büyük gayrimenkul/inşaat şirketlerinin lobi çalışmaları sonucu ilan edildiği gün yüzüne çıkmıştır. Bütünlükten kopuk bir şekilde kent parçalarının, “kentsel dönüşüm” adı altında, içinde yaşayanlardan bağımsız, yeni imar hakları verilerek sermaye çevrelerine pazarlanması, özelleştirilmesi, satılması ya da tahsis edilmesi belli kesimler için ‘köşe dönme` aracı haline getirilmiştir. Özellikle yoksul kiracılar için barınma sorunu iyiden iyiye çözümsüz hale getirilmektedir. Sonuç olarak yıllardır ülkemizde izlenen “ikiyüzlü” kentleşme politikalarından yine vazgeçilmemiş, “risk”, rant aktarımının gerekçesi haline dönüştürülmüştür.

Oysa ki, nitelikli, herkes için sağlıklı ve güvenlikli barınma/yaşama hakkını tesis etmek devletin asli görevlerinden biridir. Bu amaçla geliştirilmesi gereken projelerde toplumsal, fiziksel, doğal, çevresel ve ekonomik koşullar birlikte ele alınmalı, proje alanlarına yönelik planlama kararları kent bütününe yönelik kararlardan koparılmamalı, üst ölçekli plan kararlarına aykırı uygulamalardan kaçınılmalı, projeler başta ulaşım kararları olmak üzere, olası çevresel etkileri analiz edilerek ele alınmalıdır. Projeler temelde rant artışının değil, can güvenliğinin sağlanmasını ve yaşam düzeyinin yükseltilmesini amaçlamalı, kentsel dönüşüm projeleri ayrıcalıklı imar hakkı sağlama aracı olarak kullanılmamalıdır. Yenileme, sağlıklaştırma ve dönüşüm süreçleri şeffaf olmalı, karar süreçleri, ilgili toplum kesimlerinin tümünün katılımı ile birlikte geliştirilmeli, bilgiye kolayca erişebilme olanağı yaratılmalı; yerinde dönüşüm ilkesi, istihdam politikalarının geliştirilmesi ve sosyal/kamusal hizmetlerin etkinleştirilmesi en önemli hedefler olarak belirlenmelidir. Sağlıklı ve güvenli yapı üretim ve denetim sürecini ticari bir alan olarak sermayeye teslim eden anlayış bırakılmalı, kamusal denetim etkinleştirilmelidir.

Tüm olumsuzluklara rağmen bilimsellik, kamu yararı, doğayı ve tarihsel mirası koruma ve geliştirme ilkeleri çerçevesinde İstanbul`un daha eşitlikçi, yaşanabilir ve demokratik bir hâl alabilmesi, her türlü baskı, zor, şiddet vb. uygulamalara rağmen, bizlerin bu yolda birleşerek, ısrarla yürüteceği mücadeleler ve büyüteceği dayanışma ile mümkündür.

Tüm dünya görmüştür ki, 28 Mayıs 2013 tarihinden itibaren daha yaşanabilir, daha demokratik, doğadan, özgürlükten, barıştan ve insandan yana bir yaşam özlemi Gezi Parkı ile simgeleşerek herkese umut olmuştur. Gezi Parkı ile ortaya çıkmış olan bu toplumsal duyarlılık, yıllardır sürdürülen toplumsal mücadelelerin birikimi ile birlikte artık tek bir ağacımızın dahi kesilmesine, kamusal alanlarımızın ve kaynaklarımızın talan edilmesine, “ben yaptım oldu” diyerek kentlerimizin/yaşamlarımızın keyfi ve bilimden uzak bir şekilde biçimlendirilmesine izin vermeyecek; herkes ormanına, suyuna, emeğine, tarihine, mahallesine, esnafına, komşusuna sahip çıkacaktır.

Yolumuz uzun ama yalnız değiliz! Yolumuzu; Ethem‘le, Ali İsmail`le, Ahmet‘le, Hasan Ferit‘le, Mehmet‘le, Abdullah`la, Medeni‘yle birlikte yürüyoruz.


Spread the love