Taşeron Cumhuriyeti’nin Yüksek Yargısı İşçi Düşmanlığı Öğretiyor – Umar Karatepe (Sendika.Org)

Son dönemlerde işten çıkarılan işçilerin direnişleri, patronları çeşitli arayışlara itiyor. Pakmaya işçileri, Yurtiçi Kargo işçileri, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde Farabi işçileri ve nihayet Koç Üniversitesi işçileri gibi çok sayıda direniş örneği patronlarının canını çok sıktı. İşyerlerinin kapıları, çatıları direniş alanlarına döndü. “Marka değerlerinin düşmesi”, üretimin durması ve yargı kararları nedeniyle patronların başı çok ağrıdı. Türkiye’de büyüme oranları hızla düşerken ve 2013 için iyi sinyaller alınamıyorken “acı fren”in faturasının işçilere çıkarılması yakın bir olasılık.

Bu olasılığı ve işçilerin patronların başını nasıl ağrıtabildiğini gören kimi “girişimci” firmalar bu konuyu karlı bir ticari faaliyetin konusu haline getirmeye başladı. İlk olarak Boğaziçi Eğitim ve Danışmanlık şirketi Sheraton Maslak Oteli’nde “İşten Çıkarma Stratejileri” başlıklı bir konferans düzenleyeceğini duyurdu. Sendika.Org’da yayınlanan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bürokratlarının da toplantıya katılacağı haberi üzerine işçi sınıfı örgütleri bu toplantıya kendilerinin de icabet edeceklerini (!) duyurunca bürokratlar listeden çıkarılıverdi. Ancak bu toplantının münferit bir açık sözlü emek karşıtı buluşma olmadığı ortaya çıktı. Bu kez de bir diğer lüks otelde, Hilton Oteli’nde başka bir işçi düşmanı toplantının düzenlendiği yine Sendika.Org tarafından haberleştirildi: “İşe İade Davalarını Önleyici Tedbirler ve Kazanma Stratejileri Zirvesi.”

Patronların Akıl Hocası Olarak Yargıtay

İndense Danışmanlık isimli bir şirket tarafından organize edilen toplantının katılımcılarından biri hemen dikkat çekiyor: Yargıtay Dokuzuncu Hukuk Dairesi Onursal Başkanı Dr. Mustafa Kılıçoğlu. “Dokuzuncu Daire” çalışma yaşamına ilişkin davaların sonuca bağlandığı en üst mahkeme. Patronların işe iade davalarından nasıl yırtacaklarına ve bu davaları nasıl kazanacaklarına dair bir eğitimi verebilecek en üst makam da o.

Yargıtay Dokuzuncu Daire’nin bu toplantıda en üst düzeyden temsil edilmesi önemli. Zira, Türkiye’de sermaye o çok övünülen rekabet gücünü, salt bir emek gücüne indirgenmiş işçilerin kullanılıp atılması üzerinden sağlıyor. Ve “Vahşi Batı” kurallarıyla işçi çalıştırılan bu ülkede işe iade davalarının önemli bir bölümü işçi lehine sonuçlanıyor. Bu durum karşısında hükümet gerekli yasal düzenlemeleri yapmaya gayret gösterse de patronların “emek piyasası” için istediği esnekliğin sınırı yok. “Taşeron işçilere müjde” diye duyurulan son yasal düzenlemenin de taşeron çalıştırmayı esas çalıştırma biçimi haline getireceği artık açık seçik ortaya çıktı. Ancak sermayeye yetmiyor, yetmiyor, yetmiyor… Yasa koyucuların sermaye lehine çıkardığı yasaların dahi çiğnenmesi gerekiyor ve devreye yargı giriyor. Bülent Arınç’ın “Kurban olduğum Allah verdikçe veriyor” diye tarif ettiği yüksek yargı mensuplarının en önemli görevlerinden biri de bu noktada açığa çıkıyor: İşçilerin kuşa döndürülmüş yasal haklarını dahi gasp etmek.

İşçi Düşmanlığını Kitabına Uydurma Ustası

Kılıçoğlu bu konuda ustalık döneminde sayılabilecek bir isim. İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukuku Derneği (Türk Milli Komitesi) tarafından düzenlenen; iş hukuku ve sosyal güvenlik hukuku alanında Yargıtay’ın 2009 yılında vermiş oldukları kararların değerlendirildiği seminerde anlattıkları, “Taşeron Cumhuriyeti”nin Yargıtay Başkanı olmayı nasıl hak ettiğini gösteriyor. Kılıçoğlu bu seminerde “taşeron çalıştırma” ile ilgili davalarda işin nasıl kitabına uydurulacağına dair deneyimlerini paylaşıyor. Özellikle Devrimci Sağlık-İş sendikası tarafından “İnsan ihaleyle çalıştırılmaz” sloganıyla yargıya taşınan ihalelerin “muvazaalı” (hileli) olmaktan nasıl çıkarılabileceğini Kılıçoğlu şöyle anlatıyor:

    “(…) temizlik sözleşmesinde bir kısım işçilerin hastabakıcı veya hemşire olarak çalıştırıldığı görülüyor. Biz burada alt işveren asıl işveren ilişkisini önceden muvazaa kabul ediyorduk. Tüm işçilerin, iki yüz, üç yüz işçi kaç işçiyse hepsinin haklarından asıl işverenin yani hastanenin sorumlu olduğunu kabul ediyorduk. Fakat süre içerisinde bunun ekonomik maliyetlerini düşündükçe sadece hastabakıcı veya hemşire olarak çalışanın onunla ilgili ikinci maddenin unsurlarının oluşmadığını kabul ederek o isçilerle ilgili asıl işvereni sorumlu tuttuk. Yani muvazaayı değil de unsurlarının oluşmaması şeklinde bir muvazaa terimini kullanmadan olayı çözümlemeye çalıştık.”

“Vicdan-Cüzdan” İkilemini Çözmüş: Tek Kriter Cüzdan

Kılıçoğlu, hastanelerde hileli ihale meselesini İş Kanunu’nun ikinci maddesinin ihlaline dönüştürdüklerini, bunu yaparken de “ekonomik maliyetleri” düşündüklerini açık açık söylüyor. Böylece hakimler için ifade edilen “vicdan-cüzdan” ikilemini, cüzdan lehine çözüveriyor.

Kılıçoğlu’nun bahsettiği o ikinci madde alt işveren-üst işveren ilişkisinde “İşletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işler dışında asıl iş bölünerek alt işverenlere verilemez” diyor. Kısacası Kılıçoğlu, muvazaa kelimesini kullanmayarak, sadece hastabakıcı ve hemşireler için “asıl işveren sorumludur” kararı alınabileceğini izah ediyor. Diğerlerinin ise yıllarca aynı işi yaparak, farklı farklı şirketlerin bünyesinde çalışmaya, ihale masalarının konusu olmaya devam edeceklerini söylüyor Kılıçoğlu.

“Yüce Türk milleti adına” bu kararlara imza atan Kılıçoğlu gerekçelerini şu sözlerle açıklamaya devam ediyor:

     “Biraz da ekonomik dengeleri burada gözettik. Çünkü genellikle kamu kurumları yapıyor bunu. (…)Şimdi biz o ekonomik denge derken şunu diyoruz, şimdi bir kamu işvereni bir alt işveren sözleşmesi yapıyor. Diyelim 200 tane temizlik işçisi var, bunların on tanesi on beş tanesi hastabakıcılık veya hemşirelik görevi yapıyor diye alt işveren sözleşmesini tamamen muvazaalı kabul edip işçilerin hepsini asıl işverenin isçisi olarak belirtmek devlet içinde büyük bir ekonomik sıkıntı getirir. Tabii biz burada sorun devleti korumak veya vatandaşı korumak değil. Biraz da koşullar böyle. Bakın kadro verilmiyor hastanelere. Verilmeyince zorunlu olarak bu böyle bir çözüme getiriliyor.”

Çözüme bak sen! Hastanelere kadro verilmiyor diye minareyi çalmaya hukuki kılıf bulmak ancak “Taşeron Cumhuriyeti” yargıcına yakışırdı. Kılıçoğlu’nun sadece hastabakıcıların ve hemşirelerin değil temizlikçilerin ve tıbbi sekreterlerin de sağlık emekçisi olduğunu bilmemesi mümkün mü? Hastane temizliğinin herhangi bir temizlik şirketinin yapacağı “sağlık hizmeti” dışı bir iş olarak görülmesinin yarattığı “hastane enfeksiyonu” gibi sorunlardan habersiz olabilir mi? Üniversitelerde “Tıbbi Dokümantasyon ve Sekreterlik” diye ayrı bir bölüm olduğunu duymamış olabilir mi? Tabii ki hepsini biliyor, yasaları da biliyor ama gerekçesi de zaten “ekonomik.”  Neoliberal dönemde tartışılmaz, kutsal kabul edilen, insanlığın üstünde bir kılıç gibi salınan ekonomi yasalarının işlemesi, hukukun bu şekilde “esnetilmesi” ile mümkün kılınıyor.

Bu Danışmanlık Şirketleri Ne İş Yapar?

Patronların emek piyasalarını sonsuz esnek hale getirme hayallerinin, yasama, yürütme ve yargı organları tarafından gerçek kılınmaya çalışıldığı ortada. “İşten Çıkarma Stratejileri” ve “İşe İade Davalarını Önleyici Tedbirler ve Kazanma Stratejileri Zirvesi” gibi toplantılar, devlet ile sermayeyi bu amaç uğruna bir araya getiren girişimler. Bu nedenle bu girişimleri organize eden eğitim ve danışmanlık şirketlerine de biraz daha yakından bakmakta fayda var.

Yönetim Danışmanlığı” adı verilen sektör Türkiye’de son 20 yılda gelişmeye başladı ve bu alandaki firmaların çok büyük bir bölümü bu süre zarfında kuruldu. Yönetim danışmanlığının tarihi ise 18’inci yüzyıla, Britanya’daki sanayi devrimine kadar uzanıyor. Modern fabrika düzeninin ortaya çıkışının ardından sermaye sahiplerinin işçi sınıfına karşı stratejilerinin oluşturma sürecine dayanıyor. İşçilerin verimliliğinin artırılması, emeğin sorun çıkarmadan bir montaj hattına mahkum edilmesi, işgücü maliyetlerinin düşürülmesi için arayışlar çeşitli yönetim prensiplerinin gelişmesine neden oldu. ABD’li mühendis F.W. Taylor’un öncülüğünde gelişen “bilimsel yönetim” ilkeleri, ücretli köleler ordusunun bilimsel bir şekilde işe koşulmasını dert eden endüstri mühendisliğinin ve de yönetim danışmanlığı sektörünün temelini oluşturuyor.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Türkiye’de bu sektör daha çok yeni. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı Verimlilik Genel Müdürlüğü 5 Aralık 2012’de “Yönetim Danışmanlığı Sektörü Çalıştayı” düzenledi. Bakanlık bürokrasisinin ve bu alandaki firmaların yanı sıra STK’ların ve üniversitelerin de katıldığı Çalıştay’da sektörün ihtiyaçları tespit edildi. Devletin bu alanda çalışan firmalara destek ve teşvik sunması en fazla dile getirilen taleplerdendi. Sermayenin işçi sınıfına karşı mücadelesinin bilgisini ve deneyimlerini toparlamayı hedefleyen bu firmalara dair yeni teşvikler önümüzdeki günlerde gündeme gelebilir. Bugün için Sosyal Güvenlik Bürokratları ve yüksek yargı mensupları bu firmaların toplantılarına teşrif ederek devletin safını belli ediyorlar.

Devletlilerin itibar gösterdiği “İşten Çıkarma Stratejileri” ve “İşe İade Davalarını Önleyici Tedbirler ve Kazanma Stratejileri Zirvesi” isimli iki toplantının en önemli ortak kavramı “strateji”. Evet onların stratejileri ezelden beridir aynı prensipler doğrultusunda belirleniyor:

    “Ekonomi politik, ilke olarak, onun tıpkı herhangi bir beygir gibi ancak çalışabilecek kadar kazanması gerektiğini tanıtlayabilir. Onu çalışmadığı zamanda, insan olarak düşünmez, bu özeni ceza mahkemelerine, hekimlere, dine, istatistik tablolarına, siyasete ve dilenciler çavuşuna bırakır.”

Bizim stratejimizi de bu tarihsel kavga belirliyor ve piyasa fırlatılıp atılan milyonlarca emekçinin birliğinin, mücadelesinin, dayanışmasının açığa çıkacağı, pekişeceği 1 Mayıs meydanları bizi bekliyor.