Bu yıl 38.sini kutlamak için İstanbul Teknik Üniversitesinde bir araya geldiğimiz Dünya Şehircilik Günü etkinliğimizin ana teması; “Kentlerin Geleceği” olarak belirlenmiştir.
Geleceğimizi konuşacağımız bu Kolokyumu, iktidarın sadık uygulayıcısı olduğu neo-liberal politikaların ve ucuz işgücü /emek sömürüsü üzerine kurulmuş rant temelli sermaye birikim modelinin gereği olarak; adeta ortaçağ koşullarında başlatıyoruz. Soma`da, avm ve rezidans inşaatlarında, HES`lerde, Ermenek`te ve daha birçok çalışma alanında katliama dönüşen iş cinayetlerinin olağanlaştığı bir dönemi yaşıyoruz.
Bilindiği üzere, Dünya Şehircilik Günü Kolokyum temaları, Dünya Şehircilik Günü (DŞG) Yönergesi‘nde belirlenen kurallar çerçevesinde; üniversitelerimizin planlama bölümleri ve planlama ile ilgili kurum temsilcilerinin katılımıyla, şehircilik ve planlamanın ana sorunsalları çerçevesinde yapılan tartışmalar sonucunda belirlenir. Bu açıdan bakıldığında, Kolokyum ana temalarının seçiminde; planlama camiası açısından öne çıkan güncel konu ve sorunlara dikkat çekilmesi ve çözüm önerilerinin tartışılması amaçlanmaktadır.
Son 10 yılda seçilen Dünya Şehircilik Günü temalarına ve Şehir Plancıları Odası adına sunulan Bildirgelere bakıldığında; izlenen neo-liberal politikalara paralel olarak, 2005 yılında yürürlüğe giren 5393 sayılı Belediye Kanunu ile ilk sinyalleri alınmaya başlanan çevre ve kültürel değerlerde yaşanması muhtemel tahribatın, toplumsal maliyetinin son derece yüksek olacağı uyarılarının önceki bildirgelerimizde yer aldığı görülmektedir.
Hepimizin bildiği gibi, 2000-2006 yılları arasında şişirilmiş bankacılık-mortgage sektöründe başlayan ve ABD kaynaklı olup giderek küresel ölçeğe yayılan ve Türkiye`yi de sarsan kriz, bir yandan alt orta gelir gruplarının sosyal güvenlik ağlarının güçlendirilmesini vadeden Obama`nın ABD`de seçim kazanmasına neden olmuş; diğer yandan da ABD ve AB ülkelerinde olduğu gibi Türkiye`de de finansal kriz,emek üzerinden sendikal hakları tırpanlayan, sosyal hakları ortadan kaldıran politikaların dayatılması ile sonuçlanmıştır.
Ucuz işgücü ve emek sömürüsü üzerine kurulmuş rant temelli sermaye birikim modelinin temel araçlarından birisi olarak inşaat sektörünün, sorgusuz ve sualsiz olarak ülkenin içine düştüğü ekonomik krizlerden çıkış yolu olarak gösterilmesinin son derece yanlış olduğu gerçeğinin, Odamız ve diğer ilgili emek ve meslek örgütleri tarafından özenle vurgulanmasına rağmen; doğal alanlardan kentsel yerleşimlere, ülke topraklarının tamamı adeta ayrım gözetmeksizin şantiyeye dönüştürülmüştür.
Bu gelişmeler sonucu, 2008 yılında Dünya Şehircilik Günü Kolokyumunun ana teması “Kentsel Yeniden Yapılanma: Kazananlar, Kaybedenler” olarak seçilmiş; kentsel rantların yaratılması ve yeniden paylaşımı sürecinde, kazanan küçük bir azınlık karşısında, kamu yararına aykırı uygulamaların yoğunlaşmasının toplumsal maliyetlerinin, geniş halk kitlelerince üstlenilmekte olduğu gerçeği etrafında, ortak kaygılarımız dile getirilmiş ve çözüm önerileri tartışılmıştır.
2009 yılında gerçekleştirilen 33. Kolokyumun ana teması ise; “Kentleri Korumak/Savunmak” olarak belirlenirken; çevre, doğal/kültürel değerler ve varlıklar üzerinde artmakta olan baskılar karşısında alınması gerekli ortak tavır, yerel yönetimlerin ve sivil toplum örgütlerinin görevleri ve sorumlulukları tartışmaya açılmıştır. 1985 yılından beri yürürlükte olan toplam 50 maddeli 3194 sayılı İmar Kanunu‘nda, 2002 yılına kadar geçen 17 yılda sadece 7 madde de değişiklik yapılmışken, son 10 yılda 28 madde üzerinde değişikliğe gidilmiştir. Bu dönem sadece İmar Kanununda değil, aynı zamanda planlama ile ilgili diğer kanunlarda da köklü değişiklikler yapılmıştır. Özellikle doğal, kültürel ve tarihi varlıklarımızın korunmasını içeren özel kanun niteliğindeki yasalarda ve milli parklar, ormanlar, meralar, kıyılar enerji ve madenler konusunda, bir dizi düzenleme ile akarsuların, termal kaynakların ve tüm maden sahalarının, yani doğal varlıkların küresel pazara açılması, yandaşlara tahsisi ve talanı süreci de hızlandırılmıştır.
2009 yılında gerçekleşen yerel seçimler sonrası; 2005 ten itibaren görünürlük kazanmaya başlayan, kentsel rantlardan elde edilen kazancın paylaşımı yoluyla, iktidara yakın yeni bir sermaye sınıfını yaratma ve küresel sermayenin ülkemizde kent toprakları üzerinden kendini yenileme çabaları; fütursuzca yapılan açık hukuk ihlalleri ve yolsuzluklarla yaygınlaşmaya başlamıştır.
Torba yasalarla yeni yasal düzenleme dayatması, iktidarın son on yılına damgasını vuran uygulamalarının başında gelmektedir. İmar ve şehircilik konularında yaşanan ihlallerin yanı sıra; ilgili mevzuatta yapılan düzenlemelerle birlikte, planlama alanında ve yetki dağılımında yaşanmaya başlayan karmaşa üzerine, 2011 yılında Kayseri‘de düzenlenen 34. DŞG Kolokyumu`nun ana teması; “Planlamanın Dili” olarak belirlenmiştir.
2010 yılı ise, biz plancılar açısından daha önce hiç yaşanmamış bir dönemin de başlangıcını oluşturmuştur. 1985 yılında 3194 sayılı kanunla yerel yönetimlere devredilen planlama yetkisi; bu tarihten itibaren yeniden merkezi idareler elinde toplanmaya başlamıştır. Planlamada çok başlılığın yanı sıra, kamu mal ve hizmetlerinin açıkça yandaşlara peşkeş çekildiği, iktidarın kendi yasalarını dahi uygulamadığı, imar ve planlama konularında hukuksuzluğun giderek yerleştiği, kamu yararına aykırı uygulamaların yaygınlaştığı bu dönem; aynı zamanda Şehir Plancıları Odası‘nın da bu aykırılıklara karşı hukuksal mücadelesinin ivme kazandığı; art arda davaların açıldığı ve bunun paralelinde aynı zamanda meslek odaları ve sivil toplum örgütlerinin üzerinde baskıların arttığı bir dönem olmuştur.
12 Eylül 2010`da, “12 Eylül dönemiyle hesaplaşma” adı altında demokratik hak ve özgürlüklerin daraltıldığı Anayasa değişikliğinin kabul edilmesi ile; bugünkü insan hakları ihlallerinin de yasal dayanağı oluşturulmuş oldu.
Haziran 2010 da 5393 sayılı yasanın 73. Maddesinde yapılan değişiklikle; “kentsel dönüşüm” adı altında yoksulların yaşam alanlarından tasfiyesi yoluyla, kentin merkezinde avm ve lüks rezidanslar ile gökdelenler inşa edilerek yaratılan rantlarla, kent topraklarına el konulması süreci yasallaştırılmıştır.
Bu tartışmalar sonucu, 2011 yılında İstanbul‘da yapılan 7. Türkiye Şehircilik Kongresinde, “Herkes İçin Kent, Herkes İçin Planlama: Akıllıca, Adaletle, Yeniden” ana teması etrafında yoğunlaşılmıştır.
2011 yılı Genel seçimleri ile birlikte; iktidarca çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerle, kamu idarelerinin yeniden düzenlenerek merkezileşme eğilimlerinin güçlendiği bir yıl olarak öne çıkmış; 35 adet KHK ile içlerinde planlama ve imar yetkisinin merkezileştirildiği, piyasalaştırıldığı yeni yapısal düzenlemeyle, Çevre ve Şehircilik Bakanlığının kuruluşu da gerçekleştirilmiştir. Bu yeni kurumsal yapı ile; planlama yetkisi ve yaklaşımı kökten değiştirilerek, merkezi idarenin yetki alanları, ülke planından yapı ruhsatına kadar, istendiği zaman ve her yerde uygulanır şekilde genişletilmiştir.
Odamızın açtığı davalar nedeniyle, Anayasa mahkemesine de taşınan Kentsel dönüşüme ilişkin 73. Maddenin, kent mekânı ve yoksullar üzerinde yarattığı olumsuzlukların somutlaştığı dönemlerde; 2011 yılının Ekim ve Kasım aylarında bir çok yurttaşımızın ölümüne neden olan Van depreminde; en fazla zarar gören yapıların yeni yapılar olduğu gerçeği, yapılan mevzuat değişikliklerinin ülke açısından yarattığı olumsuzluklar; Ankara‘da yapılan 2012 yılındaki Kolokyumun ana temasını “Mekânsal Değişim ve Dönüşüm” olarak belirlemiştir.
Ancak ne yazık ki; Van depremi, Belediye Kanunun 73. maddesi ile öngörülen kentsel dönüşümü, rantsal dönüşümün gerekçesine dönüştüren ve doğal afetlerin önlenmesine hazırlık kılıfıyla sunulmuş yeni bir düzenlemenin de gündeme getirilmesi için bir fırsat ortamı olarak değerlendirilmiştir. Bu dönem de aynı zamanda, TOKİ tarafından müteahhitlere kar paylaşımı esasıyla yaptırılmakta olan kentsel dönüşüm uygulamalarında; arzın talepten çok daha yüksek olmasından kaynaklanan tıkanmalar da yaşanmaya başlamıştır. Bu durum inşaat sektörünün sıcak parayla ve yeni pazarlar açılarak desteklenmesi ihtiyacını da beraberinde getirmiştir. Bu sorunları aşma amacıyla 2012 Nisanında 2b olarak bilinen ormanlar ve meraların kullanıma açılmasının yanı sıra, orman alanlarının satışından elde edilecek gelirin kentsel dönüşüm için kullanılması; yine 3 Mayıs 2012‘de karşılık aranmaksızın yabancılara arsa ve bina satışının düzenlenmesi ve 16 Mayıs 2012 de ise adeta bir üstün yasa olarak 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun yürürlüğe sokulmuştur. 12 Aralık 2012 tarihinde kabul edilen 6360 sayılı Bütünşehir yasası ile de; ülke nüfusunun % 75‘i büyükşehir statüsüne dönüştürülmüş; nüfusu 750 binden fazla olan toplam 30 ilin idari sınırları büyükşehir belediyelerinin idari ve planlama açısından yetki alanı olarak genişletilmiştir. Yanı sıra 1581 belde ve 16 bin 82 köyün tüzel kişilikleri, tarihsel ve kültürel birikimleri dahi değerlendirilmeksizin ortadan kaldırılmıştır.
Böylesi büyük değişimlerin öngörüldüğü ortamda, 2013 yılında İzmir‘de yapılan 37. Kolokyumun ana teması, bu değişimin değerlendirilmesi amaçlanarak “Kent Yönetimi ve Planlama” olarak belirlenmiştir.
2013 yılına; imalat sanayinden vazgeçen iktidarın, kentsel rant yaratma amacıyla ortaya atılan, “çılgın projeler”inin uygulamaya konulması ile eş zamanlı olarak; bu çılgınlıklara artık tahammül edemeyen kitlelerin, siyasi iktidarın baskıcı, dayatmacı ve yağmacı politikalarına karşı duruşu; mücadelenin ve özgürlük talebinin sembolü haline gelen “Gezi Direnişi” damgasını vurmuştur. “İleri demokrasi” adı altında yapılmış anti demokratik uygulamalar ve her alandaki baskı rejiminin boyutlarının tüm dünya tarafından algılanmasına neden olan orantısız güç kullanımında; 8 canımız kaybedilirken, 18 insanımızın kör kalmış, Türk Tabipler Birliği verilerine göre 7832 kişinin yaralanmasına neden olmuştur. İktidar ise, benzer direnişlere mahal vermeyecek önlemleri alma yolunda gecikmeyerek, TMMOB örgütlülüğünü zayıflatmayı hedef alan torba yasayı 12 Haziran 2013`te işleme koymuştur.
Her seçim sonrası artan iktidar baskısı nedeniyle, 2014 Mart‘ında gerçekleşen ve sonuçları hala tartışılan yerel seçimler sonrası; 17-25 Aralık`ta kısmen ucu görünen ve özünde kentsel rantlara ve kamu mallarına haksız el koymaya dayalı yolsuzlukların üstünün örtülmesi için başlatılan yeni uygulamalar ile; bağımsızlığını bir ölçüde koruyan yargı erkinin de, hepimizin bildiği son düzenlemelerle, ortadan kaldırılması yolunda ciddi mesafe alınmış oldu.
Son olarak, 14 Haziran 2014 tarihinde yürürlüğe giren Mekânsal Planlar Yapım Yönetmeliği ile, bütüncül planlamadan vazgeçilmiş, özel projeler plan yerine geçirilmiş, sosyal ve teknik altyapı standartlarının azaltılmasının yolu açılmış, 11 Eylül 2014 tarihinde kabul edilen torba yasayla yapılan düzenleme ile de, milli park alanlarında yapılaşma; imar planı ve ruhsat sürecinden muaf tutulmuştur.
Bütün bu gelişmelerin değerlendirilmesi ile, bu yılın Kolokyum ana teması “Kentlerin Geleceği” olarak belirlenmiştir. Bir başka ifadeyle, planlama ile ilgili tüm taraflar, yıl boyunca yaşanan gelişmeler arasında en fazla kaygı duyulan konunun “Kentlerin Geleceği” olduğu konusunda hemfikirdir. Kentlerin geleceği konusunun, ortak kaygı alanına dönüşmüş olmasının ana nedeni; küresel ölçekte yaşanmakta olan kriz ortamından çıkış için, kapitalizmin kentler üzerinden sermaye birikimi, doğal, kültürel ve kentsel/kırsal alanlarda baskıcı, dayatmacı yağma politikaları; her alanda elimizden alınmaya çalışılan özgürlükler; afet aldatmacasıyla pompalanan inşaat sektörü, kar ve rant odaklı piyasa mekanizmasına teslim edilen planlama ve imar anlayışının pekiştirilerek uygulamaya devam edilmesi, ülkemizde hiç bir dönemde yaşanmamış ölçüde fütursuzca, kentsel rantlar yoluyla toplumun ve mekanın yeniden dizayn edilmesi gerçeğidir.
“Kentlerin Geleceği” konusunda duyulan kaygılarımız, yazıktır ki; sadece kentsel mekanlarla da sınırlı değildir. Kentler sadece bir mekan değil, aynı zamanda çevresindeki doğal alanlarla birlikte, o mekanı kullanan tarafların sosyal, ekonomik ve kültürel varlıklarını sürdürdükleri bir yaşam alanıdır. Bu nedenle, kentleri toplumun kendisini yeniden ürettiği mekan parçaları olarak tanımlayan biz plancılar ciddi bir biçimde kaygı duymaktayız.
“Kentlerin Geleceği” konusunda kaygılıyız, çünkü; kenti kent yapan örgütlenme kabiliyeti, bir diğer deyişle örgütlenme özgürlüğü, son 10 yılda çok ciddi biçimde sekteye uğratılmıştır. 2003 yılında, % 57,5 olan sendikalaşma oranı, bu gün Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verileriyle % 9,7`ye; OECD verilerine göre ise, % 4,5`a düşmüş durumdadır. Kaldı ki; mevcut sendikaların da büyük ölçüde kimin yanında oldukları gerçeği de hepimizin malumudur.
Sendikalaşma oranındaki düşüş, iş kazaları ve meslek hastalıklarında olağanüstü artışları da doğal olarak beraberinde getirerek, Türkiye`yi ölümlü iş kazalarında Avrupa birincisi, dünya 3.sü konumuna taşımış durumdadır.
“Kentlerin Geleceği” konusunda kaygılıyız, çünkü; kentlilik, günümüzde eşitlik, demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılması ile eş anlamlı olarak kullanılamamaktadır. Demokrasinin temel koşulu olarak toplumsal cinsiyet eşitliği açısından konuya baktığımızda; Dünya Ekonomik Forumu`nun 2014 Küresel Cinsiyet Uçurumu Raporuna göre, Türkiye, 142 ülkenin değerlendirildiği raporda, bir yıl içinde 5 basamak gerileyerek 125. sırada yer almıştır. 2008 yılında yapılan bir araştırmaya göre ise, 2003-2008 yılları arasında kadına yönelik şiddet % 1400 artarken, günümüzde her gün 5 kadının namus vb. cinayetlerle can verdiği bir ülke haline gelmiş durumdayız.
“Kentlerin Geleceği” konusunda kaygılıyız, çünkü; yoksulluk düzeyi hiç olmadığı kadar artmış, temel insan hakları elinden alınan halk, bir sadaka toplumuna dönüştürülmüştür. 1995 yılında 1,7 milyon kişi olan yeşil kartlı, yani hiçbir geliri olmayan yoksulların sayısı, 2013 yılında 11 milyon kişiyi aşmış durumdadır. Eğitim ve sağlıkta yapıldığı iddia edilen reform ve iyileştirmelerin günümüzde geldiği nokta ise herkesin malumudur.
“Kentlerin Geleceği” konusunda kaygılıyız, çünkü; kentli olmanın ilk koşulu olan özgür düşünce ortamının mekana yansıdığı meydanlar elimizden alınmakta; TMMOB başta olmak üzere muhalif olarak adlandırılan meslek örgütleri, sendikalar, dernekler ve basın artan baskılara maruz kalmaktadır. Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütü, 2014 Dünya Basın Özgürlüğü Sıralaması`nda, 2005`te 98. Sırada olan Türkiye`yi, 180 ülke içerisinde 154. Sırada göstermiştir.
“Kentlerin Geleceği” konusunda kaygılıyız, çünkü; özgür düşüncenin temellerinin atıldığı orta öğretimde son düzenlemelerle takke ve başörtüsü özgür bırakılıp, öğrencilerin ve velilerin okullarını, yani geleceklerini seçme özgürlüğü ortadan kaldırılmıştır.
“Kentlerin Geleceği” konusunda kaygılıyız, çünkü; şehir planlama eğitimi veren üniversitelerimizde artık bilimin gereklerine uygun eğitim vermeyi sürdüren kadrolar, ilk kez bu kadar büyük baskı altında ve tasfiye edilme noktasındadır. Yeterli akademik kadro ve altyapısı olmadan açılan ve sayıları gittikçe artan üniversitelerimiz; bilim ve meslek adamı yetiştirmekten uzak, adeta bir işsizler ordusu mezun etme yarışına girmişlerdir. Bugün, toplam 26 üniversite Şehir ve Bölge Planlama Eğitimi vermekte, her yıl yaklaşık 1000 öğrenci Şehir Plancısı olarak mezun olmaktadır. Neredeyse her kente bir şehir ve bölge planlama bölümü kurma politikası sonucunda; yeterli planlama eğitimi almadan mezun olacak ve kendilerini bekleyen devasa sorunlar ve işsizlik ile mücadele edecek olan meslektaşlarımız yani öğrencilerimiz için ciddi kaygı duymaktayız.
“Kentlerin Geleceği” konusunda kaygılıyız, çünkü; demokrasi ve özgürlük alanlarımız tehdit altındadır.
“Kentlerin Geleceği” konusunda kaygılıyız, çünkü; her türlü olumsuz mekansal düzenlemeler içinde zaten yetersiz olan parklar, yeşil alanlar, ortak yaşam alanlarımız yapılaşmaya açılmakta; meralarımız, tarım alanlarımız, derelerimiz, kıyılarımız ve ormanlarımız; alış-veriş merkezleri, lüks rezidanslar, köprüler, otoyollar, havaalanları, termik ve nükleer santraller,HES ler ve kaçak saraylar için talan edilmektedir.
“Kentlerin Geleceği” ana teması çerçevesinde bu yıl sürecek tartışmaların, kaygılarımıza neden olan gidişin engellenmesi ve demokratik-özgür kentlere, yaşam alanlarımıza giden yolun açılmasında, yol gösterici olması umuduyla sözlerimize son verirken; yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen bilinmelidir ki, TMMOB Şehir Plancıları Odası, doğal/kültürel değerlerimizi, kentlerimizi ve tüm ortak yaşam alanlarımızı koruma refleksinden vazgeçmeyecek, halkın bu yönde bilgilendirilmesi ve aydınlanması için her türlü mücadeleyi göstererek, bilimi ve tekniği toplum yararına kullanmaya devam edecektir. Bu düşüncelerle; Kolokyuma emeği geçen tüm meslektaşlarımıza, dostlarımıza ve özellikle bizlere ev sahipliği yapan İstanbul Teknik Üniversitesi`ne, teşekkürü bir borç biliyoruz.
TMMOB Şehir Plancıları Odası