Cüretle iddia edebiliriz ki, klasik mekan-insan ilişkisinin üzerine bina olduğu temel, asgari ihtiyaçların karşılandığı ‘asgari yaşama’ tekabül eder. Bu ölçek büyüdükçe, kavramsal olarak mekan da büyür ve sahip olduğumuz en geniş ‘olanaklı alan’ hayatımızı geçirdiğimiz alana erişir. Dolayısıyla, bu ilişki hayatın bütünüyle olanla aynılaştığı oranda, yönetimi de insanla ilişkilenmeye aynı oranda ihtiyaç duyar.
Bu noktada, yerel ve onun yönetimi üzerine biçimsel bir tartışma açılır. Kapitalizmde bunun bir tarafı, çıkarları için hegemonya kurmaya ihtiyaç duyanlar, diğer tarafı da geriye kalanlardır. Dolayısıyla, ‘geriye kalanların’ yönetime katılma ve söz sahibi olma oranı, üzerlerinde kurulmuş olan hegemonyanın şiddetinin ölçüsüdür.
‘Mekan’ın Absürt İlkesi: Demokrat Heyula
Aristo ve Platon dimokratia hakkında “ayak takımının yönetimi” eleştirisini yaparken, bugünün baş olması yasaklanan ve azarlanan ‘ayaklarını’ kast ediyor muydu bilinmez, fakat her nasılsa tarihin ırmakları aynı çakıl taşlarını bugünün sokaklarına da döşedi. Hikmetinden sual olunmaz, seçim dönemlerinde ayyuka çıkan demokratlık yarışının devasa gri bulutu, beyazlamış saç diplerine yağan titan yağmuruna dönüşene kadar gökkuşağının bütün renklerini taşıyor. Önüne bir sandık konulması, evine oy pusulası yollanması ve eline mühür verilmesi, yani bireye o ana kadar şikayet ettiği her şeyi unutturan kara büyü, normatif ve ampirik kutupları arasında herkesi AC devresi gibi bir itiyor, bir çekiyor. Ucunda yanan ampulün ışığındaki şiddeti temsilen, hegemonyanın ‘sultan-ı yegah’ makamındaki seçim şarkılarının şatafatını simgeliyorlar.
En belalı çağın en ‘uslu’ çocukları olarak her sandık büyüsü seansından sonra sokakları bir tık daha boşaltıp kendi içlerine bin tık daha doluyor, makro sefaletin mikro acziyetine mahkum edilmemiş rolü yaparak televizyonda seçim sonuçlarını izliyor, edilgen isyanın etken maddesini yutuyorlar. Sonra sonralar geliyor, ertesi günler, onların da ertesi, güneşin etrafında kaç tur döneceği önceden belirlenmiş olan dünya tur sayısını tamamlayıp önlerine yeni bir sandık gelene kadar kapalı devre itilip çekilmeye devam ediyorlar. Birkaç gökdelen daha ışıldadıktan, kadim sokaklar beton caddelere dönüştükten, halen ölçülebilir sayıda köprülü kavşak geçildikten sonra sağa park ediyorlar, dörtlüleri yakıp etrafa bakıyorlar. İleride aşağı doğru inen dipsiz bir yokuş, sağda kocaman, yüksek güvenlikli, korkunç parmaklıklı bir plaza, geride çoktan geçtikleri, yerlerine otoparklar yapılmış kadim sokaklar… Ortaya beton refüj yapıp çelik konstrüksiyonla güçlendirmişler. Sola dönüş yasak.
Platon’un kadim fakat saf kibri, günceldeki mekanın -mavi gezegenimizin- absürd ve kasıtlı ilkesi haline geliyor.
Yerelin imgesi-İmgenin yereli
Ne acıdır ki, betonarme yerelin duvarına asılı bu tablo ‘bataklığın modern hali’ ismini pekala taşıyabilir. Oysa ‘yerel’, imgeler deryasında kayıp kişiliklerin keşfedilmeyi bekleyen sonsuz dünyalarına duyulan özlemin, başka bir yaşam biçimini yalnızca düşlerde bırakmama iddiasıyla bütünleşmiş bir tezahürü de pekala olabilir. Hatta bu öyle bir tezahürdür ki, açığa çıksa dünyayı bambaşka bir yer yapacağı, hatta bunu çok kısa bir sürede başaracağı defalarca ispatlanmış bir güzellik kolektifinin ölçülemez potansiyeline koşullanır. Fatsa’nın yalnızca albümlerde iç geçirerek bakılacak bir fotoğraf olmadığını, ya da Paris komünü fotoğraflarındaki o güzel çocuğun gözlerindeki ışıltının yalnızca yılın belli bir gününde hatırlanacak bir enstantane olmadığını hatırlatır. Çünkü evrendeki en kalıtsal şeydir güzellik; hiç umut yokken dahi adı Berkin olan çocukların genlerinde kodludur. Bir halk otobüsünün camından görülen seçim afişlerinden bunalıp gerçek bir gülümseme bulmak için yan koltuktaki kadının kucağında oturan sarı kafalı yumurcağa bakılarak, o tombul gamzesinden bambaşka bir ‘otobüsün dışarısı’ devşirilebilir. Ya da Nazım’ın dediği “duvarın arkasındaki dışarısı”.
Bu tabelanın üzerine oturduğu U profil, onu yere sabitleyenin sessizliğinden başka sessizlikler de devşirir. Oysa kaynak ustaları da şarkı söyler, ıslık çalar, yağmurda yürür, düşünür. Hepsini de güzellikle yapar. Belki bir gün o beton ve çelikten bariyeri yıkıp soldaki güney cepheli, bahçeli, ağaçlarında salıncaklar asılı, penceresinde çiçekler dizili mahalleler olan semte girer ve orada duvarları boyamalarla, meydanları müzisyenlerle, heykellerle, sokakları bisikletlerle dolu bir kent yaratır. Gökkuşağı gri değil, rengarenk olur o zaman. Mekandaki absürtlük, insandaki güzellik tarafından alaşağı edilir.
Sonuç
Bir yöntem önermiyor, hegemonyanın hayli işine gelen o biçimsel tartışmalara katiyetle girmiyorum. Leibniz denklemi kurmak gibi olmasın, ilk cümleyi de dahil ederek, her şeye bir temel ilke ile başlamanın geriye kalan birçok sorunu doğrudan denklemin çözüm sürecinden kaldıracağından kuşkum yok. O ilke de şudur: bir yerelin yerel olabilmesi, içinde yaşayanların kendilerini oraya ne düzeyde yansıtabildikleriyle ölçülür. Dolayısıyla, bir yerelin en iyi yönetim şekli, içindeki insanların kendilerini o yönetime ne düzeyde yansıtabildiğiyle ölçülür.
Sola dönüş serbest.
Ragıp Varol / Maden Mühendisi