“Hidroelektrik santraller, Türkiye’deki suların özelleştirilmesinin aracı olarak kullanılıyor. Doğrudan doğruya enerji üretmekten ziyade, suyun özelleştirilmesini ve bir meta olarak kullanılarak yani kazanç ve kar olarak sermaye gruplarına lanse edilmesinin bir aracı olarak çıkıyor karşımıza.”
Hidroelektrik Santraller(HES) Türkiye’nin dört bir yanından gelen haberler ile artık sürekli gündemimiz haline geldi. Çalışma prensibi ve genel amacı itibariyle HES nedir?
Hidroelektrik nedir? Bir inşaat mühendisi olmam nedeniyle ve hitap ettiğim kesim de inşaat mühendisi ve mühendislik camiası olacağı için, önce sıradan insanların anlayabileceği bir tanım yaparsam daha doğru olur diye düşünüyorum.
Hidroelektrik santral, kısaca sudan elektrik elde etmektir. Teknik anlamda söyleyecek olursam, hidroelektrik santraller, suyu belli bir kesitten ve belli bir kottan alarak, belli bir düşüm veya belli bir eğim yaratmak ve suyun potansiyel enerjisinden yararlanmak amacıyla, suyu belli mekanizmalardan geçirmek suretiyle elektrik enerjisi elde etmek için kurulan tesistir.
Hidroelektrik santrallerin iki tipi vardır: barajlı ve barajsız. Baraj tipi santraller, bugüne kadar ülkemizde genellikle uygulanan biriktirimli dediğimiz santrallerdir. Vatandaşların çoğunun, hatta mühendislerin de çoğunun bildiği baraj tipi- su biriktirimli hidroelektrik santraller- santraller dışında, su biriktirmeksizin yapılan hidroelektrik santraller de vardır, bunlara nehir tipi hidroelektrik santraller denilir. Bugün Türkiye’de tartışma konusu olan hidroelektrik santraller, doğrudan doğruya derenin su akışından belli bir çevirmeyle nehir tipi hidroelektrik santraller dediğimiz, akarsular üzerine kurulan tesislerdir.
HES’lerle ilgili yapılan tartışmalarda bir kesim HES’lerin yenilenebilir enerji kaynağı olduğunu savunurken, bir kesim de yarattığı ekolojik tahribatlar açısından yenilenemez enerji olduğunu savunuyor, siz ne düşünüyorsunuz?
Türkiye’de genellikle derelerin üzerine kurulan hidroelektrik santrallerine karşı müthiş bir tepki var. Bu tepkiden kaynaklanarak insanlar “yenilenebilir” olduğunu kabul etmiyor. Ama biz biliyoruz ki, hidroelektrik santraller için kullandığımız su, yenilenebilir bir doğal kaynak. Doğal kaynak demek, sürekli doğanın kendisini yenilemesidir. Dereden kullanılan suyun da, devamlı, akışkan halde ve çevirmeli olduğu için yenilenebilir diyebiliriz.
Toplumun, Türkiye’de hidroelektrik santrallere karşı özellikle nehir tipi olanlara yönelik büyük bir tepkisi olması nedeniyle yürütülen müthiş bir mücadele var. Özellikle bu iş Karadeniz’de, Doğu Karadeniz’de başladı, çünkü hücum orada daha somut olarak görülüyor. Toplumun bu tepkisi ve hidroelektrik santrallerin kurulmaması için ortaya çıkan çaba, bilinçli veya bilinçsiz olarak yenilenebilir enerji olmadığı düşüncesinden hareket ediyor. Ama biz mühendis camiası olarak biliyoruz ki, su yenilenebilir bir enerji. Güneş, rüzgâr ve jeotermal santralleri de yenilenebilir olarak nitelendiriyoruz.
Ancak şunu göz ardı etmemek gerekiyor. Hidroelektrik santralleri kurulurken, demin söylediğimiz gibi, suyun nehrin bir kesitinden alınarak başka bir kesite götürülmesi esnasında, alınan mesafe iki türlü oluyor. Biri suyun açık kanalla santrale getirilmesi, diğeri de tünel içerisine alınarak getirilmesi, yani tünel boru ve tüp tünel şeklinde olabilir. Asıl sorun da tam burada, suyun tüneller veya kanallar içerisine alınması esnasında çıkıyor. Çünkü böylelikle dere yatağındaki akış bozuluyor. Suyun tüneller veya borular içerisine alındığı mesafeye bağlı olarak, aradaki kesimde ekolojik durum ve orada yaşayan canlılar ne olacak? Tepki gösteren toplumumuzun dediği gibi, siz bugüne kadar özgürce akan dereleri ve suyu kesiyorsunuz, yani suyu bir yerden başka bir yere götürüyorsunuz. O aradaki mesafede bulunan yerleşim yerlerinde hayvancılık yapan, tarımla uğraşan insanlarımız, doğanın kendisi ve canlılar var. Konu, burada yaşayan bu kesimi ve doğayı tahrip ediyor mu? Ediyor. En hassas konu da bu. Biz mühendislere ve bu projelerle uğraşan kesimlere düşen, buradaki forumların ve normların dikkate alınarak söz konusu santralleri projelendirmek ya da projelendirmemektir.
Hidroelektrik santraller için “yenilenebilir değildir” diyen kesimin haklılık payını da şöyle söyleyeyim: Teknik olarak suyun yenilenebilir bir enerji kaynağı olduğunu biliyoruz. Ama konuşmanın başında da belirttiğim gibi, enerjiyi elde edebilmeniz için suyu derenin bir kesitinden alıyorsunuz, bir kesitine kadar bypass yaparak getiriyorsunuz. Bypass diye ifade ettiğimiz, derenin normal akışının dışında bir kanala sokulmasıdır. Bu kapalı ya da açık tünel olabilir, hiç fark etmez. Siz onu doğasından koparıyorsunuz. Doğasından kopardıktan sonra yapılacak çalışmalar çok önemli. Burada bakılması gereken, o yörede tarım var mı, endemik bitki ya da canlı var mı? Mutlaka var, bunların hepsini biliyoruz. Öyleyse bunları çok iyi analiz etmeli, kayıp ve kazanç nedir buna iyi bakılmalıdır.
HES’lerle ne amaçlandığı konusunda genel bir endişe var: Amaç enerji mi, yoksa suyun zaptı mı? Bu soru sıkça sorulur hale geldi. Ne düşünüyorsunuz?
Mutlaka burada enerji üretmeliyiz diye bir kayıt da yok. Gerçekten bu söylediğim kompozisyon içerisinde burada hidroelektrik santralinin kurulmaması mutlaktır deniliyorsa, illa da kazanmak için, illa da suyu özelleştirmek için, illa da burada sermayeyi kazançlı duruma sokacak girişimlerin olmasını sağlamak için böyle bir projeye izin verilmemeli.
Türkiye’de hidroelektrik santraller niye bu kadar gündeme geldi? Bunun sebebi, 2003 yılında “suyun kullanım hakkı” diye çıkarılan yönetmelikler. Bunun açık adı özelleştirmedir. Suyun kullanım hakkını zaten başka türlü özelleştirme şansınız yok. Akan dereyi sırtınıza alıp başka yere götüremeyeceğinize göre, yani o coğrafyayı kaldıramayacağınıza göre, kullanım hakkını devretmekten başka özelleştirme şansınız yok. Suyun kullanım hakkını vermek özelleştirmedir. Siz suyu belli bir kazanç sağlamak amacı olan şirketlere verirseniz, o da sadece karını elde etmeyi düşünecek ve ona göre davranacaktır. Bir girişimcinin veya bir şirketin amacı nedir? Kar marjını ve kazancını alabildiğine yüksek tutmak ve daha da yükseltmektir. Orada geriye ne kalacağını düşünmez. Tek amacı kazançtır. Doğayı öldürüyorsa, o toplumu insansızlaştırma çabası varsa, tarımı öldürüyorsa ve doğa içerisindeki canlıları yok ediyorsa, burada hidroelektrik santrallerinin kurulmaması gerektiğini düşünmek doğrudur.
Burada Çevresel Etki Değerlendirmesi raporlarından da bahsetmek gerekir. Çevresel Etki Değerlendirmesi, bilimsel verilerle ortaya koymak amacıyla ve gerçekten toplumun ve doğanın yararına ve çıkarına yapmak lazım. Böyle bir çalışmanın sonucunda somut veriler, ne pahasına olursa olsun oradaki hidroelektrik santralinin yapılmaması doğrultusundaysa yapmamak gerekir. Türkiye’nin veyahut da toplumun gerçekten orada çok yararlanacağı bir enerji kaynağı da var olabilir, ama burada ağırlıklı olan yaşam hakkıdır. Yaşam hakkını yok edemezsiniz, etmemelisiniz. Bu anlamda doğrusu, hidroelektrik santral yapmaktan vazgeçmektir.
Müteşebbislerde gözlemlemeye başladık. HES’E hücum var! Siz bunu neye bağlıyorsunuz?
Türkiye’deki hidroelektrik santrallere birden yönelme ve su üzerinden kazanç sağlamanın ortaya çıkması ne zaman ve niye başlıyor? Özellikle şunu söyleyebilirim: Dünyada 70’lerden sonra, kimilerinin yenidünya düzeni, kimilerinin globalleşme, kimilerinin de küresel sermayenin çeşitli yerlerde kapitalist sistemin tıkanmasını açmak anlamında yeni yollar arayışı dediği küresel sermayeye biz neoliberalizm diyoruz ki, ben de burada bu deyimi kullanacağım. Neoliberalizm dediğimiz kabaca, kapitalist sistemin, çeşitli yerlerdeki, uluslardaki, ülkelerde yönetim erklerini şekillendirmek amacıyla yeni bir düzenleme sistemi getirmesidir.
Neoliberalizmin su üzerindeki politikalarına bakacak olursak, süreç Birleşmiş Milletlerden başlıyor. Birleşmiş Milletler önce suyu ne yapıyor? Bir ‘hak’ olmaktan çıkarıp, bir ‘ihtiyaç’ olarak göstermeye başlıyor. Suyun ihtiyaç olarak gösterilmesi, alınır, satılır yani ticari bir malzeme olarak, bir meta olarak ifadelendirilmesi demektir. Daha sonra ne yapıyor? 1996 yılında dünyada özellikle Fransa’da başlayan ve kurulan Dünya Su Konseyi dediğimiz bir örgütlenme oluşturuluyor. Dünya Su Konseyinin arkasında Dünya Ticaret Örgütü var, IMF var, Dünya Bankası var. Dünya Su Konseyini kuran şirketler, çok büyük ve köklü. Ta 1800’lerden beri var olan hatta Osmanlı’da ilk su şirketlerini kuran Fransız şirketlerinin de olduğu bir yapı. Dünya Su Konseyi, 1996’da kuruluyor. Konseyin çeşitli yerlerde etkinlik sağlamak üzere ‘forum’ dedikleri, ‘Dünya Su Forumu’nu düzenlemeye başlıyorlar. Dünya su forumu ilk olarak 1997 yılında Fas Marakeş’te yapılıyor. Toplantılar her 3 yılda bir gerçekleştiriliyor. Forumlar yapılış sırasına göre; 1997 Marakeş, 2000 Lahey, 2003’te Kyota, 2006’da Meksika.
Ne zaman daha çok hareketlilik başlıyor? 2006 yılında Meksika’da Dünya Su Forumu oluştuktan sonra, su forumlarının özelliği, forum oluşturulan ülkelerin bölgelerinin de dahil edilmesi olarak şekilleniyor. Forumun yapıldığı bölgelerde, suyun yönetimi ve suyun ticarileştirilmesi üzerine çeşitli görüşler oluşturularak, bu görüşler de ilgili şirketler ve dünyadaki finans kuruluşlarının aracılığıyla o ülkelerde yaptırımlara dönüştürülmeye çalışılıyor.
Bunun en somut örneği, 2006’da Meksika’da gerçekleşti. Peki, sonra ne oldu? Latin Amerika ülkelerinde sular özelleştirilmeye başlandı ve bunun sonuçlarını da somut olarak görmeye başladık. Bolivya’da yağmur sularını bile mülkiyet altına aldılar, yağmur suyunu kovalara doldurmak dahi yasak. Tüm bunların sonucunda büyük olaylar çıktı. Sonucunda ne oldu? İktidarlar ve yerel yönetimler kanalıyla özelleştirmelerden geri dönüşler oldu. Yaşanan olaylarda büyük can kayıpları oldu.
Gelelim bizim ülkemize; 2009 yılında Türkiye’de, İstanbul’da bu Dünya Su Forumu düzenlendi. Hepimiz bunun canlı tanıkları olduk. Biz mühendis odalarının içinde olduğu karşıt bir forum düzenledik.
Türkiye’de 2009 yılından önce Dünya Su Forumunun altyapısı oluşturuldu. Kimin kanalıyla? Mevcut Türkiye’deki iktidarın ve Dünya Su Konseyinin aracılığıyla, Bakanlar Kurulu kararlarıyla protokoller, sözleşmeler falan çıkarıldı. Kısaca söyleyecek olursak, bunun için çok paralar harcandı ve suyun özelleştirilmesinin altyapısı oluşturuldu. Dünya su forumunun 2009 yılındaki kararlarından önce başlayan süreçte-forum gerçekleştirilmeden önceki 3 yıl içerisinde bu süreç işliyor- hangi sermaye grupları ve şirketlerin nerelerde ne yapacakları, iktidarla bağlantıları kurularak bu süreç içerisinde belirlendi. Burada parantez için de şunu da söyleyeyim, kapitalist sistem içerisinde bu son dönemde neoliberalizmle beraber özellikle eğitimin, sağlığın ve enerjinin özelleştirilmesi müthiş bir kar alanı ve kazanç kapısını açan araçlar haline getirildi. Eğitim, sağlık ve enerji de, insanlığın ve yaşamın olmazsa olmaz koşullarıdır. Ne eğitimsiz kalabilirsiniz, ne sağlıksız kalabilirsiniz, ne de enerjisiz kalabilirsiniz. Enerji içinde nasıl geçmişte petrol önemli ise bugün de petrolün yerini su alıyor. Buradan da 2009 Dünya Su Forumunun peşine bir bakıyorsunuz ki, Türkiye’de denetimsiz bir şekilde bir günde Enerji Piyasası Denetleme Kurulu tarafından 700 tane lisans veriliyor. Bir gecede veriliyor bunlar, denetleme şansı yok. Bu sürece baktığınız zaman, hidroelektrik santrallerinin nereden geldiğini görürsünüz.
Türkiye’de enerji miktarı veya enerji planlaması var mı? Yok. Hangi kaynaklardan ne kadar enerji elde edeceğimize dair bir planlama var mı? Yok. Enerjiyi ne amaçla kullanacağımızı, sanayimizi veya değişik sektörlerimizi hangi hedeflerde kuracağımıza dair bir planlama var mı? Yok. Öyleyse neye göre enerji? Sonra niye birdenbire hidroelektrik santraller? Şimdiye kadar aynı derelerde akan suların üzerine barajlar yapılarak hidroelektrik santrallerle elektrik üretiliyordu. Türkiye, hidroelektrik santrallerden enerji üretilmesine yani sudan enerji üretilmesine yabancı bir ülke değil. Peki, niye sayıları böyle birdenbire arttı? Söylediğimiz bu süreç, haklılığımızı gösteriyor. Hidroelektrik santraller, Türkiye’deki suların özelleştirilmesinin aracı olarak kullanılıyor. Doğrudan doğruya enerji üretmekten ziyade, suyun özelleştirilmesini ve bir meta olarak kullanılarak yani kazanç ve kar olarak sermaye gruplarına lanse edilmesinin bir aracı olarak çıkıyor karşımıza. Çünkü bir plan yok. Hidroelektrik santraller, birdenbire hiçbir denetim olmaksızın -geçmişte birkaç tane Devlet Su İşlerince hazırlanmış proje olabilir- özel kişiler tarafından yığınla projenin olduğu, yığınla lisansın alındığı bir hale geliyor. Bu da gösteriyor ki, tamamıyla özelleştirme kampanyasının, bugünkü iktidarın kapıları açması suretiyle hem içerideki, hem dışarıdaki şirketlere adeta kanalize ediliyor. Doğaldır ki, bu da toplumun ileri kesimleri ve o derelerin özelleştirilmesinin sonuçlarını yaşayan yöre insanlarının dikkatini çekiyor. Burada kolum kadar su akıyor, burada hidroelektrik santral mi olur diyen vatandaşımızı haklı kılıyor. Görüyor ki, hidroelektrik santraller sırf özelleştirilme amacıyla yapılan şeyler. İnsanımız, bu sudan yıllarca yararlanmış. Öyleyse insanların yaşadıkları yörenin deredeki suyunu alıp da, bir şahsın kazancına verirseniz, insanlar, ben de karşı çıkarım der ve örgütlenirler. Buna ne kadar gücü yeter, gücü yetiyor mu; o ayrı bir olay, değerlendirilebilir. Ama şunu çok rahatlıkla söylüyoruz: demin de anlattığım gibi Türkiye’de bugün hidroelektrik santrallerinin tamamıyla özelleştirme, suyu özelleştirmenin bir aracı niteliğinde olduğunu ben de teslim ediyorum.
HES’lerle ilgili şöyle bir tanımlama yapılıyor: “HES’ler, işletim sırasında emisyon üretmemeleri nedeniyle çevre dostu olarak bilinirler.” Bu tanımdan hareketle, HES’lerin doğaya ve insan faaliyetlerine zararı var mıdır?
Hidroelektrik santrallerinin doğayla barışık olmasıyla ilgili olarak şunu söyleyeyim: Biz mühendisler bunu çok iyi biliriz ki, her yerde doğanın kendi içinde bir yapılanması vardır. Hidroelektrik santraller dere tipi de olsa, baraj da olsa-barajları da mutlaka daha büyük biriktirmeli, depolu hidroelektrik santraller diye nitelendirirsek-biz biliyoruz ki, bu biriken su miktarıyla barajın projedeki boyutlarıyla da ilintili olmakla beraber, büyük bir kara parçası yok ediliyor, suyun altına alıyorsunuz bir kere. Bu nedir? Siz oradaki doğal dengeyi bozuyorsunuz, doğayı değiştiriyorsunuz. Bu sebeplerden hidroelektrik santrallerin küçüğünden büyüğüne hepsi doğayla bütünleşik, doğayı bozmuyor dersek doğru olmaz. Kesinlikle her yapı, hangi irilikte olursa olsun-bu hidroelektrik santrallerin dışında da normal kent içerisinde bir parselde bahçede ve köyde bağda da yaptığınız bir yapı orayı hemen değiştiriyor- yapılan her müdahale bozulma olarak değerlendirilebilir.
Demin değindiğim çevresel etki değerlendirmelerinde, bir yapıyı yapıyorsanız, bir santrali kuruyorsanız, muhakkak oradaki tüm doğal yapıyı ne derecede bozduğunu ve yok ettiğini veya oradaki canlıları yok edip etmediğinin değerlendirilmesi gerekir. En çok dikkat edilmesi gereken de, canlıların yok edilmemesini sağlamak. Eğer bunu sağlayabiliyorsanız ve de geriye kalan su miktarı sizin elde etmek istediğiniz enerjiyi elde etmeye müsaitse bunda bir sorun yok. Oradaki doğal dengeyi bozmaksızın siz bu sistemi kurar ve enerjiyi üretebilirsiniz. Ama yine de eskiden derenin aktığı, suyun aktığı, akarsuyunun aktığı o miktarı alıyorsunuz ve bir kısmını bırakıyorsunuz. Geriye kalan su, mutlaka ama mutlaka mevcut doğal dengeyi koruyabilmeli. Koruyamıyorsa, orada doğayı bozuyorsunuz demektir zaten. Bozmaması mümkün değil.
Nehirlerin debi değerlerinin olduğundan daha yüksek gösterildiğine dair şüpheler var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Şimdi, şunu teslim edelim, her yerde bu anlamda, biz özellikle topluma duyarlı, ülkenin ve kamunun yararını, çıkarını düşünen-ben en azından kendimi öyle görüyorum ve öyle bir yaklaşım içerisinde mühendislik yapmayı hedefliyorum-mühendislerin ve bu tarzda düşünen mühendis odalarımızın, bu tarzda bir sürü toplumun duyarlı kesimlerinin kesinlikle şunu görmesi lazım; her şeyden önce yapılacak olan projelerin toplumun ve kamunun yararına olması gerekliliği.
Birincisi; bugünkü siyasal iktidarlar veya gelecekteki iktidarların da buna bakması için mücadele ediyoruz. Bilimsel olmayan, bilimsel verilere dayanmayan hidroelektrik santrallerin yapılması söz konusu olmamalı. Ama konuşmamın içerisinde söylediğim gibi, bir gecede 700 tane birden lisans vermeye kalkışırsanız, o kişilerin hangi hızla, ne kadar proje yaptığını, ne derece doğru yaptığını nasıl tespit edeceksiniz? Bu mümkün değil.
İkincisi; demin söylediğim gibi bir süreç işledi ve bu süreç sonucunda da hidroelektrik santrallerin kurulması ve lisans alımı için yoğun bir talep başladı. En çok da lisans alımı için talepler artmaya başladı. Hatta öyle sözler söylendi ki bununla ilgili, Enerji Bakanı da söyledi. “Çantacılar türedi” dedi. Böyle bir deyim siyasal literatürümüze de dolayısıyla girmiş oldu. “Çantacı” dediği zaman ne oluyor? Demek ki, işin ölçümü gerçek değil; işin projesi gerçek değil. Amaç, doğrudan doğruya lisans alımını sağlamak. Bu lisans alımı sağlanırken de, söz konusu iktidarın yandaşı olabilirsiniz veya iktidardan kaynaklı bir kolaylığı elde edebilirsiniz veyahut bürokrasiyi aşabilme şansını yakalamışsınızdır. Böyle bir lisans elde etme şansınız var. Gidip, lisansınızı alıyorsunuz, ondan sonra da bu hidroelektrik santral kuracak projeleri varmış gibi veya proje yapacakmış, gerçekmiş gibi veyahut da söz konusu lisansı alarak su kullanım hakkının alındığı derenin, akarsuyun ölçümünü yapmış gibi verileri değerlendirip, götürüp, gösterebilirsiniz, alırsınız. Ondan sonra da lisans pazarlığına başlarsınız.
İsim vermek istemiyorum, ama hepimiz okuyoruz, görüyoruz ve de bir kısmımız da biliyoruz. “Ben falan çay üzerine hidroelektrik santrali kurduğumda, şu kadar lisansı doğrudan doğruya satın aldım” diyorlar. 25 liraya veya kilovatı 11 liraya, kilovat/saat üzerinden hesap edilirse, 11 liraya aldığı bir lisans projeyi bakıyorsunuz ki 250 bin liraya satmış. Hiçbir mekanizmayı düzenli, sistemli işletmeden, doğrudan doğruya yandaş bularak veya lisans borsası oluşturarak, pazarlama yoluna giderseniz, bunun kamuoyunda, o yöredeki insanların, yereldeki köylünün, kentlinin güvenini kazanamazsınız. Onlar da “bu ölçümler doğru değil, bizim dere bu kadar değil, böyle boşu boşuna buraya hem santral kurmak için, izin istemiş, gitmiş, gelmiş burada uğraşıyor” demeye başlarlar. Hidroelektrik santral kurulmak istenen çay ve derelerin çoğunun irili ufaklı olduğunu da biliyoruz.
Biliyorsunuz, suyu ve akarsuyu alıp, başka bir yere götürme şansımız olur. Transferler oluyor. Bir havzadan, bir havzaya nakledebilirsiniz. Naklettiğiniz kesimlerin aşağısında olmayabilir ama gene o havzada su var. Bir kısmımız diyoruz ya, o havzayı, can suyuyla korumaya çalışırız. Biz mühendisler eğitim alırken de, bunu böyle öğrendik. Can suyu, var olan doğayı öldürmemek için, geriye kalması gereken sudur.
Bunun ciddiyetini tartışmaya da gerek yok. Türkiye’de çok örneklerini gördük. Ciddiye alınmıyor, hiçbirisi ciddiye alınmıyor. Şirket veya hiçbir uygulamacı bunu ciddiye almıyor. Hele siz özel sektöre verirseniz, hiç ciddiye almaz. Onun için o kadar detaylı ele alınmamış. Kimse de can suyunun doğayı yok etmeyeceğine inanmıyor. İnanmamakta da haklı, ben de bunun içindeyim, inanmıyorum.
Tüm bu nedenlerden, suyu özelleştirmenin şekli suyun kullanım hakkının verilmesidir. Suyun kullanım hakkı demekle, suyu özelleştirmiş oluyorsunuz. Başka şekli de yok, başka şeklini uygulama şansı da yok. Bu nedenle, bunun adı doğrudan doğruya özelleştirmedir. Suyun kullanım hakkı, Dünya Su Konseyinin, 2009 yılında Dünya Su Formunu Türkiye’de düzenlemesiyle beraber, düzenlenmesinden önce 2003 yılında Meksika’da alınan bir karardır. Daha doğrusu kararlarından çıkartılmış bir karardır. Bundan sonra da su kullanım hakkı özelleştirme furyasıyla başladı. Bunun başka bir tür adını koyma şansı yok. Ne derse desinler, bunun adı özelleştirmedir.
Türkiye’nin dört bir tarafı HES’e karşı mücadele halinde. Suyuna sahip çıkan insanlar, derelerine özgürlük tarif ediyorlar. Çetin bir dirençten bahsetmek mümkün. Hukuki mücadele, bilim yardımı ile çürütmeci mücadele ve de eyleme dayalı pratik mücadele gördüğümüz ana eksenler. Siz neler düşünüyorsunuz?
HES’lere karşı hukuksal kazanımlar elde edilebiliyor mu? Türkiye’de baştan beri anlattığım süreç içerisinde dünyada ve Türkiye’deki kapitalist baskının, kapitalist sistem içerisindeki özelleştirme furyasının, özellikle Türkiye’de bu iktidarla beraber özelleştirme furyasının çok ağırlıklı yürüdüğü, birçok yerde hukuku hiçe saydığını görmekteyiz. Bugünkü siyasal iktidar mahkeme kararlarını uygulamıyor.
Böyle bir süreç içerisinde haklı olarak mücadeleyi yürüten insanlarımız, örgütlerimiz, meslek odalarımız bu kaygıya düşüyor. Çünkü verilen kararları uygulamayan bir siyasal iktidar var. Devleti kullanan bir siyasal iktidarla, bir örgütle ve onun hukuksal mücadelesini yapan birkaç hukukçuyla baş edebilir miyiz; baş edebilmek mümkün mü? Yargıyı bile kendi kadrolarıyla elde etmeye çalıştıkları bir süreci yaşıyoruz. O süreç de tamamıyla işin kolaycı yanını göstermektedir. Önündeki engelleri bertaraf etmek, ortadan kaldırmak için yapılan kadrolaşmayı ifade etmektedir.
Bu nedenle hukuksal mücadeleye devam edilmeli. Hiç diyeceğim bir şey yok. Bu bir gerekçe, en azından bilimsel veriler ortaya çıkıyor ve bu bilimsel verileri atlatmak veya yok etmek olanağı yok. Kararlar dinlenmemiş olsa bile, süreç içerisinde en azından kaybetmediklerimiz ve gelecekteki kazancımız olması nedeniyle hukuksal mücadeleye devam etmeliyiz.
Kazanımlar yok mu, var. Bugün Allianoi’deki Yortanlı Barajı ve Hasankeyf’teki bir sürü baraj. Bunlar mahkeme kararıyla durdurulmuş, birçok kararlar alınmış ve alınan kararların da haklılık payı var. Sonuçlandı mı? Sonuçlandı. Peki, mahkeme kararları doğrultusunda bir sonuç alınabiliyor mu? Maalesef, alınamıyor. Çünkü Yortanlı Barajı’ndaki, Allianoi’deki tarihi sağlık merkezi veya çıkartılan yapılar kumlarla örtülmeye çalışılıyor.
Bu anlamda bugüne kadar hidroelektrik santrallere yönelik yürütülen hukuksal mücadele de-özellikle yoğun bir şekilde Munzur ve Karadeniz bölgelerinde- bugün Karadeniz’de 700 küsur hidroelektrik santral kurulması için lisans alınmış, bunların bir kısmı projelendirmeye girmiş, bir kısmı uygulamaya gidilmiş; bir kısmına dava açılmış. Bunların arasında kazanılanlar var, kazanılamayanlar var, kaybedilenler var. Ama anladığım kadarıyla ve bildiğim kadarıyla 40 küsur mahkeme sonuçlanmış durumda. Bunların 42 tanesi de kazanılmış durumda. Kazanılmış olmasına rağmen, davalar da bir taraftan devam ediyor. Kesinleşmiş olan bir iki tanesi var, oralar zaten kullanılıyor.
Bugünkü siyasal iktidarlar, sudan elde edecekleri kazanç peşinde koşarken, bugünkü kapitalistlerin kazanç hırsı varken, sistem de onların istediği gibi yürüyorken, buna muhalefet etmek, muhalefet örgütlemek çok zayıfken, özellikle Türkiye’de, bu kadar cılızken, bu durum kazanılmış hukuksal haklarla aşılabilir mi, aşabilirler. Aştıklarını da görüyoruz zaten veya dinlemeyebilirler, dinlemediklerini de görüyoruz.
Bu nedenle; hukuksal mücadeleye devam edilmeli, karamsar olmamak gerekiyor. Daha çok o yörelerdeki toplumun örgütsel bilinci, mücadelesi ve sahiplenmesi önemli. Yani, mücadelelerinin haklılığı düşüncesine sahip olunması, sahiplenilmesi sonucunda zafere ulaşılır diye düşünüyorum. Kaybettiklerimiz de var, kaybedilecekler de var, bunları da konuşmak gerekiyor.
Bu mücadele bir süreçtir, devam etmekte yarar var. Nereyi kazanırsak, o kârdır veya yararlıdır diye düşünüyoruz. Öteki taraftan da şunu söylemekte yarar var. Bu parayı nereden buluyorlar hukuksal mücadelede? Ahım şahım o kadar büyük paralar değildir bunlar. Ama ben de biliyorum, bu işin içerisinde de mücadelelerin içerisinde de bulunan bir mühendis olarak da aklımın, bilgimin, kültürümün yettiği kadar, kendi mühendislik ve uzmanlık alanımın bilgisini böyle haklı mücadelelere aktardığımı söylemeliyim. Bu anlamda biz İnşaat Mühendisleri Odası ve Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliğini her zaman takdirle anarım, içinde bulunduğum bu örgütler kendi toplumunun, halkının yanında, kendi bilgi ve bilincini her zaman paylaşmaktadır. Bu hakkı mühendis odalarına ve bunun gibi meslek odalarına da teslim etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Gerçekten, buradaki mücadelelere bilgi ve birikimleriyle büyük destek veriyorlar.
Burada tamamıyla o yöredeki insanlar, yani hidroelektrik santrallerinin kurulduğu yerlerde mücadele edenler ne kadar örgütlüyse, en azından kardeşler topluluğu niteliğinde bir örgütlenme, tüzel anlamda bir örgütlenme de sağlamaz bu. Platform oluşturuyorsunuz, bir araya gelme ortamı demektir platform. Bu mücadelelerle, saygın mücadelelerde tamamıyla kendi emekleriyle elde ettikleri gelirlerle ne katkı koyabiliyorsa, o katkılarıyla bu davaların masraflarını karşılıyorlar. Bunun içinde olan bir kişi olarak çok rahatlıkla bunu söyleyebilirim. Başka yere gelme şansı yok, başka yerden gelebilme şansı olsa veya böyle bir yola girse veya böyle bir tercihi olsa niye hidroelektrik santrallere karşı gelsin ki? Kalkar onlara çanak tutar, üç beş kuruş da oradan kazanır. Bu zaten kendi çelişkisidir. Bunu suçlayanlar için söylüyorum. “Buradaki yöre insanı bu parayı nerede buluyor?” diye suçlayan bazı köşe yazarları, medya mensupları ve iktidar yandaşları ve iktidarlar.
Bunu söylerken, kendi çelişkisini de beraberinde getiriyor. Siz orada zaten kazanca kazanç katmak için, özel girişimcileri, şirketleri teşvik ediyorsunuz, kapılarınızı sonuna kadar açarken, suyu özelleştirirken; yörede suya sahip çıkan ve suyun sahibi olarak o yörenin insanı “gelin, beraber paylaşalım” diyebilirdi, bunu da çok rahat yaparlardı. Rüşvet denilen bir olay var, bu dünyada ve ülkede değil mi? Bunun bir kısmını bu şekilde de savabilirlerdi. Karşı çıkacağına, böyle yola teşvik edeceğine, diğer tarafı seçerdi. Bu tarzdaki anlayışı görürdü. Demek ki, o mücadele içerisindeki olan insanların böyle bir anlayışı yok; yöredeki insanlar dürüstçe, kendi emeklerinden, dişinden, tırnağından artırdıkları üç beş kuruşu beraberce ortaklaşa biriktirip, dava açıyor veya mücadele içerisinde birçok yere harcıyorlar. Bunu çok rahatlıkla söyleyebilirim, bu tamamıyla öteki türlü, demin söylediğim gibi bir çelişki ve iftira.
Bazı projeler halk istemese de yapılıyor HES’ler gibi. Meslek etiği açısından bu projede yer alan mühendisler hakkında ne düşünüyoruz?
Şunu şöyle söyleyebilirim, bu günümüzün en çok tartışılan konusu zaten. Bizler de kendi aramızda konuşup, tartışıyoruz. Tartışılması da gerekir. Şunu söyleyeyim, bu konuda çok hassas davrananlar olduğu gibi, bu hassasiyeti gösterebilecek güç ve nitelikte olanlar veyahut umursamayanlar da var.
Biz mühendisler için çok önemli. Önümüze gelen projeler veya tasarladığımız projeler. Özellikle, hidroelektrik santrallerle ilgili olanlara büyük bir toplumsal tepki var. Yörenin, doğanın ve toplumun ekonomik çıkarı açısından da, doğanın, canlının çıkarı açısından, yaşama hakkı açısından da büyük engeller veya büyük sorunlar yarattığını hepimiz biliyoruz. Konuşmanın ilk başlarında söylemiştim, doğaya yapılacak her türlü müdahale, mühendislik müdahalesi, o doğada bir değişikliktir. Önemli olan o değişikliğin doğadaki canlıları yok etmemesidir. Birlikte yaşayabilecek, birlikte yürütebilecek bir süreci sürdürülebilirliği ortaya koyabilmektir.
Bugün artık şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim. Halkın istemediği bir projenin uygulanmasının karşısında yer alınması durumunda, kasıtlı davranıyorlar. Demin de söylediğimiz, bunlar bu işi bilmiyorlar şeklinde suçlamalar yapılıyor. Karadenizliler, özellikle Doğu Karadeniz’de ‘Derelerin Kardeşliği’ diye bir platform altında örgütlenmişler ve mücadele ediyorlar veyahut da bir sanatçımız, birçok sanatçımız çıkıyor, bir yerde ‘buradaki tarihe sahip çıkalım’ diyor. Halkın yanında yer alıyor veya oradaki örgütlenmiş, örgütlenmemiş halkın haklılığını ortaya koyup, mücadele edenin yanında yer alırken; bir bakıyorsunuz ki bir bakan çıkıyor, ‘sen ne anlarsın?’ diyor. Tabii, sıradan bir yurttaşa ne anlarsın diye suçlayarak bakması doğru değil, ille de anlaması gerekmiyor. Kendi aklı var. Bir süzgeçten geçirirken, ‘buradaki insanlar ne diyor?’ diye dinliyor, izliyor ve bunun peşine haklılığını yürütmek üzere tepki gösteriyor. Çok doğal bir davranış diye nitelendiriyorum. Ama biz biliyoruz ki, mühendis camiasında hidroelektrik santrallerle ilgili halkın yanında yer alarak, bunun haklılığını ortaya koyuyorsa ve bu haklılığı da ortaya koyarken, karşısında sen ne biliyorsun diyemeyeceğini bizler biliyoruz.
Mühendislik camiasının bu tür projelere nasıl bakması gerektiği önemli. O zaman ne yapacak? Toplumun yararına mı, üstün kamu yararı var mı? Oradaki tesisler doğayı öldürüyor mu, canlıları yok ediyor mu? Geçmişten geleceğe orada var olan yaşamın sürdürülebilirliğini devam ettirebiliyor mu, yoksa yaşamın sürdürebilirliğini yok mu ediyor? Bugünkü mühendis bir tasarım yapınca veya tasarlanmış bir projede çalışınca, buna bakmak zorunda. 1950-60-70’li yıllardaki klasik mühendislik anlayışı bugün bizde yok, olmamalı da.
Artık çağdaş, doğa ve toplumla uyumlu, toplumun yararını ön planda tutan, sosyal forumlarla hareket eden bir mühendis anlayışı, bir mühendis düşüncesi ve buna yönelik tasarımların yapılması bir zorunluluk. Bu durumda, bir proje önümüze geliyor, bunları gözetmeyen bir projenin hayata geçirilmemesi gerektiğini de öğreniyorsunuz.
Bakıyorsunuz, inceliyorsunuz, tekrar bir kısmını şöyle söyleyecek olursak, mühendis camiası tasarladığı ve uyguladığı projelerde yahut da uygulanmakta olan projelerde çalışıyor olsa, çağdaşlığı, toplumsal duyarlılığı, o yörenin coğrafi, doğal ve yaşamsal koşullarını ve sürdürülebilirliklerini tamamıyla bilimsel verilere dayandırılarak, ortaya konuluktan sonra, bunun olumsuzluğunu görmüşse, etik anlayışı olarak bunu o proje üzerinde ve kendi camiası üzerinde ve toplumda her yerde hem tartışmalı, hem de tartıştırmalı. Bu projeleri hayata geçiren erk, siyasal erk veya bir başka güç, sermaye grubu veya bu grubun içerisinde çalışan mühendis, mimar sayısı sizin bu etik anlayışınıza rağmen bu yapılıyor ve sizi aşıyorsa, bu anlamda gücünüz yetmiyorsa, bu koşulları da değerlendirmek zorundayız. Akılcı bir yaklaşımla bu projenin burada uygulanabilirliği doğru değil diye bakıyoruz ama orada da çalışıyorsunuz. Bize düşen görev, bu projeyi uygulayan mühendis ve mimar arkadaşlarımıza, meslektaşlarımıza bunu tartıştırmalı ve o projenin yapılmaması doğrultusunda örgütsel bir gücü arkasına alabilmenin çabasını göstermeli. Bu her zaman geçerli olabiliyor mu? Şimdi, geçerli olmuyor. Geçerli olabilme şansını yakalayamıyoruz. Çalışmak, iş hayatı, insanın yaşamını sürdürebilmesi veya çoluk çocuğunu, ailesini, sosyal konumunu koruması açısından da gerekli bir koşul çalışma.
Siz öyle bir ortamda çalışıyorsunuz, ama bu ortam söylediğim normları haklı kılacak bir davranışı es geçiyor ve sizi geri plana yitiyor. Buna rağmen de çalışmak zorunda kalıyorsunuz. Hayat sizi ona zorluyor. Çünkü eğer örgütsüzseniz veya örgütlü gücünüz olmasına rağmen, bunun üstesinden gelemiyorsanız, aç kalma pahasına, işsiz kalma pahasına burada çalışamama, etik anlayışıyla da uygun olmadığı halde burada çalışamama durumu ne derece geçerli bunu tartışmak gerekiyor. Burada kestirip, bu böyle olmalıdır demek çok zor. Yani, bu etik değil. Ben aç susuz da kalsam, işsiz de kalsam, ben burada çalışmayacağım diyerek bireysel güce bırakmak, çok doğru görmüyorum bunu; bu da doğru bir haklılık değil.
Bugünkü sistem içerisinde örgütlü ve bu gücü aşabilecek, bu badireyi aşabilecek güce sahip değilseniz, bir yerlerde çalışmak zorundasınız. Çünkü etrafınıza baktığımız zaman, sizin düşüncenize ve etik anlayışınıza aykırı ve yapılmaması gereken çok proje var. Bunu ancak örgütlü gücüyle aşabilirse ve bunu başarabilirse ne ala, ama başaramıyorsa, bireysel gücü onu ne kadar kaldırıyorsa, yani işsizlik olmasına karşın, bu projede çalışmayacağım diyebilecek ve olabileceği gibi gerçekten bunu kaldıramayacak da olabilir. Ben bunu da pek yadırgadığımı söyleyemem. Proje anlamında bunu söylüyorum. Ama gerçekten etik anlamda baktığımızda, bu projelerde çalışmamam gerekir diyen bir mühendis, bu projelerde çalışamayacak gücü de varsa, bunu engellemek için mücadele eder, orada da çalışmaz ayrılır. Ama o mücadele ne kadar başarılı olur olmaz, bugünkü yaşama baktığımız zaman pek başarılı olduğumuzu da söyleyemeyiz.
Bunun için var gücüyle oradaki mühendis kesimi, bizim örgütlü kesimimizin üzerine büyük bir görev düşüyor. Proje söylediğimiz anlamda mühendislik açısından yapılmaması gerekli, toplumsal açısından yapılmaması gerekiyorsa, tamamıyla siyasi ve ekonomik rant anlamında, kazanç anlamında yapılıyorsa, buna karşı çıkılmalı ve orada çalışmayacak mühendisi de bir örgütsel güç olarak destekleyip, öyle çekebiliyorsak ki bunu da yapmalıyız ve bunun için çalışmalıyız diye düşünüyorum. Ama başarabilme şansı her alanda olabilir mi, orada mutlaka olabilir demek çok zor.
Etikle ilgili söyledim, şunu da ekleyeyim: Söylenecek olay şu. Gerçekten, Türkiye’de bir yanıyla baktığımız zaman, hidroelektrik santrallerin bugünkü yapılış tarzıyla benimseyecek hiçbir yanı yok. Mühendisçe bunu söylüyorum. Diğer siyasal yanıyla veya toplumsal duyarlılık yanıyla yahut da yöredeki toplumun ona tepki göstermesini bir yana bırakarak bunu söylüyorum. Tamamıyla, teknik anlayış ve mühendis bilgisiyle söylediğimizde, tamamıyla suyun özelleştirilmesine yönelik bir çalışma ve geçmişte petrole nasıl balkıyorsa şimdi suya da öyle bakılıyor. Suyu bir kazanç kaynağı olarak görüyorlar. Bugünkü hidroelektrik santraller, doğal kaynaktan öte yaşam hakkı olan suyu, yaşam hakkının ötesine bakarak, tamamıyla metalaştırılma ve bunu metalaştırılmış bir tarzıyla ticarileştirme ve bundan kazanç sağlamanın bir yöntemi olarak, suyun özelleştirilmesinin yöntemi olarak uygulanışını özellikle vurgulamak gerekiyor.
Diğer taraftan, İnşaat Mühendisleri Odası olarak baktığımda, benim içinde bulunduğum camia açısından söylüyorum. Benim bu bakışıma paralel bir bakış olduğunu görüyorum. Bu anlamda çalışmalar ve çabalar da var. Mücadele eden kesimlere olabildiğince bilgi aktarıyoruz, yardımcı oluyoruz, destekliyoruz. Bu konudaki çabalarımızın süreceğini düşünüyorum. En azından, bugünkü yönetim anlayışımızla ve toplumsal duyarlılığımızla bu tepkimiz devam ediyor, bu çalışmamız katkımız devam ediyor, edeceğini de düşünüyorum ve etmesini de bekliyorum.