Kaçak yapılaşmayı ve doğa katliamına özendiren “imar affı”nın hemen ardından, dört sene önce gündeme gelen “rant vergisi” İmar Kanunu’nda yapılması planlanan değişiklikler taslağına da girdi. Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası (HKMO) Ankara Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Mert Özdağ, bu “af”lar ve değişiklik tekliflerinin Ankara’nın sorunlarını çözmediğini, aksine sorunların daha da büyümesine neden oluğunu belirtiyor.
Özdağ, HKMO’nun geçmişten bu yana kent suçların mercek altına aldığını, bundan sonra da buna devam edeceklerini kaydediyor ve son söz olarak “Toplumcu mühendislik çizgisinde bir Ankara yaratmak için mücadele edeceğiz” diyor
İmar affı, ekonomik kriz nedeniyle çıkarıldı
Türkiye’de bir ekonomik kriz var. Bundan en çok etkilenen sektör de inşaat sektörü gibi görünüyor. Ekonomik krizle beraber gündemimize imar affı ve İmar Kanunu’nda yapılması planlanan değişiklikler de girdi. Teker teker ilerleyelim. İmar affını kısaca özetleyebilir misiniz?
Öncelikle bir konuya açıklık getirerek başlayabiliriz. İmar affı mı? Yoksa barışı mı? Biz neden imar affı diyoruz? 1950’li yıllardan itibaren ülkemizde 14 tane imar affı çıktı. Her seferinde bunun bir çözüm olacağı ve halkımızın mağdur edilmeyeceği söylenerek usulüne uygun yapılmayan, doğaya ve bilime karşı kent kimliği ile uyuşmayan birçok yapı devlet tarafından affedildi ve bu aflar hep bir seçim propagandası olarak kullanıldı. Kentlerimize ve doğamıza karşı yapılan bu ihanetler tamamı ile bir suç unsurudur. Suç unsurunun olduğu yerde bu unsur kılıfına uyduruluyor veya karşılığında ceza yerine kabul görüyorsa bu işlem de aftır. Yani”barış” gibi bir kelimeyi kent suçlarıyla kirletmek yerine bu suçlara karşı “af” demeyi doğru buluyoruz. İmar affı, şu an ülkenin bulunduğu ekonomik kriz içerisinden ülkeyi biraz olsun çıkarmak için yapılmış bir tebliğ; ancak maalesef görüyoruz ki uygulamalarda yaşanan sorunlar teknik olarak da bu tebliğin aslında yetersiz kaldığını gösteriyor.
İmar affı: “Yangına bir bardak su”
Örneğin; harita mühendisleri açısından bakıldığı zaman yapı kayıt belgesi alınırken bildirilen alan hatasında tek sorumlu kişi tespiti yapan ve tutanağı düzenleyen oluyor ve çok ağır hukuki yaptırımlara maruz kalıyor. Birçok alanda ise yapı kayıt belgesinin alınabilirliği hâlâ netleştirilemedi. Yani teknik olarak bile yetersiz olan bu tebliğ aslında ne kent suçlarına karşı bir çare olacak, ne de ekonomik krize karşı bir tedbir olacak bir tebliğ. Sadece yangına bir bardak su dökmeye çalışılıp ülkenin ekonomik darboğazına karşı bir hareket olacak. İlerleyen zamanlarda daha da geniş çaplı sorunları ve hayatımızı yaşanmaz hale getiren kent suçlarını göreceğiz. Hükümet 2002 yılından itibaren ekonomiyi inşaat sektörü üzerinden götürmeye çalışıyor. Şimdiki ekonomik kriz ile beraber inşaat sektörünün durumu ortada. Bu ekonomik kriz ile konkordato ilan eden 3 binin üzerinde firma var ve bu firmaların yüzde 75’i inşaat sektöründe. Her gün gazetelerde gördüğümüz iflaslar, konkordato talepleri, intihar girişimlerinin büyük çoğunluğu inşaat sektöründen geliyor.
Peki geçtiğimiz günlerde gündeme gelen İmar Kanunu’nda yapılması planlan değişiklik, yani “rant vergisi” kentleri ve vatandaşları nasıl etkileyecek?
Aslında bu kanun, tasarı aşamasındayken 4 sene önce Meclis’e gelmişti. Ancak o dönemin siyasi gündemi sebebiyle bir süre askıda kalmış ve geçmemişti. Kanun geçtiğimiz günlerde tasarı halinde yeniden gündeme geldi ve şehirlerin rantına devlet, resmi olarak ortak oldu.
Yapılan değişikliğe göre eğer şehir rantı kanunlaşırsa değer artış payının yüzde 30’u imar planı değişikliğini onaylayan ilgili idarede açılacak kamulaştırma hesabına, yüzde 30’u bakanlığın dönüşüm projeleri özel hesabına, yüzde 40’ı Hazine ve Maliye Bakanlığına yatırılacak. Değer artış payı yatırılmayan arsalar için ise tapuya şerh düşülecek ve kiralama, ipotek inşaat vb. işlemler durdurularak arsa bedeli ödenene kadar askıda kalacak. Kısacası bir örnekle açıklamamız gerekirse: 10 katlı bir binanız var ve siz bunu çeşitli sebeplerden dolayı 20 kata çıkarmak istediniz. Devlet bunu onaylarsa 10 milyon değerindeki arsanızın 15 milyon olacağını var sayarsak aradaki 5 milyon TL’lik farkı devlete ödemek zorundasınız, aksi halde herhangi bir işlem yaptıramazsınız.
Taslak kanunlaşırsa sorunlu bir kent ortaya çıkacak
Her açıdan bakıldığında gerçekten kent suçları, yağma ve rant konusunda zirve dönemleri yaşıyoruz. Bu kanunun sadece maddi rant değil plan ve halk odaklı kentleşmenin yerine çarpık, altyapı sorunlarına sahip kentler doğuracağı da aşikardır. Zamanında planlar doğrultusunda yapılması gereken, bilimsel ve teknik olarak planlanan şehircilik anlayışının dışında kalan yapılar; kentleri her anlamda mağdur bırakıyor. Halk için yaşanmaz kentler söz konusu. Vatandaşa sorduğumuz zaman ise “Ufak tefek farklılıklar için evim mi yıkılsın?” açısından baktığı oluyor elbette ancak bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşıldığı takdirde devletin kasasını doldurmak amacıyla bütün halkın yaşam alanlarının talan edilmesi ile oluşan plansız, çarpık ve doğa düşmanı kentler; hepimiz için yaşanılmaz mekanlar oluşturuyor ve hepimizi dönülmesi her geçen gün daha da zorlaşan yollara sokuyor.
Yapılan değişiklikler sorunları çözmüyor, daha da derinleştiriyor
Bu uygulamaları Ankara ölçeğine indirirsek nasıl bir manzarayla karşı karşıyayız?
Ankara Türkiye’nin başkenti. Ancak bu pozisyonu hangi açıdan karşılayabildiği ise ciddi bir tartışma konusu. Yıllardır süregelen yağma politikaları başkentimizi her geçen gün daha zor süreçlere sürüklüyor. Ankara’nın ulaşımından altyapısına, kent dokusundan tarihi alanlarına ve doğasına kadar başkenti başkent yapan birçok değeri yok ediliyor. Halkın aklıyla dalga geçercesine “500 yılda bir gerçekleşir” denilerek savuşturulmaya çalışılan yağmurlar; haftada bir tekrarlanırken ve şehrin her yerini sular altında bırakması ile can kaybı yaşanırken bu sırada Mustafa Tuna cumhurbaşkanlığı için seçim çalışması yaparak para topluyordu.
Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) sürecine bakarsak; kendi üreten üretici ve tüketiciyi yakınlaştırma amacıyla halka miras bırakılan ve ticari alan olarak kullanılamayacak AOÇ, askeri darbelerle beraber ilk olarak askeri birliklerin yerleşimine açılmıştır. Ardından ise devlet eliyle sırayla yollar, ticarethaneler, devlet binaları yapılarak amacı dışı kullanıma açılmış.
Keza ODTÜ yolu, Ankapark gibi bizlerin de yakından hukuki süreçlerle takipçisi olduğumuz kent suçlarına dönüşmüştür. Tarihi kent dokusu olarak İller Bankası binasından, Saraçoğlu Mahallesi’ne kadar birçok yapı yıkılmış veya terk edilerek atıllaştırılarak Ankara’mızın kent belleği, Cumhuriyet eserlerinden arındırılmaya çalışılmıştır. Tüm bunlarla birlikte son çıkan kanunları ele aldığımız zaman Ankara’da zaten var olan ve yıllardır çözülmek yerine daha da artarak devam eden politikalar söz konusu kanunlarla daha da rahat ilerleyebilir hale gelmiştir.
Gökçek’ten Tuna’ya kent suçlarında bir değişiklik olmadı
“Metal yorgunluğu” denilerek Melih Gökçek istifaya zorlanmıştı anımsarsınız. Sonrasında ise Mustafa Tuna getirildi göreve. İkisi arasında uygulanan politikalarda farklılıklar var mı?
Melih Gökçek döneminde Ankara’da Cumhuriyet tarihinin en büyük talan, yağma ve peşkeş projeleri hayata geçirildi. Yaşanan süreçlerin ardından yerine gelen Mustafa Tuna ise Gökçek’e göre daha konuşulabilir bir şekilde göreve başlasa da Gökçek döneminde yaşanan kent suçlarında herhangi bir değişiklik olmadı. Mustafa Kemal’in ölümünden itibaren başlayan; ancak Gökçek döneminde tavan yapan AOÇ arazilerinin talanı aynı şekilde devam ediyor.
Bugün hâlâ Ankapark’ın ticaret alanı olması için ihaleler yenileniyor. Bu bile başlı başına talan sürecinin devam ettiğini göstermektedir. Ankara Garı, tarihi dokusundan ve bütünlüğünden kopartıldı ve bir bölümünün yeniden yapılaşmasının önü açıldı. 19 Mayıs Stadı’nın yıkılışı, ODTÜ arazilerinin ve buradaki ormanlıkların talanı gibi konular da güncelliğini yitirmedi, hatta daha da hız kazanarak devam etmekte. Gökçek döneminde başlanılan projelerde, durdurulan veya kentin lehine hareket edecek bir pozisyonda olanı henüz yok.
Bu saldırıların artması ile mücadelede de bir değişiklik gerekmez mi?
Bizler yerel yönetimlerin uygulamalarının her zaman halk için, halk ile beraber yapılması gerektiğini savunuyoruz. Kamu yararı ilkesinin çiğnenmediği, katılımcı bir belediye anlayışının ve rant için değil kamu yararına yönelik bir yönetim anlayışının var olması gerektiğini söylüyoruz. Kararlarda ve uygulamalarda meslek odalarının, uzman kişilerin ve üniversitelerin görüşleri alınmalı ve hukuka, tekniğe ve bilime bağlılık esas olmalıdır.
Ne yazık ki 24 yıl belediye başkanlığı yapmış ve Ankara’yı talan etmiş Melih Gökçek hiçbir şekilde bilimi ve odaları kararlara dahil etmemiş, tersine açık açık odaları düşman ilan etmiştir. Atanan başkan Tuna ise Gökçek’ten farklı bir tavırda olmayıp alınacak kararlara ve uygulamalara meslek odalarını dahil etmemektedir.
“Mücadeleyi genişleterek, artırarak hızlandırmamız gereken bir dönemden geçiyoruz”
Yerel yönetimlerin kararlarına bizleri dahil etmemeye çalışması kente verilecek büyük zararların zaruri bir sonucudur. Çünkü “İstanbul’a ihanet ettik”, “En büyük hırsızlıklar, kötülükler, belalar imardan geliyor” gibi açıklamaları çok duyduk ve artık duymak istemiyoruz. Bizler yine kent suçlarına dair gerek yasal gerek de hukuki yollarla her türlü hukuki mücadelemizi sürdüreceğiz. Mücadele yolları her zaman dönemin şartlarına göre kendini yeniler ve ivmelendirir. Mücadeleyi genişletme anlamında da halk ile beraber yaptığımız toplantı ve bilgilendirmeleri mevcutta yaptığımız gibi genişleterek, artırarak hızlandırmamız gereken bir dönemden geçmekteyiz.
Kent hakkını savunan bir belediyecilik anlayışı neler yapar ya da yapmalı? İnsanların kent hakkını gözeten şekliyle bir kent nasıl olmalı?
Bu sorunun cevabı çok uzun ancak kısaca cevaplamaya çalışırsak; bizler yaşanabilir bir dünya ve yaşanabilir bir kentin mücadelesini veriyoruz. Bunun için kentin de temel ilkeleri vardır; düzgün bir planlama, barınma, sağlık, eğitim, sosyal donatı alanlarının planlanması ve planların bilimselliği gibi. Rantçı-tüccar belediyecilik karşısında, toplumcu-halkçı bir yerel seçim perspektifi ve pratiği oluşturulmalıdır. Yönetsel olarak eşitlikçi, demokratik ve katılımcı bir yapının olması yerel yönetimlerde en önemli unsurdur. Yerel yönetimler uygulamalarını rant uğruna değil halk için halk ile beraber yapmalıdır; ancak bu “Anket yaptık, halka sorduk; sonuç bu çıktı” şeklinde değil bilimsel veriler, kamunun yararı ve halkın ortak aklı ile yapılmalıdır.
Kent bir bütün halinde ele alınmalı
Kent ulaşımından, konut sorununa; planlamasından, düzenleme ortaklık payına; altyapısından, engelli vatandaşlar için projeler kadar bir bütün halinde ele alınmalıdır. Kentsel dönüşümü bölüşüm değil de yerinde dönüşüme evirdiğimiz zaman; ulaşımı, otomobil bazlı bir ulaşım yerine sağlıklı bir toplu taşımaya çevirdiğimiz zaman; çevre sorunlarına önem verdiğimiz zaman; yeşil alanlarımızı vadilerimizi imara açtırmadığımız zaman; derelerimize HES yaptırmadığımız zaman sağlıklı bir kente kavuşabiliriz.
Kentsel, sosyal parçalanmalara karşı demokratik kentsel örgütlenme ayakları kurulmalıdır, yani zengin ve yoksul makasının daraltılması gerekmektedir. Eğitim ve sağlık alanında destekleyici politikalar yaratmalıdır, şu an düşünülen şehir hastaneleri modelinden; kentten, yaşamdan uzak bir sağlık yerleşkesi mantığından acilen vazgeçilmelidir. Ulaşım ana planları yapılarak, ulaşımda öncelikli yaya ve engellilere göre dizayn ve toplu taşımaya ağırlık verilen bir planlama yapılmalıdır. Halk ile kenti bütünleştirecek kent meydanları oluşturulmalı ve bu meydanlar akslar ile birbirine bağlanmalıdır. En önemlisi de meslek örgütleri ve odalarla eşgüdüm halinde olunmalıdır.
Nasıl bir yol izlemeyi planlıyorsunuz? Önümüzdeki süreçte HKMO Ankara Şubesi’ni nerelerde, ne yaparken göreceğiz mesela?
HKMO Ankara Şubesi olarak bizler yaşam alanlarının halktan yana yaşanabilir şekilde inşa edilmesi tarafındayız. Sadece belediyelerin değil diğer kurumların da yaptığı faaliyetleri yakından takip ediyoruz. Yeni dönemlerde de bu takibimiz devam edecek. Şu an aktif olarak devam eden bir Ankapark takip sürecimiz mevcut. En son yapılan ihale sonucu Ankapark bir ticaret alanı haline gelecek. AOÇ’yi rant kapısı olarak görenlerin karşısında hukuki mücadelemizi sürdüreceğiz. Bilimin ve tekniğin ışığında sadece basın açıklamalarımızla değil halkımızı daha yakından bilgilendirebilmek, yaşam alanlarını savunabilmek adına alternatif projeler üreteceğiz. Bu projelerin içerisinde trafik sorunlarından yaşanabilir yeşil şehirlere, ulaşımdan altyapıya birçok alternatif yaratabilmek adına elimizden geleni yapmaya devam edeceğiz.
Sahada inceleme, sahada müdahale
Örnek verebileceğiniz, başlamış olduğunuz projeler var mı mesela? Nedir?
Şehirlerimizi daha yaşanabilir hale getirmek adına şu an elimizde yer alan ve çalıştığımız aktif halde üç projemiz mevcut: Bunlardan biri Cihan Parkı. Mamak bölgesinde bulunan bu park talana açılmaya çalışılıyor. Daha öncelerden de bu girişimler olmuş ancak hukuki mücadele sonucunda bu talan çabası boşa çıkmıştır. Şu an 2 bin metrekarelik alan konut ve ticaret alanı olarak kullanıma açılmak isteniyor. Halk ile yaptığımız toplantılar sonucunda burada sadece imara uygunsuzluk açısından değil kentin yaşanabilir halde kalması ve sosyal alanlarının ortadan kaldırılmaması konusunda halk da bizimle hemfikir durumda. Biz hem hukuki hem de teknik mücadelemizi verebilmek adına söz konusu parkı yerinde inceleyerek bir kent suçuna dair söylenmesi ve yapılması gerekenleri yerinde gerçekleştirdik.
Bir diğeri ise yine Mamak’ta yer alan bir kavşağın yıllardır çözülemeyen ve birçok kazaya sebep olan ışıklandırma ve trafik düzeni çalışması olacak. Şu an teknik olarak altyapı çalışmalarımız ve hazırlıklarımız devam ediyor. Önceliğimiz Cihan Parkı’nın yapılaşmaya açılmasını durdurmak. Kentteki birçok okulun ise giriş çıkışlarının hem trafik işaretlerince hem de yol üzerindeki düzende eksiklikler olduğunu görüyoruz. Bu okullar için alternatif çalışmalarımız da devam ediyor, kısa zamanda hayata geçirebilmek için elimizden geleni yapacağız.
“Doğamızı, yaşam alanlarımızı savunmaya devam edeceğiz”
Ankara daha önce de sürekli bir yağma politikasıyla yönetiliyordu. Ancak son dönemlerde hepimizin de şahit olduğu üzere bu politika tavan yapmış durumda. İmar affı konusu ve İmar Kanunu’nda yapılan değişiklikler tabii ki başkenti de olumsuz yönde etkilemeye devam edecektir. Minareyi çalan kılıfını hazırlar mantığıyla zaten bugüne kadar yapılan işleri kendi kanunlarıyla temellendirmeye çalışacak ve bu politikayı yayma çabasında olacaklardır. Ancak biz kendi doğamızı, yaşam alanlarımızı savunmaya devam edeceğiz. Verdiğimiz mücadeleyi hukuki ve teknik altyapımızla devam ettirip halkımızın yararına mühendislik faaliyetlerini destekleyeceğiz. Alternatif projelerimizle de toplumcu mühendislik çizgisinde daha iyi bir başkent yaratmak için mücadele edeceğiz.
Söyleşi: Edip Mert Arslan