Temel değerlendirmeler
İnsan yönetilme ihtiyacı duyar mı? Bütün yönetenlerin, yönetilenin varlığını baki kılmak adına sorduğu kadim bir sorudur bu; zira bütün yanıtları bir şekilde işine gelir. Oysa yönetme-yönetilme tartışmasına her şeyden önce doğru soruyla başlamak gerekir. Çünkü insanın ‘yönetme’ eylemi, her şeyden önce ‘ihtiyaç’ bağlamında tartışılamaz. Buradaki ilk sakınca, mülkiyet kavramının tarihte ve güncelde yönetme-yönetilme ilişkilerinin temel kurgusunda oynayageldiği roldür ki tartışmayı tam da sistemin arzuladığı çerçeveye sıkıştırmayı her daim iyi becermiştir.
İkincisi ve daha önemlisi, içerisinde mekânı (mekânsallığı), zamanı (hafızayı, tarihi, günceli, tahayyülü), devinimi (temsili, rolü, algıyı) barındıran yaşama eyleminin, türlü boyutlarıyla meseleye müdahil olmasıdır. Son tahlilde, insanın yönetme eyleminin sorgulanması, yaşama eyleminin bizatihi kendisinin azami boyutlarına erişir. Buradan da şu çarpıcı sonuç çıkar: nasıl yaşadığımız, nasıl yönetildiğimizle doğrudan ilişkilidir. O halde bu çıkarımın söylediği ilk şey, nasıl yönetmek veya yönetilmek istiyoruz sorusunun yanıtının nasıl yaşamak istediğimizde gizli olduğudur.
Asgari bir boyut açarsak, öncelikle temel ihtiyaçlar (barınma, gıda, vb.) düzleminde tanımlı olguların altını çizmemiz gerekir. Fakat bunları tek tek açmak yerine, hangi ortak arka plan güdümünde şekillendiklerini ortaya koymak daha kapsayıcı olacaktır. Bu noktada, yaşama eylemini kendi iradesiyle kurgulama becerisine sahip olabilmenin olanakları herkes için eşit mesafede midir sorusunu temel ihtiyaçlar düzeyinde sorduğumuzda, örneğin barınma gereksinimini karşılamak için her bireyin eşit ve yeterli olanaklara sahip olduğu evreni ideal kabul etmekle, onu bir ütopya şeklinde tanımlamak arasında iki kutup ortaya çıkar.
Kapitalizmde bu iki kutbun ortak çelişkisi, hem ideal olanı, hem de ütopik olanı metalaştırmasıdır. Başka bir ifadeyle, lüks rezidans pazarlayan bir şirket, ona bir fiyat biçtiğinde alım gücü olanlarla olmayanlar şeklinde iki kutup yaratır. Ortadaki metanın yaratacağı yaşama motivasyonu birincisi için en ideali satın almak iken, ikincisi için ütopyadır. Bu bakımdan, birilerinin erişilmez bulduğu yaşama pratikleri, başkaları için yalnızca para meselesidir.
Buradan şunu anlıyoruz: Toplumsal düzen, yaşama eylemi üzerinde belirleyicidir. Bu bakımdan, onu değiştirme hedefindeki her mücadele açısından yaşamın bütün boyutlarını sorgulama, her biriyle doğrudan ilişkilenme ve politik programını bunlar özelinde inşa etme yükümlülüğü doğar. Herhangi birini atlayamaz, erteleyemez, tercih edemez (önem sırasına koyamaz). Dolayısıyla, yaşamı güzelleştirmek temel gaye olduğunda, bunu olanaklı kılabilecek yegâne aygıt devrimci eylemdir.
Bu ilkeyi koyduktan sonra, yönetme-yönetilme tartışmasının politik bağlamı açığa çıkmış olur. Bununla beraber, başka bir dünya mümkün iddiasının günceldeki tartışmalara nüfuz ederken alacağı pozisyon da netleşmiş olur: yerel yönetimler gündemine bütün bağlamlarında müdahil olmak, buna dönük pratikler üretmek, program oluşturmak, alan faaliyetleri örgütlemek ve bu yöndeki her türlü çabayı destekleyip güçlendirmek.
Kapitalist hegemonya
Neo-liberalizmin hala başarıyla ‘gördüğü en temel iş’ yaşamın bireysel ve toplumsal boyutlarının kesiştiği düzlemlerde kapitalizm için kendini yeniden üretme alanları yaratabilmesidir (sosyal medya buna güçlü bir örnektir). İster bireyin toplumsal alandaki eylemleri, ister bizatihi toplumsal devinimin kendisi üzerinden açığa çıkmış olsun, hayatın biçimsel ve fikri alt yapısına ‘güncelleme yükleyen’ her süreç, -bir süre muhalefetin başarıyla kullandığı araçlar yaratsa dahi- nihayetinde çeşitli formlarda tüketim ilişkisine/ağına eklemlenir veya dönüşür. Bunun kim tarafından ve ne adına yapıldığını televizyonlardan öğrenemeyiz, arka planını keşfedemeyiz ancak sağlamasını yapabiliriz. Söz konusu keşif için, aksini hayatta tutmak, itirazın eylemini güçlendirmek veya buradaki dönüşümü engellemek adına faaliyet yürüten toplumsal yapıları/eylemlilikleri baskılayan mekanizmaya bakılması yeterlidir (örn. twitter yasağı).
Bu arka planı paranteze alarak, önceki başlıkta çözümlediğimiz üzere, politik bir olgu olarak yerel yönetim meselesinde de benzer imgeler bulabiliriz. Örneğin, 5393 sayılı Belediye Kanunu ve 5216 sayılı Büyükşehir Yasası’na göre, günceldeki en büyük boyuttaki yerel yönetim aygıtı olan büyükşehir belediyelerinin yönetilmesi ile ilgili önemli bir çelişkiye dikkat çekebiliriz. Bilindiği gibi, büyükşehir yasasının merkeziyetçi, yerelin olanaklarını gasp eden kurgusu, merkezleri kazanabilmek adına darbe dönemlerinde gördüğümüz örneklerini aratmıyor. Bununla birlikte, demokrasi imgeleriyle (sandıkta kapalı oylama) uygulanan seçimlerde yalnızca başkan üzerinden propaganda yapılması, sonrasında seçilen başkanın belediye yürütme aygıtını büyük oranda kendisinin veya partisinin belirlemesi, kelimenin tam anlamıyla anti demokratiktir (Sistem bundan oldukça memnundur, zira ortadaki hiyerarşik mekanizma sayesinde çıkar-rant eksenindeki ilişkiler ağı kusursuz işleyebilmekte, masraflar çeşitli vergiler ve belediye hizmetleri adı altında halka fatura edilebilmekte, ‘aksaklıklar’ da -bütçe açıkları vb.- gizli tutulabilmektedir).
Öte yandan, başka türlü bir yerel yönetim arayışından doğan ve belli bir gelişkinliğe erişmeyi başaran pratiklerin yüzleştiği baskının şiddeti ne ölçüde sınırlıdır sorusunun tarihte korkunç yanıtları vardır (Paris Komünü, Fatsa). En temelde mevcut sistemin iyi çalışmadığının, ihtiyacı karşılamadığının göstergesi olarak tanımlanabilecek bu tür eylemliliklerin yüzleştiği şiddetin ölçüsü, ürettikleri alternatifin (iddialı bir ifadeyle sosyalizm, asgari müşterekle katılımcı demokrasi) kapitalizm için ne düzeyde ‘tehlikeli’ olduğunun göstergesidir. Buradan çıkarılabilecek en önemli sonuç, sistemin yerel yönetim kavramının ve modellerinin kendi ‘çarkının dönmesi’ açısından hayati rolü olduğunun farkında olduğudur. Bu rol, -yazının başında çözümlediğimiz- yerel yönetimin bizatihi yaşamın bütün dinamikleri ile kurduğu organik bağın tespitiyle açıklanabilir.
Bütün bunlar bize şunu söylüyor: yerel yönetimler düzleminde ortada tarih boyunca kendini dönüştüren, yeniden üreten, farklı formasyonlarla aynı kavgayı eden iki ‘taraf’ vardır ve birisi diğeri üzerinde hegemonya kurmaktadır. Bunun güncelde tanıklık etmekte olduğumuz en bariz biçimi, -yukarıda da kısmen değindiğimiz- bütün yerel yönetim birimlerinin merkeziyetçi bir anlayışla kurgulanmasından doğan çelişkidir. Halkın sözünün, fikrinin, taleplerinin, ihtiyaçlarının temsilinde, söz konusu temsilin işlevsizliğinde, demokratik yerel yönetim anlayışının yerleşme olanaklarının yok edilmesinde ve dolayısıyla bir avuç insanın yerel yönetimin tüm olanaklarını gasp ettiği, yetkisini bu hegemonyayı sürdürülebilir kılmak ve çıkarlarını güvenceye almak uğruna kullandığı bir tabloda kendini ele veren amansız bir rant rejimidir.
Yerel, Yerelleşme, Mücadele
Bütün bunları söylerken, çözüm önerisi olarak salt yerelleşmeyi koymaktan, başka bir ifadeyle, meseleyi buradan tartışmaktan kaçınmak gerekir. Zira bir somut gerçeklik olarak yerel, yaşamla kurduğumuz bağın mekânsal boyutunu aştığı noktada kaçınılmaz olarak kavramsallaşır. Söz konusu nokta bugünlerde küreselleşme heyulasının dünya çapında ürettiği yeni yapısallıklardır; başka bir deyişle, kapitalizmin de yerelleşmesidir*. Söz konusu yerelleşmenin böylesi idare biçimlerinde mümkün olabilmesinin ön koşulu, örneğin bizdeki sömürge tipi faşizmin kendine yeni bir form üretmesi ve yabancı sermaye için ucuz emek, sendikasızlık gibi olanaklar sunmasıdır. Doğal olarak, iktisadi dönüşümün halk nezdindeki karşılığı açısından ‘yeni’ kelimesinin sıkça tekrarlandığı, gelenekçilikten uzak ‘yeni’ siyaset biçimlerine ihtiyaç duyulur. Bu ‘yeniliklerin’ yerel yönetim mekanizmalarında da yeri geldiğinde köktenci dönüşümler üretmesi, meseleyi yerelleşme tartışmasından daha kapsamlı hale getirir. Dolayısıyla, nasıl bir yerel yönetim olmalı sorusunu yanıtlarken ‘yerelleşmeliyiz’ veya ‘mikro alanlar üretip savunmalıyız’ gibi yaklaşımlar yerelleşmeyi öneren dar bir perspektiftir ve kaçınılmaz olarak –olgunlaşması ‘tehlike’ arz ettiği anda- sistemin müdahalesiyle karşılaşıp dağılmaya mahkûmdur.
‘Kavgada’ bize düşenler
“Mücadelemizde elde ettiğimiz reformlardan ve kazanımlardan çok, bu süreçlerin bizlere öğrettikleriyle ilgileniriz.” Lenin.
Şu ana kadarki bütün değerlendirmelerimizi ‘ne yapmalı’ özelinde tartışmaya başlamak adına bu alıntı son derece uygun bir çerçeve çiziyor. Yerel yönetim mücadelesi süreklidir, çünkü yaşam süreklidir tespiti üzerinden yola çıkılmasını devrimci mücadele ile bütünleştiriyor. Mevcut koşullarda, yani siyasi partilerle, seçimlerle, mevcut hiyerarşik ve bürokratik sistemle çözüme kavuşturulamayan bir meselenin, “siyasi partilerin dışında da siyasalı arayarak” (Şengül, T.) ele alınıyor olması durumunda bize –beyaz yakaya- düşenler hakkında belli pratikler tartıştırabiliyor. “Paylaşım ve müştereklik mücadelesi sürecinin kendisi bizatihi bir yaşam biçimi” (Şengül, T.) haline nasıl gelebilir sorusuna verebileceğimiz kesin bir yanıt teşkil etmemekle birlikte, bu yöndeki belli başlı çabalardan cüretkâr hamleler çıkabiliyor. Çünkü beyaz yaka –mesele her ne kadar herkese dokunursa dokunsun- bilgi sermayesiyle, kurumlarıyla, girişimleriyle ve birikimiyle özgün bir rol (ortaklaşma zeminlerinde ön açıcılık) üstlenebiliyor. Hem yerelde, hem de ‘en uzakta’ yaşanan pratiklerden kendi ilkeleriyle örtüşen, mücadeleye aynı anlamı atfeden bir dayanışma ağı tanımlama becerisi, ‘insan evrenseldir, mücadele evrenseldir’ düsturu ile bağ kurabiliyor. İşlevli bir temsiliyet yapısallığının kurulması, hiyerarşi piramitlerinin ters çevrilmesi, ‘ayakların baş olması’ hedeflerine dönük pratik tartışmalara ortam yaratabiliyor. Bu yöndeki pratik süreçlerde eylemin gücü ve sürekliliği ilkesini sisteme müdahaleler (reform) ve devrimci pratikler (alan sahiplenme, işgal, geri alma) üzerinden -örgütlülük düzeyinin belirleyiciliğini dikkate alarak- hayata geçirebilmenin olanaklarını zorlayabiliyor. Bunun mümkün olmadığı durumlarda dayanışma ağları oluşturarak haberdarlık ihtiyacını karşılıyor, -konulacak temel ilkelerin süreç içinde kendiliğinden oluşmasını beklemeden- gerektiğinde çoklu yapılarla temas halinde bir mücadele örerek, özgünlüklere saygı duyarak, devrimci söylemi ön plana çıkararak ve sınayarak yol alıyor.
Bu noktada, hegemonya tespitinin bizler açısından gördüğü işlev, bütün bunları kapitalizme meydan okuyarak mı, okumadan mı yapacağız sorusunu tartışmaya mahal bırakmaksızın ilk seçenek yönünde yanıtlamasıdır.
Yerel yönetim mücadelesi mikro alanlara sıkışamaz, gıda kooperatifleri, komünler ölçeğine indirgenemez, bunların arasındaki dayanışma ağlarıyla sınırlanamaz. Bunların ilerici işlevini yadsımadan, başka bir ifadeyle, her biri için oluşmuş müşterek alanlarda yer alarak, emek vererek, hegemonyanın yerel imgeleriyle topyekûn mücadele etme gerekliliğini tartıştırmak zaruridir.**
Asgari müşterek yetmez, azami mücadele!
Toparlarsak, yerel yönetim meselesinin politik bir bağlamı olmadığını, yaşamın kendisiyle kurduğu bağ bakımından doğrudan politikanın ana gövdesini oluşturduğunu görmek adına şunu iddia edebiliriz: yerel, insanın ona kendini yansıtabildiği, içinde kendini gerçekleştirebildiği, yaşam ile kavramsal olarak bütünleşebilen, onu geliştirme imkânlarını içinde barındıran bir forma dönüşmek zorundadır. Bunun güncelde ne düzeyde olduğu, insanların bulundukları yerellere kendilerini ne düzeyde yansıtabildikleriyle ölçülebilir. Dolayısıyla, bir yerelin en iyi yönetim şeklini de en basit haliyle bu ilke belirleyebilir. Çünkü yerel üzerindeki en güçlü belirleyici kapitalist hegemonyadır; başka bir ifadeyle, kapitalist iktisat temelli yapılar, çok uluslu şirketler ve bunların çıkarları için dünyanın yer yerinde yeni formlara bürünmüş ‘tuhaf’ rejimlerdir ve dümen sularına gitmeyen her türlü çaba karşısında bütün hiddetleriyle dikilmektedirler. Böylesi bir ahval karşısında alınabilecek en önemli önlem de -yerelleşme yanılsamasını da görerek- yerel yönetim mücadelesinin süreklilik karakterini yaşamın –ve mücadelenin- sürekliliğinden aldığının idrak noktasına erişebilmektir. Onun bütün boyutlarında ve alanlarında var olmak, devrimci eylemin görevi ve sorumluluğudur. Beyaz yakalılar olarak bizlerin buradaki rolü belki de herkesten daha ağırdır: bir yandan kendimizin yerel ile ilişkilenme düzeyini sorgulamak, bir yandan da bunun mücadelesini toplumsallaştırmak adına sahip olduğumuz bilgi ve birikimin, örgütsel, kurumsal olanakların geliştirilmesi için mücadele etmek zorundayız.
Çünkü her şeyin ‘başka türlüsünün’ kırıntısı bile, ancak her şeyin topyekûn başka türlüsüne inanmakla mümkün.
Ragıp Varol – Maden Mühendisi