Site iconPoliteknik – Halkın Mühendisleri Mimarları Şehir Plancıları

Duvarların paradoksu ya da AKKale -Cihan Uzunçarşılı Baysal (Sendika.Org)


AKSaray bir süredir yerli, yabancı basın ve kamuoyunun gündeminde. Mahkemenin yürütmeyi durdurma kararına rağmen 1.Derece Sit Alanı Atatürk Orman Çiftliği’ndeki binlerce ağacı telef ederek bitirilen Saray, 150 bin metrekarelik alanıyla da dünyanın en büyük sarayı rekorunu Brunei Sultanı’nın elinden aldı. Resmi açıklamalara göre maliyeti 1 milyar 370 milyon TL. Ekonomist Uğur Gürses AKSaray ile Cumhurbaşkanı’na alınan yeni uçağa harcanan 1 milyar 780 milyon TL’nin, 2014 bütçe açığının %7’sine denk olduğunu belirtiyor. Dünya Bankası rakamlarına göre, meblağ, 12 ülkenin gayrisafi milli hâsılalarını aşmakta.

Hal böyle olunca, elin ağzı torba değil ki büzesin! Dış basında, Erdoğan’ın sultanlığını ilanından, devasa bütçeye kadar birbirinden ilginç yorumların yanı sıra, yakınlarda ünlü ABD’li komedyen John Oliver de AKSarayı, 1000 odasına atıfla ‘’Bu sarayın manyaklıktan farkı yok’’ diyerek tiye aldı. 2012 yılı Türk-İş verilerine göre, nüfusunun %10 civarında kesiminin açlık sınırında, %63’ünün yoksulluk sınırında yaşadığı bu ülkede, “zenginin malı züğürdün çenesini yorar’’ misali, mega-elektrik, doğal gaz faturalarından, bütçesiyle kaç yaşam odası/okul/hastane/yurt/huzurevi vb. yapılabileceğine kadar hesaplar yapıldı. Zenginin malının aslında züğürdün malı olduğu, bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Bakan Arınç tarafından açıklanmış olsa da, Osmanlı’nın devlet binalarındaki mütevazılık ile taban tabana zıt bu ‘’Pembe İncili Kaftan’’ masalının 21. Yüzyıl versiyonuna memleketin aklı pek yatmadı; zaten başındaki AK ibaresi de Saray’ın kimin malı olduğunu arsızca ilan etmekteydi. Öte yandan, Atatürk Orman Çiftliği’ne AK damgasının basılması, toplumsal hafızanın saatinin burada sıfırlanarak, Yeni Türkiye üzerinden yeni baştan kurulması anlamına da gelmekte. AKSaray üzerine kuşkusuz yüzlerce yorum yapılabilir. Biz, ne şekilde tanımlanırsa tanımlasın inşa edilenin bir saray değil duvarlarla çevrili bir kale olduğunu, böylece Türkiye’nin evrildiği yeri de iyi tanımladığını iddia edeceğiz.

Kentlerin kuruluş nedenlerinden biri tehlikelerden korunmaktır. Bir kale içinde yer alan eski zaman kentleri, duvarlar, hendekler ve/veya çitler vasıtasıyla ‘biz-onlar’, ‘düzen-yabanıllık’, ‘barış-savaşma’ arasındaki sınırı çizerek, ötekilerin/düşmanların bu sınırı geçmemelerini sağlardı. Dışarıyla içerisi arasında çizilen ve az/çok korunan sınırlar, bugünün kentlerinde başka bir ‘düşman/ öteki’ tanımına karşı ve bu kez içerden çizilmekte (Bauman 2009). Çağımızda, bir yandan neoliberal ekonomi politikaların yersiz-yurtsuz eylediği yığınlar kentlere akarken, bir yandan da aynı politikaların kurbanı kentliler meydanlardan hak ve özgürlük taleplerini seslendirmekteler. Bu yeni ‘düşman’ karşısında iktidarı sallanan neoliberal hegemonya, askerileştirilmiş kentsel mekânlar ve olağanlaştırılmış bir olağanüstü hal rejimi vasıtasıyla kentsel mekânları kontrol altına alarak sınırları yeniden çizme gayretinde. Sosyo -mekânsal ayrışmanın şahikası kapalı siteler/villaların duvarları, mobeseler, özel güvenlikçiler…TOMA, akrep, biber gazı, plastik mermi…her türlü ileri teknoloji harikası silah ve teçhizatlarıyla polis güçleri, robokoplar…askerileşmiş kentsel peyzajın sıradan görüntüleri ve aynı zamanda kimlerin içeride kimlerin dışarıda kalacağını belirleyen yeni kentsel sınırlar olmakta. Öte yandan, her çeşit toplumsal talebi, güvenlik/çatışma meselesi olarak algılayan iktidarlar, talep sahiplerini düşman olarak tanımladıklarından, gelişigüzel gözaltılar, orantısız güç kullanımı, polis şiddeti makbul ve makul görülebilmekte. Böylece, anti demokratik müdahalelerle hak ve özgürlüklerin askıya alınabildiği olağanlaştırılmış olağanüstü hal dönemlerindeyiz (Graham, 2011).

Türkiye’den bakarsak, iktidarın gözünde ‘düşman’ olarak kodlanmışsanız, bırakın, nümayişleri, ekmek almaya gitmek ya da taziye ziyareti için dini tesiste bulunmak da eşit derecede tehlikeli. Yırca’da köylülerin özel güvenlikçe darp edilmeleri de, Validebağ’daki biber gazlı polis şiddeti ile hukuken gözaltı sayılmayacak gözaltıların alenen yapılabilmiş olması da aynı damardan besleniyor. Makulleştirdiği tüm bu şiddet araçlarına rağmen, Gezi paranoyasını aşamayan iktidar, polise daha çok yetki veren yeni bir güvenlik yasasını çıkartma, TOMAlarına TOMA, şiddet aygıtlarına yenilerini ekleme derdinde. Kentlerin kuruluşlarındaki ‘biz’ ve ‘onlar/ötekiler’ duvarlarının şimdi kentlerin içinde yükselen toplumsal muhalefete karşı inşa edildiği zamanlardayız. Hukukun askıya alınmasıyla inşa edilen bu duvarlar, Brown’ın (2010) altını çizdiği üzere, “…ister istemez savunmacı, dar görüşlü, milliyetçi ve militerleştirilmiş bir kolektif ethos ve öznellik üretirler. Savunmayı amaçladıkları açık toplum yerine giderek kapalı ve zapt altına alınmış bir kolektif kimlik yaratırlar’’.

Gezi’den bu yana toplumsal kutuplaştırma ve ayrıştırma ipine sarılmış AKMuktedir, o kadar çok öteki/düşman inşa etti ki artık kendini kollama derdinde, çareyi AKKaleye sığınmakta buluyor. Böylece, TOMAları, robokopları, bariyerleri, kapalı siteleri, özel güvenlikli AVMleri rezidansları, bilcümlesi ile yarattığı kentsel peyzaja da, inşa etmeye durduğu “zapt altına alınmış bir kolektif kimlik’’ ile “milliyetçi ve militerleştirilmiş bir kolektif ethosa’’ da en tepeden uyum sağlıyor. AKKale’nin mehterli İstiklal Marşlı tanıtımı ne kadar başka tondan haykırmak istese de aslında hepimize topunu derinden fısıldıyor!

Öte yandan, duvarlar, içerdekini dışarıya karşı korurken, paradoksal bir şekilde, onu içerde tutma işlevi de görürler; kalenin güven veren duvarları, hapishanenin kısıtlayıcı duvarlarına, kale de hapishaneye dönüşebilir. Kamuya açık bir alanı çitleyerek güvenlikçiler ordusu, gözetleme aygıtları ile konuşlanan AKKale, kibir ve azametle tepeden-tepeden bakarken, muktedirin kitlelerle olan bağını kopartıp, onu kendi kalesinde yalnızlaştıracaktır. Halkın içinden, gecekondudan çıkan Cumhurbaşkanı, bundan böyle ‘’Elitler/Monşerler/Bunlar’’ diye her parmak sallayışında farkında olacak mıdır bilemeyiz ama kitleler o parmağın adresinde artık bizzat kendisini görecektir!

Kaynakça:

Zygmunt Bauman. Liquid Times Living in an Age of Uncertainty. Polity Press; Cambridge: 2009.

Wendy Brown.Yükselen Duvarlar, Zayıflayan Egemenlik. Metis; İstanbul:2011.

Stephen Graham. Cities Under Siege The New Military Urbanism. Verso; London: 2011.


Exit mobile version