Beyaz yakalılara güçlü ve ayrıcalıklı olduklarını sürekli duyumsayacak şekilde yaşamak öğretilmiş ve onlar da bu gücü çalıştıkları işyeri ile işyerinin bağlı olduğu sermaye grubuyla özdeşleşmede bulmuşlardır genellikle. İşverene ve işyerine duyulan aidiyet duygusu o denli güçlüdür ki, işyeri, yaptıkları iş farkında olarak ya da olmayarak yaşamlarının merkezine oturur.

Tarihin kimi sayfaları, hatta yanı başımızda henüz taptaze anılarıyla bize yol gösteren yakın tarihin sayfaları, unutturulmaya, hafızalardan kazınmaya çalışılır. Kazınan şey aslında geçmişimizden çok geleceğimiz, yarınlarımızdır yazık ki. SİSAG grevi de, yakın tarihimizin, üzerinden tank paletleriyle geçilmiş kalıntıları arasında bize ışık tutmak için çırpınıp durmaktadır.

Bundan 33 yıl öncesi… Zorlu, ancak, 12 Mart’ın getirdiği baskıların, en azından “dışarıda kalanlar” açısından henüz bozguna ve yılgınlığa dönüşmediği yıllar… 1961 Anayasası ile birlikte çalışanlara bu günün ilerisinde haklar tanıyan bir iş kanunu yürürlükte. Emek sömürüsü günümüzün işsizlik ortamında olduğu kadar başıboş ve denetimsiz, çalışanlar da deneylerde kum torbası olarak kullanılmaya razı olacak kadar çaresiz değil. İşte bu ortamda, takvimler 5 Ekim 1976’yı gösterirken, Türkiye bir ilkle tanışır ve beyaz yakalılar, kendilerinden beklenilmesi zor bir işe girişerek SİSAG’da arev ateşini vakarlar.

Araştırma Geliştirme Ltd. Şti, bir Hacettepe Üniversitesi Vakfı Kuruluşudur. Vakfın en üst yöneticisi hepimizin yakından tanıdığı bir isim: ihsan Doğramacı Hoca Hazretleri. Bilişim Konusu o zamanlar yeni olmasına rağmen SİSAG’da bu konuda birikim ve personel var. 1975 yılı son aylarından itibaren 170 SİSAG çalışanı mühendis DİSK’e bağlı Sosyal-iş Sendikası’nda örgütlenir ve sendikal örgütlenme ortaya çıkınca, işveren 9 işçinin işine son verir. Süreç içinde 3 işçi daha işten çıkarılıp ve 4 işçi de baskı ile istifa ettirilince beyaz yakalıların ilk grevinin koşulları hazırlanmış olur. Ve 115 gün süren zorlu bir grev sürecinin ardından SİSAG çalışanları zaferle taçlandırırlar grevlerini.

Kim bu beyaz yakalılar?

Geleneksel işgücü kategorizasyonudur; Sanayi proleteryasına ‘mavi yakalılar’ denir. Daha çok hizmet sektöründe çalışan iyi eğitimli, mavi yakalılara nazaran iyi para kazanan, hâlihazırda yöneticilik yapan yahut yönetici adayı’ konumunda bulunan büro çalışanlarıysa ‘beyaz yakalı’ diye adlandırılır.

Medya, bankacılık, sigorta, bilişim ve benzeri sektörlerde çalışan, üniversite mezunu, çoğunluğu en az bir yabancı dil bilen ve esnek çalışma koşullarına sahip bu kitle, “yeni orta sınıf” olarak tanımlanıyor ve hizmetler sektörünün en önemli bileşenlerinden birisini oluşturuyor. 20.yüzyılla birlikte, hem dünyada hem de Türkiye’de geleneksel işçi sınıfının niceliksel ve niteliksel bir önem kaybına uğradığı, hizmet sektörünün ekonomideki payının sanayi sektörünün önüne geçmeye başladığı görülür. Üretim sürecinde, kafa emeği kol emeğine ağır basan ücretlilere verilen genel bir tanımlama olarak beyaz yakalılar, bedensel emekleri ağır basan geleneksel mavi yakalı işçilerden ayırmak için kullanılan terimdir. Sanayileşmenin ilk dönemlerinde işverenlerce yürütülen işlerin bir bölümünü üstlenmeleri, daha ayrıcalıklı ücret almaları ve görece homojen bir yapı oluşturmaları nedeniyle kimilerince işçi sınıfının dışında sayılan bu kesimin, üretimin çeşitlenmesi, teknolojinin gelişmesi, hizmetler sektörünün önem kazanması, eğitim payları hızla artmıştır. Nihayet 2006’da, ILO ‘ya göre hizmet sektörünün küresel istihdamdaki payı yüzde 40’a çıkarak, payı yüzde 39’un altında bulunan tarımı tarihte ilk kez geride bırakmıştır. Söz konusu pay, bazı gelişmiş ülkelerde ise yüzde 72’nin üzerindedir.

Türkiye’de de 1970’lerde toplam istihdamın yüzde 50’sinden fazlası tarım sektöründe yer alırken, bu oran tarım sektöründeki hızlı daralma ile 2008’in Aralık ayında 24,7’ye gerilemiştir. Bunun yanı sıra, toplam istihdamın yüzde 19,7’sinin sanayide, yüzde 5,4’ünün inşaat sektöründe, yüzde 50,2’sinin de hizmetler sektöründe olduğu görülmektedir.

Hizmet işi, genellikle kullanım değeri yaratan emeğe dayanan ve daha çok üretken olmayan emek türlerini içine alan bir sektördür. Bu özelliğinden ötürü bazı yazarlar tarafından ayrı bir sınıfsal konum temelinde değerlendirilmekte ve sonuçta beyaz yakalılar işçi sınıfı kapsamı dışında tutulmaktadır. Oysa, emeğin kullanım değeri yaratıyor olmasından çok toplumsal işbölümü içindeki yerinin önemli olduğu unutulmamalıdır. Yani, emeğin somut biçiminden çok sosyal konumu önemli olup, emeğin üretken

kapitalizmin yarattığı yapay bir bölünmeden ibarettir. Bu nedenle, hizmet emeğini ayrı bir emek türü olarak görmek kuramsal açıdan olanaklı değildir. Hizmet üretiminin, emek etkinliğinin bir türü/bir boyutu olduğu, dolayısıyla hizmet işçisinin sınıf içi bir sektörü temsil ettiği gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, her iki üretim arasındaki fark, yalnızca ürünün madde olarak değil, hizmet biçiminde gerçekleşmesinden öteye gitmemektedir.

Buna karşılık, sınıfsal temelden bakıldığında, hizmet sektöründe çalışanların bünyelerinde kimi olumsuz unsurlar barındırdıkları görülebilir. Hizmet üretiminde sömürü olgusu açıkça ve doğrudan gözlenemediği gibi, bürokratik çalışmadan ya da müşteri ile yüz yüze ilişki içinde bulunmaktan kaynaklanan kimi zaaflar çalışanlara damgasını vurmaktadır. Hizmet üretirken doğrudan değişim değeri yerine kullanım değerinin yaratılıyor olması ve “ayrıcalıklı bilgiye” sahip bulunulması, özellikle sınıf bilincinin gelişmesi açısından elverişsiz bir ortam yaratmaktadır. Beyaz yakalıların daha çok orta sınıf değerlerine yöneldikleri ve sınıf atlama özlemlerinin peşinde sistemin hegemonyasının taşıyıcılığına hizmet ettikleri bilinen bir gerçektir. İşçi sınıfının ağır saldırı altında bulunduğu dönemlerde sınıfa öncülük edecek kadar militan bir yükseliş içinde bulundukları anlar olsa bile, ekonomik konjonktürün düzelmesiyle uzlaşmacı ve statükocu tutumlarına geri döndükleri tarihin gözlerinden kaçmamaktadır.

Beyaz yakalılara güçlü ve ayrıcalıklı olduklarını sürekli duyumsayacak şekilde yaşamak öğretilmiş ve onlar da bu gücü çalıştıkları işyeri ile işyerinin bağlı olduğu sermaye grubuyla özdeşleşmede bulmuşlardır genellikle. İşverene ve işyerine duyulan aidiyet duygusu o denli güçlüdür ki, işyeri, yaptıkları iş farkında olarak ya da olmayarak yaşamlarının merkezine oturur. Genellikle, kendilerini delicesine bir çalışma temposuna teslim ederek içten içe kendilerini iş için vazgeçilmez olarak görmeye başlarlar ve bu “inanca” iş güvencesi olarak sarılırlar.

Beyaz yakalıların çoğu, içinden yetişip geldiği özel okul, kolej, dershane, iyi bir üniversite, kariyer günleri, yabancı dilleri, formatlaşmış ve kendilerini tümüyle özdeşleştirdikleri özgeçmişleri, çokuluslu şirket ayrıcalıkları güzergâhında bireyci bir anlayışa sahip ne yazık ki. Örgüt deyince umacı görmüş gibi irkilen, sendika deyince burun kıvırıp kendisine yakıştıramayan ve soyu tükenmiş bir kurum olarak gören tavırlarına sıklıkla rastlanır. Çoğuna göre dünyanın kuralı dayanışma değil rekabettir ve onlar bütün oyunların kurallarını bildiklerini düşünürler.

Sistemin İhaneti!

Neoliberalizmin dünya çapında uygulamaya geçirdiği politikalar ve yol açtığı ekonomik krizler sürecinde, tüm emekçi katmanlar ve tabii beyaz yakalılar işsizliğe ve sefalete mahkum olmaktan kurtulamıyorlar. Beyaz yakalılar, yıllarca dost bildikleri kapitalizmin “ihanetine” uğruyor ve bankacılardan mimarlara, asistanlardan mühendislere kadar birçok meslek grubundan insan, sistemin ayrıntılarına hakim bu geniş kesim, bugün çok iyi tanıdığı kapitalizmden yediği tokadın şaşkınlığını yaşıyor. Beyaz yakalıların sandığının aksine, onların hiç de sistemin vazgeçilmez unsurları olmadığı, durgunluk ve kriz süreçleriyle beraber ortaya çıkmış bulunuyor. Örgütsüzlükleri, onları düşük ücretlere, haklarının budanmasına ve işten atılmalarına neden olan sistem karşısında daha da savunmasız kılıyor.

Prometheus Danışmanlık Genel Müdürü Yücel Atış, yaptıkları bir araştırmaya göre, beyaz yakalılar arasında işsizlik artışının şef, müdür yardımcısı ve müdür konumundaki “orta düzeyde” 2006’da yüzde 22’den 2007’de yüzde 35’e, genel müdür yardımcısı, direktör, genel müdür konumundaki “üst düzeyde” 2006’da yüzde 13’den 2007’de yüzde 21’e yükseldiğini belirtiyor.

İlkokulla başlayan eğitim süreçlerinde yüzlerce sınavdan geçip, okul sıralarında dirsek çürüten, ailelerinin mutfağından, pazarından kıstığı paralar harçlıkları olan, bazıları lisans eğitimiyle yetinmeyip aldıkları eğitimin üzerine master/doktora yapan, yurt dışında en iyi okullarda okuyan bu insanlar için sonuç gerçekten acı: Tüm bu yetenek ve vasıflarına rağmen “işsizler” !

Sonuçta, evin şımarık çocuğu olarak kasım kasım kasılırken evden kovulmuş çocuklara dönüşmekte beyaz yakalılar. Her ne kadar bir kısmı, işten atılır atılmaz, sistemin kendilerine öğrettiği gibi, özgeçmişini kapıp kapı kapı dolaşarak daha düşük gelirler için iş dilenmeye başlıyor ve bilgisayar başında mesajlarını kontrol ederek, krizden sadece kendini sıyırmanın umudunu taşıyorsa da, yediği tokadın etkisiyle silkinip kendisine gelen, teslim olup dilenmek yerine direnerek kazanmak yoluna gidenlerinin sayısı da umut verici bir biçimde artıyor.

Bu umudu körüklemek için Türkiye’den birkaç örneği hatırlamakta yarar var. Geçtiğimiz yılın ortalarından itibaren önemli bir gündem maddesi olarak açığa çıkan IBM Türk’deki bilişim çalışanlarının mücadelesi hatırlanması gereken ilk çarpıcı örnek. Bu eylemlilik süreci, örneklerine az rastlanan, meslek odası ve sendikaların ortak mücadelesi ya da mühendislerin diğer çalışma arkadaşlarıyla beraber girdiği sendika mücadelesi açısından özel ve önemli bir deneyim olarak nitelendirilebilir.

Öte yandan, son aylarda bir başka çarpıcı örnek çıkıyor karşımıza. 12 Eylül’den sonra ilk kez üniversitelerde asistanlar iş güvencesi talebiyle bir mücadele sürecine girdiler. Türkiye, üniversitelerdeki öğrenci eylemlerine yabancı değil ama hocalar uzun yıllar sonra kendi sosyal hakları için eyleme geçtiler.

Ve son örnek, basın sektöründen: 13 Şubat 2009 günü, 29 yıl aradan sonra Türkiye’de bir ilk gerçekleşti ve basın sektöründe greve çıkıldı! Basın sektöründe en son grevin, 12 Eylül sürecinde darbecilerin iradesiyle kaldırıldığı düşünüldüğünde bu grev tam manasıyla bir tarihsel dönemeci ifade ediyordu.

Yakalarımıza kim yapışmışsa…

Bu umut dolu örnekler, bugüne kadar ki pratiğine bakıp beyaz yakalıların bundan sonra da konformist ve işbirlikçi bir tutum takınacaklarını öne sürmenin haksızlık olacağını gösteriyor. Çünkü, günümüz kapitalizminin, pastanın kolayca büyütüldüğü ve artan refahtan çeşitli kesimlere belli oranlarda sus payının verildiği dönemleri geride bıraktığı görülüyor. Kapitalist sistemin bunalımı ve buna koşut olarak gelişen yeni birikim rejimleri, çalışanların büyük bir kesimi açısından önemli ölçüde toplumsal ve ekonomik hak kayıplarına neden olacak süreçleri başlatmış bulunuyor. Özellikle devletin ve buna bağlı olarak hizmetlerin yeniden yapılanması süreci, beyaz yakalıları mavi yakalılara yaklaştırmaktadır. Böyle bir süreç, mavi yakalılarla beyaz yakalı yığınlar arasında, uzun dönemli sınıfsal çıkarlar açısından yeni bir dayanışma ortamı yaratıyor.

Beyaz yakalıların gerçekleştirdiği ilk grevin, 1976 SİSAG grevinin meşhur sloganlarından birini, hem bugünün hem de yarının kuşaklarına yeniden hatırlamak önemli: “Üreten bizsek, yöneten de biz olacağız” … Ürettiğimiz şey çark veya makine dişlisi; yakalarımızın rengi mavi olmak zorunda değil… Beyaz ve mavi, onların yakalarımıza iliştirerek bizi ayırdıkları renkler… İşte bu yüzden, yakalarımızın rengi değildir bizi kurtaracak olan; yakalarımıza kimlerin eli yapışmışsa, onların yakalarına yapışmak olacaktır bizi kurtaracak olan…

Yavuz PAK
İstanbul – Hava İş Dergisi

Kaynak: bianet.org